Paylaş
Gonca Karakaş da bizimle birlikteydi, Ergün Gündüz ve Cem Talu da. Halkla ilişkilerci, illüstrasyoncu, fotoğrafçı ve gazeteci...
Sıkı kadro yani.
Sabahın 6’sında sokaklara düştük. Memleketimin simgesi olan bir sürü yere gittik. Adana’nın müthiş bir garı vardır mesela, Almanlar yapmış, şiir gibidir, orada fotoğraflar çektik, Büyük Saat, Küçük Saat, Taş Köprü, Adana Kız Lisesi (Hanım Ağa dizisinin pek çok bölümü orada çekildi, inanılmaz güzel bir okul). Sonra şalvarcılara daldık, Adana deyince insanın aklına sadece kebap gelmez. Şalvar ve 8 köşe kasket de gelir, hemen giydim o şalvarlardan, sevgilime de hediye aldım. Eski Baraj, Yeni Baraj, Sevgi Adası. Sabahın köründe gölün kenarında arabaların içinde öpüşüp koklaşanlar vardı. Ne zordur değil mi, kimseye çaktırmadan birbirine dokunacak, öpüşecek yer ararsın taşrada. Hâlâ devam demek ki. Eskiden bir de jandarma filan basar, kimlik sorardı, o günleri hatırladım.
Taş Köprü’nün ışıklandırmasını sevmedim, oysa ne güzel ışıklandırılabilir orası.
Gece olunca, eniştem Keko sağ olsun, sokak kebapçılarına, tantunicilere, kellecilere, paçacılara, şırdancılara götürdü bizi. Sabaha kadar dolandık. Şırdan, hayat boyu görüp, görülebilecek en acayip yiyecek. İnce bağırsaktan yapılıyor.
Sokak kültürü var Adana’da, geceleri yaşıyor o şehir, bayılıyorum o tahta taburelerde oturup yemek yemeye.
Ama gündüzleri o güzelim tablacılardan, eser kalmamış. Artık belediyenin sevimsiz büfeleri var. Oysa sokak kebabını, tablacıdan yemek ayrı bir keyiftir. Şehrin bir dokusuydu, ne yazık ki tek tük kalmış.
Bicibici olayına da girdik. Adana’ya özgü bir tatlıdır, nişastadan yapılır, nişasta, buz, gül suyu, boya, pudra şekeri. Kendimden geçtim yine yerken. Ve cezerye tabii. Sonra kabuklu Antep fıstığı da çıkmıştı, şimdi mevsimi. Bir kilo yemişimdir. Bir tek pavyon yok artık, yazık, olsaydı, oraya da giderdik.
Elimde şahane bir Adana dosyası oldu. Memleketimi çok seviyorum, muhabbetini de, yemeklerini de. Hem eğlendik, hem iş yaptık.
Yakında yine Adana yapacağım, Mehmet geliyor Mehmeeeet. Kardeşimin oğlu dünyaya geliyor, bu birkaç günde içinde...
Maaile heyecanla bekliyoruz...
Pudra şekeri gibi kumlar
PALMALIFE’ın plajındayız, Yalıkavak’ta.
Alya, plajın bembeyaz kumunu görünce çığlık atıyor.
“Bu ne?” diyor, “Pudra şekeri mi?”
Gülüyorum.
Ama ne cevap vereceğimi bilmiyorum. Minicik şahane plajın kumu kum değil, çocuk haklı, kum görünüşlü bir şey. Yere eğiliyor, eline alıyor. Ve birden, hayal gücü oyunumuza başlıyoruz. Biz ana-kız, böyle abuk sabuk oyunlar uyduruyoruz.
“Şimdi bir tabak çilek olsa anne, üzerine bundan döksek yesek” diyor.
Ben de oyuna katılıyorum.
“Ya da pan-cake yapmışız, Nutella sürüyoruz, üzerine de bu kumdan serpiyoruz!”
Oyun, devam ediyor. O esnada otel müdürü Gülderen Budak geliyor. Ve öğreniyoruz ki, o pudra şekerine benzettiğimiz kum, kuartzmış. 3 haftada bir özel olarak Manisa’dan çuvallarla getirilip, bir aletle plaja yayılıyormuş. Bodrum’da gördüğüm en sevimli plajlardan biri. Evet doğal değil ama güzel, resmen Maldiv kumu gibi, onun biraz pütürlüsü. Ve etrafta tahta şezlonglar, bir tane bile plastik yok, tabii her şey estetik. Beyaz şemsiyeler, ahşap localar, uçuşan beyaz tüller, su da turkuaz mavi. Saklı bir cennet gibi.
Biz yemek olayıyla başladığımız için minik tatilimize, öyle devam ettik. Öğlen gelsin lahmacunlar. Arada dondurmalar. Saat 5 gibi, çay saati ya, mükemmel kurabiyeler.
İşte tam o arada, telefonda Osman Müftüoğlu.
Suçüstüüüü...
Çünkü otele, ondan kaçak gittim. Çekinerek bir “Alo” dedim, “Sevdin mi otelimizi?” dedi. “Çok sevdim hocam ama özür diliyorum çünkü detoks yapamıyorum, durmadan yiyorum” dedim.
Güldü, “O zaman siz retoks yapıyorsunuz!” dedi, “Keyfini çıkarın!”
Reha Muhtar, Deniz Uğur ve çocuklarıyla burada bir ay boşuna kalmamış. Sevimli, konforlu. Profesör Osman Müftüoğlu’nun Yaşasın Hayat Enstitüsü de burada. Resepsiyonda bir defterde İclal Aydın’ın yazdıklarını okudum. İclal, kızıyla gelip kalmış, hem keyif yapmış, hem de bir haftada üç kilo vermiş.
Benim durumum komik tabii. Bir spa oteline gidiyorum, “Şimdi masaj da beni yorar!” diye spa’ya bile uğramıyorum. İnanılmaz güzel bir hafta sonu geçirdik. Alya ve arkadaşlarıyla, suda kaymaca- kaydırmaca, amuda kalkma, bacak arasından geçme, takla atma ne varsa oynadık. Otel ucuz değil ama değiyor.
O kadar yedik ki, bu gidişle, zayıflamak için de geleceğim kesin...
Hamiş: Bütün bu tatili kendi paramla geçirdim, kötü kalpli meraklılara duyurulur.
Kalıcı ojeyi de çıkarmak bir bela!
Ah Ayşe! Keşke biri seni daha önce uyarsaydı. Kalıcı oje kadar fena bir şey yok. Ben de senin gibiyim, ‘etoburlar’dan. Tırnak etlerimi çılgın gibi yiyorum. Özellikle sol baş parmağımın üst kısmı fena halde nasır tuttu. Fena halde. Manikürcüm önerdi bu kalıcı ojeyi, ben de senin gibi ‘Şahane! Hem de French olsun’ dedim. Oldu. Görünce bayıldım! Ta ki onlardan kurtulmak isteyene kadar. Sürerken kolay, ‘Çıkarmak isterseniz de gelin, hemen hallederiz’ demişlerdi. Hanya’yı Konya’yı 3 hafta sonra anladım. Garip bir asetonu -çok da kötü kokuyordu- pamuklara döküp, tırnakların üzerinde bekletiyorlar. 20 dakika kadar. Nasıl ağırlaşıyor tırnaklar. Sonra o pamukları çekiyorlar ve ojenin bir kısmı gidiyor. Gerisi kalıyor. Bu sefer, kazımaya başlıyorlar. Tırnak, çizik çizik ve sapsarı oluyor. Düzelmesi mi? En az 2 ay. Sen yine de, bu güzel hallerinin tadını çıkar. Öpüldün. (İpek.)
- Ne yaptın İpek! Bütün hayallerimi yıktın. Oysa ne güzel fanteziler kurmuştum o güzel parmaklarımla. Ama söylediklerinden bir şey daha öğrendim: “Her güzel şeyin bir bedeli var.” Al işte, güzel parmakların bile var... Mış. Sen beni uyardın, ben de herkesi uyarmış olayım. Ama ellerimin bu güzel halinin de tadını çıkartmadan edemeyeceğim.
Hipnoterapiyle kilo verdim
Müjde! Hipnoterapiyle 10 kilo verdim. O kiloların nasıl gittiğini anlamadım bile. Çok şeker bir terapistle çalıştım, bende işe yaradı. Hipnozun, tırnak yemeyi de mükemmel bir biçimde çözdüğünü biliyorum. Haberin olsun istedim. Sevgilerimle. (Sevil.)
- Sevil, hipnoterapi bana sökmüyor. Onu da denedim. Dubai’de. Bizim Yonca Tokbaş önermişti. Şahane bir terapistti, eğitimli filan, zaten abuk sabuk biri olsa Yonca önermezdi. Terapiste, renkli şekerlere bayıldığımı ve bu yüzden kilo aldığımı söyledim. Gerçekten de durum bu, şeker ne kadar ucuz, adi ve renkliyse, o kadar iyi benim için, sonsuza kadar yiyebilirim. Terapiste bana “Haribo ve jelly beans türü şeyler yememem için hipnoz yapar mısınız?” dedim. “Elbette” dedi. “Oturun, rahatlayın, gözlerini kapatın” filan. Sorular sordu, sohbet ettik. Ne söylediyse yaptım. Fakat hipnoza giremiyorum ben, giremedim. Amaaa ayıp olmasın diye, terapisti sevdiğim için, girmiş numarası yapım. Çünkü çok iyi niyetliydi. “Yooo olamıyorum” demek, sanki “Sen işini iyi yapamıyorsun!” demek anlamına gelecekti. Belli ki bende çocukluğumdan kalma bir “şeker travması” durumu var! Belli bir yaşta takılmış kalmışım. Annem de benim gibi. Alya’dan fenayız. Alya 6 yaşında ve cool duruyor, biz ise Mami’yle bütün Haribo’lara saldırıyoruz. Diyeceğim hipnoz, bende sökmüyor. Ama senin için çok sevindim. 10 kilo ciddi bir rakam, tebrik ediyorum!
Paylaş