Paylaş
Dünya güzeli iki kızlarını da trafikte, kurallara uymayan bir takım adamlar öldürüyor. Biri sekiz yaşındayken hayata gözlerini yumuyor. Çünkü ehliyetsiz motosiklete binmiş, insanlık dışı bir varlık, öğrencilerinin arasına dalıyor. İlay, öyle ölüyor. Yaya kaldırımda.
Aile, büyük bir travma yaşıyor. Dört yaşında olan küçük kızları Ezgi’yi gözlerinden ayırmıyorlar, trafik konusunda atamadıkları bir korkuları oluyor. Tam, artık, “Hayata dönmeliyiz, korkmaya gerek yok!” derken, bu sefer Ezgi’ye yaya geçidinde bir araba çarpıyor!
Dikkatinizi çekerim yaya geçidinde!
Okula giderken.
Allah belalarını versin!
Ben de bu olayların kaza değil, cinayet olduğuna inanıyorum. Ezgi’yle birlikte arkadaşı Didem de ölüyor.
Hayattan, ailelerinden, sevdiklerinden koparıldılar. Ama o caniler hep bir yolunu bulup paçayı kurtarıyorlar. Serbestler düşünebiliyor musunuz!
İsyan etmemek mümkün mü? “Adaletin bu mu dünya?” diye haykırmamak mümkün mü?
Topuz Ailesi’nin yaşadıklarını, Anadolu Üniversitesi Sinema İletişim bölümü öğrencisi Okan Temizarabacı, bitirme tezi olarak bir belgesel yaptı, “Yolda” adı, o kadar dokunaklı ki, hepinizden rica ediyorum, mutlaka izleyin. Zeynep Topuz, gücün, sabrın ve sevginin bir abidesi… Saygıyla bu annenin önünde eğiliyorum.
Sizi tanıyalım…
-Ben Zeynep Topuz. Resim öğretmeniyim. Ama anneyim her şeyden önce. Eşimle büyük bir aşkla evlendik. Bir buçuk yıl sonra büyük kızımız İlay doğdu. Dünya tatlısı bir bebekti. Havalara uçtuk. Sadece güzel değil, çok da zeki bir çocuktu. Derindi. Tarifi zor. 3 yaşında felsefe yapabiliyordu mesela…
Nasıl yani?
-Bir gün arkadaşlarımız bize oturmaya geldiler. Birlikte yemek yedik, ama hemen kalkmaları gerekti. “Olur mu, daha çay içeceğiz?” dedim. Onlar da dediler ki, “Yollarda başıboş köpekler korkuyoruz!” İlay ki, yemeğini yiyordu o sıradan, minicik bir çocuk, başını kaldırdı ve “Ama Nermin Teyze!” dedi, “Korkularımızı biz kendimiz yaratırız!” Aynen böyle dedi. Biz üçümüz birden döndük “Ne diyor bu çocuk!” diye. 3 yaşındaki bir çocuktan beklenmeyen bir cümle. Böyle ilginç yorumları vardı. Yetişkin gibi düşünürdü. Böyle benzersiz bir çocuktu. Sonra ben tekrar hamile kaldım.
Yolda from Matuku Film on Vimeo.
Ezgi’ye…
-Evet. Kız olacağını öğrenince biraz ürktüm. “Allah’ım, ablası çok güzel. O da ablası kadar güzel olsun. Kıskanmasın iki kız kardeş birbirini!” dedim. Ve Ezgi doğdu. Allahım beni kırmadı. ablası kadar güzel bir kızımız daha oldu. Bakanların bir daha baktığı güzellikte. Ama ateş ateş topuydu, inanılmaz hareketliydi. Bazen ne yapacağımı bilemiyordum yaramazlığı karşısında. İşte o sırada, İlay karşıma dikilir, kardeşini korurdu. “Ama anne, o daha bebek. Bilemez ki!” derdi. Beş yaşındaki çocuk bana akıl verirdi…
İki kardeş iyi anlaşıyorlardı yani…
-Hem de nasıl. Muhteşem bir ilişkileri vardı. Çok mutlu bir aileydik biz. Kahkahalar eksik olmazdı evimizden. Anne-baba ikimiz de öğretmeniz. Küçük ilçelerde çalıştık hep. Oralarda servis mervis yok, İlay evden okula yürüyerek gidip geliyordu. Ve bu konuda eğitimli bir çocuktu. Ama hayatta, tek başınıza sizin bir takım şeyleri doğru yapıyor olmanız yetmiyor! Neticede kızım İlay’ın başına gelen felaket, yaya kaldırımda okula giderken geldi!
Nasıl bir felaket?
- Ehliyetsiz bir sürücü, motosikletiyle, 100 km hızla gelip İlay’a çarpıyor. Ve hayatımız o günden sonra bir daha asla eskisi gibi olmadı…
Çok korkunç bütün bunlar… Siz nasıl öğrendiniz?
-Ben okuldaydım, bir öğrencim söyledi. Hemen sağlık ocağına koştum. Eşim de oradaydı. Önce durumun vehametini kavrayamadım. Bir ilçedesiniz, bir motosiklet ne kadar zarar verebilir ki? Hani çarptı, bacağı incinmiştir, en fazla kırılmıştır diye düşündüm. Konduramadım. Çarpan çocuk da oradaydı, ilk başta onu gördüm. “Benim bir suçum yok!” deyip duruyordu. Sonra içeri girdim İlay’ı gördüm. Oracıkta yatıyordu yavrum. İnsanın evladını öyle görmesi o kadar korkunç bir şey ki. Bir şey yapmak istiyorsunuz. Elinizden bir şey gelmiyor. Olan bitene de inanamıyorsunuz. Beyniniz almıyor. Her şey normaldi daha bu sabah, nasıl olabilir böyle bir şey. “O kadar küçük ki, daha sekiz yaşında, ona bir şey olamaz!” diyorsunuz. Ama oluyor. Sağlık ocağında ambulansı bekledik. Geldi ama geç geldi. Ayakkabılarını almak istedim. Arkadaşım, “Ne yapacaksın ayakkabıları?” dedi. “E dönüştü ayağına ne giydireceğim!” dedim. O kadar konduramıyordum. Ambulansın kapısını kapatırken doktor, “İnşallah yaşar!” dedi. Beynimden vurulmuşa döndüm. “Bu nasıl bir cümle!” diye… Yavruma doyamadım ben, daha kocaman bir hayatı vardı yaşayacak! Ambulansta yanına oturdum, kasılıyordu. Hemşire bir doz bir iğne yaptı. “Kasılmalarını rahatlatmak için” dedi. İğnenin arkasından, ben, kızımın güzel yüzüne bakarken, hıçkıra hıçkıra ağlarken, sürekli dua ederken; o, derin bir nefes aldı ve bütün kasılmaları bir anda bitti! Ben ilacın etkisiyle rahatladı zannediyordum, oysa yavrum o anda son nefesini vermiş!
Nasıl bir acıdır bu…
- Sormayın. Cevabı yok. Hastaneye gittiğimizde tekrar canlandırdılar. Biz yine ümitlendik. 6 gün yoğun bakımda kaldı. O esnada, kalbi birkaç kez durdu. Yeniden çalıştırdılar. Ama olmadı, kurtarılamadı. Gitti güzel kızım, melek oldu…
Şimdi o süreci nasıl hatırlıyorsunuz?
-Bazı bölümler flu. Hastane bahçesini ve yoğun bakım ünitesinin önünü hatırlıyorum. Geri kalanı çok hatırlamıyorum. Bir de küçük kızımız Ezgi’ye o dönemde büyük haksızlık yaptığımızı hatırlıyorum…
Neden?
- Çünkü anne- baba olarak biz eşimle, korkunç bir travma yaşadık ve depresyona girdik. İlay’la beraber, bizim de bir yanımız öldü. 4 yıl kendimize gelemedik. Ve ne yazık ki o sürece boyunca, ben Ezgi’yi kucağıma alamadım. Öpemedim, sevemedim. Çünkü onu her kucağıma aldığımda, ablasının eksikliğini hissettim. İlay’a haksızlık etmemek için, belki de Ezgi’ye haksızlık ettim. Ezgi hem çok iyi anlaştığı ablasını hem de annesini babasını kaybetti o süre içerisinde. Yalnız başına kaldı. Ve sadece dört yaşındaydı...
Peki çok sevdiği ablasını bir daha hiç göremeyince n’aptı?
-Sorun da o zaten. Biz Ezgi’ye, İlay’ın kaybını anlatamadık. Bu konuyu hiç konuşmadık. Dört yaşındaki bir çocuğa ölümü nasıl anlatacağımızı bilemedik. Bunun üzerine psikolojik yardım aldık. Ve ablasını bir daha artık göremeyeceğini, onun cennette olduğunu söyledik. Bir gün annem, onu yatakta ablasının fotoğrafına sarılmış, sallanarak ağlarken bulmuş. “Ablam gitti, kimse söylemiyor nereye gittiğini. Onu çok özlüyorum. Cennet mi gittiği yer?” demiş. O küçücük çocuk, çok ağır bir depresyon yaşadı. İlkokula başladıktan sonra, baktık okulda da sorunlar yaşıyor, “Dikkat eksikliği” diye düşündük, yine yardım almaya karar verdik, bir uzmana gittik.
Ne dedi?
-“Dikkat eksikliğiyle geldiniz ama onun aklı, sürekli ablasının kaybında! Kafasının meşgul olduğu konu o” dedi ve bize sordu: “Bu konuyu konuştunuz mu?” “Çok detaylı konuşmadık” dedim. “Lütfen ne sorarsa cevap verin! Ve her şeyi net olarak söyleyin. Saklamayın, yalan söylemeyin, değiştirmeyin!” dedi. Bir hafta geçti, evdeyiz. Ezgi, ablasıyla ilgili sorular sormaya başladı. Ben de ne sorduysa cevap verdim. Derken çıldırdı. Duvarları tekmelemeye başladı. “Siz, ne biçim anne babasınız! Siz, çocuğunuzu koruyamıyorsunuz. Ya beni de koruyamazsanız. Ya ben de ölürsem!” dedi.
Siz n’aptınız?
-Bilemedim ne yapacağımı. Sonra cennete nasıl gidileceğini sordu. Cennete ancak ölünce gidildiğini söyledim. Bir daha bu konuyu konuşmadık aramızda. Ama hep kafasının içinde devam eden bir meseleydi…
Sonra bir bebeğiniz daha oldu…
-Evet. Umut’un doğumuyla yeniden aile olmaya başardık. Ezgi de daha iyiydi. Ama tabii benim üzerinden atamadığım korkularım, endişelerim oluyordu…
Neydi onlar?
-Böyle büyük bir kayıp yaşayınca, insan diğer çocuklarına daha bir evhamla bakıyor. Çocuğunuzu bir yere tek başına gönderemiyorsunuz, yalnız bırakamıyorsunuz. Sonra eşime “Bunu halletmemiz gerekiyor. Ezgi’yi hayata hazırlamamız gerekiyor. O, bir gün büyüyecek, yuvadan uçacak ve tek başına hareket edecek. Sürekli çocuğumuzu gözleyemeyiz!” dedim. Ezgi, ilkokuldayken hep babasıyla okula gidip geldi. Ortaokuldayken, servisle gidip gelmeye başladı. Servis şoförleriyle sürekli, “N’olur çok dikkatli kullanın. Bizi anlayın, çok büyük bir acı yaşadık. Trafik konusuna özel olarak hassasiyet gösteriyoruz!” türünden konuşmalar yapıyorduk. Yine de nispeten korkularımızın üzerine geçmeyi başarmıştık. Ezgi 9. sınıfı başka bir şehirde okudu. Aslında biz de oraya tayinimizi istedik ama olmadı, bir türlü gidemedim. Ezgi tek başına kaldı. Okula, tek başına gidip geldi. Trafikte tek başınaydı. Akıllı bir kızdı. Bütün kuralları bilir. Kaldığı yer, okulun bahçesine çok yakın yerdeydi. İçimiz rahattı. Bir gün telefon etti bana. Ben duymamışım. Bir arkadaşına gitmek için servise binmiş, fakat ben duymayınca, izin alamayınca bizden, “Annemle konuşamadım!” diye son anda inmiş servisten. Sonra o okul servisi hareket ediyor. Ve hareket ettikten sonra bir başka araçla çarpışıyor.
Offf çok fena…
-Evet, Ezgi’nin inmeden önce oturduğu yer, içine çöküyor. 24’e yakın öğrenci yaralandı. Sonradan bunları duyunca, “Allah, yavrumu bizi bağışladı!” diye nasıl mutlu oldum anlatamam. Dedim ki, “Artık bitti. Bütün korkular bitti. Atlatıyoruz, hatta atlattık!” İlk yavrumu kaybettiğim için elimde olmadan kafamda geçirdiğim o korkunç senaryolar, asla gerçekleşmeyecek…
Sonra Bursa’ya mı tayin oldunuz?
-Evet. Fatih Lisesi’nde kayıt yaptırdık ve orada Didem’le tanıştı. Yeni bir arkadaş. Birbirlerine çok ısındılar. Sürekli birlikteydiler. Özel ders alacaktı Ezgi. Didem’in de yanında bulunmasını istedi. Böylelikle ikisi birlikte ders almaya başladılar…
Özel ders sonrası Ezgi eve nasıl geliyordu?
-Ben alıyordum. Ne kadar rahatlamış olsam da, trafik hala korkulu rüyamdı. Didem’in evinin orada metro inşaatı vardı. İşaretler konmamıştı. Çukurlar vardı. Karanlıkta otomobil kullanmak istemiyordum. Ezgi de telefon açıp, Didem de kalmak istediğini söyleyince, “Peki” dedim, “Kalabilirsin!” O kadar sevindiler ki, telefondan mutluluk çığlıkları geldi. Fizik çalışacaklardı birlikte. Ben ertesi sabah okula gittim. Herhangi bir şeyden şüphelenmedim, herhangi bir şey de hissetmedim. Sadece saat 1’de eşimden telefon gelinceye kadar. Eşim, hastaneye gelmemi söyledi. Niçin hastaneye gittiğimi bilmiyordum. Ne olduğunu da bilmiyordum. Sadece eşimin dediğini yaptım. Orada eşimle karşılaştım, “Ne oldu?^” dedim. “Ezgi kaza geçirmiş!” dedi.
Aman Allah’ım…
-“Durumu nasıl?” dedim. “Bilmiyorum” dedi. Acilin orada bekliyorduk. Didem’i çıkardılar önce. Didem’in bedeni çıplaktı. Üstünde örtü vardı, yüzü açıktı. Vücudunda herhangi bir yara bere yoktu. İyi görünüyordu. Sadece uyuyor gibiydi. Yani ben öyle zannettim. Sonra arkasından Ezgi’yi çıkardılar. Kalbim, göğüs kafesimden fırlayacaktı. Ezgi, çok ciddi darbe almıştı, çok ciddi yaralar vardı yüzünde. Hızlıca bir yerlere götürdüler. O kadar şaşkın ve şok içindeydim ki, durumu kavrayamadım. O sırada, Didem’in annesi geldi. Dedim ki “Didem’in hiçbir şeyi yok, o çok iyi. Ama Ezgi pek iyi değil!” Oysa Didem, çoktan hayatını kaybetmiş, olay yerinde. İnsan, asla konduramıyor. Gözümün önünden cansız bir beden geçmesine rağmen, yine de onun cansız olduğunu idrak edememiştim. Çünkü beyin kabul etmiyor...
Peki Ezgi?
- Orada öylece duruyorduk eşimle… Şok içinde… İnsanlar gidiyor, geliyor, bir şeyler söylüyor. Bir uğultu, kalabalık… “Bütün bunları biz daha önce yaşadık!” diyorum, ilk kızımızda yaşadığımız aynı sahneler tekrar canlanıyor. Aynı şeyleri ben 12 yıl önce yaşadım! “Allah’ım” diye kafamı yukarı kaldırıp, onunla konuştuğumu hatırlıyorum, “Bir yerde bir hata var. Ben bunları yaşadım. Ben bu sınavı verdim. Niye aynı şeyleri yeniden yaşıyorum ben?”
Geçekten inanılır gibi değil…
-Her şey, o kadar aynıydı ki! Ezgi’ye okula giderken, yaya geçidinde araba çarpıyor. 80 kilometre hızlı giden ehliyetsiz bir sürücü. İlay’a da aynı şekilde okula giderken yaya kaldırımında bir motosiklet çarpıyor. Saatleri bile aynı: 1’e çeyrek kala. İki yavrumuzu da, okula giderken trafiğe kurban verdik.
Siz bütün bunları nasıl açıklıyorsunuz?
-Açıklayamıyorum. “Böyle olması gerekiyordu” diyorum. Aynı şeyin, aynı ailenin başına iki kere geliyor olması olacak şey değil! Matematik öğretmeni arkadaşıma dedim ki, “Olasılık hesaplarında bu ne kadarda bir olabilir bir şey?” diye sordum. Bana çok uçuk bir sayı söyledi. İlay da çok büyük acılar yaşadık. Bunun, benim için olduğunu düşünüyorum, eşim için olduğunu düşünüyorum, Ezgi için olduğunu düşünüyorum, yani bizim tekamüle ermemiz için. Bir sürü şeyi de halletmiştik aslında. Ama Ezgi’ninki başka türlü bir şey. Ezgi’nin kaybını, biz, bizim için yaşamadık. Ezgi’nin kaybı toplum içindi…
Nasıl yani?
- Toplum olarak trafik konusunda felaketiz! Arabaya bindiğimizde, kontrolü kaybediyoruz. İnsan olmaktan çıkıyoruz. Bana, baş sağlığına gelen biri şunu söyledi. “Ben de 140’la gidiyorum ama hiç kaza yapmadım!” Ne dediğinin farkında değil! Ne demek 140’la gitmek! Ama siz böyleyiz. Oysa kurallar var. Bizimse, kurallara uymama gibi bir problemimiz var. Ezgi’nin olayına baktığınız zaman, ona çarpan kişi, 32 yaşında genç bir adam. Kendisine ait olmayan bir arabanın üzerinde ve kontrolsüz kullanıyor. Annesi defalarca, “Birinin başını yakacaksın, n’olur yavaş git oğlum!” diye uyarmış. Ama devam ediyor. O gün kaza yapacağını düşünmüyor. Asla böyle bir düşüncesi yok. Basıyor, gidiyor. Ve iki genç insanın ölümüne sebep oluyor! Bu korkunç bir şey ama insanlar bunun asla farkında değil! Kişinin yaptığı şeyi anlayıp vicdan azabı çekmesini bekliyorsunuz. Çünkü bu, bir vicdandır. İki tane 15 yaşındaki kızı, bu dünyadan, sevdiklerinden, annesinden babasından ayırıyorsunuz! O aileleri karanlığa gömüyorsunuz! Vicdanen rahatsızlık duymanız gerekir. Vicdanen, o başın kalkmaması gerekir. Ama bunu göremiyorsunuz. Ben İlay’ı bizden ayıran çocukta da bunu göremedim. Ona telefon ettim bir gün. Babası hastaymış, “Geçmiş olsun baban için üzgünüm” dedim. Anlamadı kim olduğumu. Kendimi tanıttım, “Ben İlay’ın annesiyim!” dedim. Bana, “İlay kim?” dedi. İşte o an bir daha yıkılıyorsunuz! İlay mı kim? “Öldürdüğün çocuk!” dedim. Ama nafile, vicdanen de bunun azabını, ıstırabını çekmiyorlar. Oysa sen, okul vakti, 100 kilometre hızla okul çocuklarının arasına daldın. Ezgi’yi öldüren çocuğu gelince, yaya geçidinden 30’la geçmesi gerekirken, çok daha yüksek bir hızla geçince, doğal olarak yaya geçidindeki iki kızı öldürdü. Ama ceza almadı. Aldığı 14 ay bir hapis cezası vardı. Sürekli temyize gönderdikleri için, dava süresi uzadı ve içeride hiç yatmadan serbest kaldı. İşlediği suçun cezasını çekmedi. Ama dönüp baktığınız zaman bu insanların kendileriyle de yüzleşmediklerini görüyorsunuz. O zaman yargıya çok büyük iş düşüyor.
Sizce “kaza” mı bunlar?
-Hayır, cinayet! Neden mi cinayet? Siz bu hızla çocukların içine dalarsanız, onların birinin ölmesi muhtemeldir. Bu da bir cinayettir. Eğer siz 30’la geçmeniz gereken yerden 80 ve üstü bir hızla geçerseniz orada çarptığınız insanları öldürebileceğiniz de çok muhtemeldir. O zaman bunlar kaza değildir. Bilinçlidir. Sadece kasıt yoktur. Ya da şöyle diyeyim, “Kasıt Ezgi değildir Didem değildir İlay değildir ama biridir!” Bunun yargı tarafından anlaşılması ve buna göre ceza verilmesi gerek. Oradaki halk, pek çok kez üst geçit için dilekçe vermiş. Ama yapılmamış. O 2 hafta içerisinde 5 ölüm gerçekleşti o noktada. Bu, olacak şey mi? Ezgi ve Didem’in arkadaşları eylem yaptılar. “Buraya bir üst geçit istiyoruz!” diye. Sonunda üst geçit yapıldı oraya. Yani birtakım hatalar giderildi. Sinyalizasyon lambası çalışmıyordu, o da halledildi. Oraya bir trafik ışığı konuldu. Bunlar aslında çok önceden alınabilecek önlemlerdi. Belki yapılsaydı, kızlarımız hayata olurdu… Ben çok büyük bedel ödedim. Bu kadar büyük bedel ödemiş bir anne olarak hala çocukların yollarda ölmesine tahammül edemiyorum. Her duyduğum kaza haberinde bir kez daha aynı acıyı yaşıyorum. Ölmemeli artık çocuklar. Çocuklar evden okula gitmek için çıktıklarında evlerine dönebilmeli…
SON ŞİİR
Ben ölümünden sonra Ezgi’nin çantasını bu şiiri buldum. Bir hafta öncesinde yazmış. Tabii ki okuyunca çok kötü oldum. Sanki olacakların biliyormuş gibi yazmış…
Bir gün yürürken ıssız kaldırımlarda baktım etrafıma
Rüzgar hiçbir şey bırakmıyordu yerde
Yer çekiminin isyanıydı bu
Üstünde yürümemi istemiyordu sanki asfalt
İstemiyorlardı evime gitmemi
Evimin önünde gördüğüm tüyler ürperticiydi
Gördüğüm çukur, ağzına kadar doluydu suyla
Bir kedi vardı içinde çırpınıyordu
Olacaklardan habersiz
EVLATLARIMIN KOKUSU
Her ikisinden de geriye kalan bu çoraplar. Gözüm gibi bakıyorum. Kaza sırasında giydikleri çoraplar. Evlatlarımın kokusu sinmiş durumda. En azından kokularına sahibim…
Paylaş