Sandınız ki ben tatile çıktım, serildim kumlara, kafayı dinledim, rakı balığa takıldım, keyif ettim, oh dinlendim.
Nerede efendim, nerede...
Tüm haftam kâbuslarla geçti. Önce midyeli makarnanın gazabına uğradım; içim dışım birbirine girdi, zehirlendim.
Allah düşman başına vermesin. Nasıl kurtulacağım, nasıl geçecek bu dert diye dertlenirken bir sabah kalktım, daha doğrusu kalkamadım, hop yere düştüm, baş dönmesi nedeniyle.
Nasıl bir dönmek; oda dönüyor, yer altımdan kayıp gidiyor.
Zaten panik olan ben bastım çığlığı, koydum teşhisi kendime. Aylardır zaten kafam bir tencere gibiydi, birileri de kaşıklarla vurup vurup duruyordu sanki, bir de basınç vardı beynimde; “tamam” dedim, “al sana tümör işte!”
Ağlayarak taşıdım kendimi doktorlara. Biri yetmedi, attım kendimi birinden diğerine.
Bu nedenle bu hafta köşemi babacığıma; Tekin Aral’a bırakı
yorum.
Çiçek Pasajı
Sizlere bir süredir azıp nasıl bir gece kuşu olduğumdan söz etmiş, sabahlara dek sürttüğüm mekânları anlatmıştım.
Bu arada bir gece de arkadaşım Ziya’yla birlikte uzun süredir gitmediğim Çiçek Pasajı’na gidip hasret giderdik, biraz da Beyoğlu kaldırımlarında dolandık. Ziya, benim yıllardır Kana-da’da yaşayan, çok sevdiğim çocukluk, delikanlılık arkadaşımdır.
Birkaç yıl var buralara gelemiyordu.
Geçenlerde geldi, geldiği gün de soluğu gazetede, bende aldı.
Bütün hayatımın kalitesi değişti.
Nasıl iğrenç bir şey ancak yaşayan bilir.
Adı panik atak, daha önce yazmış, sizlerle paylaşmıştım.
Sokağa çıkamaz oldum, hayat bana dar gelmeye başladı.
Sabah kalkıyorum, hastayım. Akşam yatacağım, hastayım.
Her an ölüm korkusuyla burun burunayım.
Vücudum bütün hastalıkların sinyallerini veriyor.
Önce ailen kuralları koyar.
Sonra okul sıralarında kurallar, cezalar gelir.
Toplumun içinde yaşamda yer aldıkça asla sen sen olamazsın, istediğin gibi hür nefes alamazsın.
Hep bir şeylere ayak uydurmak, birtakım baskılara boyun eğmek zorunda kalırsın.
Ömrün böyle geçer, gider.
Patrona hesap ver, karıya/kocaya hesap ver derken en büyük güç olan devlet, en büyük yasakları koyar sana. Sınırlarını belirler, bu çizgileri aşamazsın der.
Her gelen bir başkasını söyler.
Ayça kafamda boza pişirdi, “hadi artık” dedi. “Dur zamanı gelsin” dedim, tembellik ettim.
Altından nasıl kalkacağım diye düşünüp hep yan çizdim.
Dört gün gazete, haftada bir televizyonda Yetiş Ayşe...Ya bir de tutarsa bu iş, dizi olursa ne halt edersin diye kaçtım köşelere. Sonra geçen hafta, sıra arkadaşım Gülse’nin (Birsel’in) Avrupa Yakası zamanı telefonda dedikleri; “esas senin yazman lazım” demesi kulağımda çınladı, durdu birdenbire.
Yahu dedim, sen otur, hele bir başla çiziktirmeye, yavaştan yavaştan şöyle. Nasıl olsa eskiden bir elinde cımbız, bir elinde ayna olan sen, şu sıralar bir elinde i-phone bir elinde
i-pad ile geziyorsun, tuvalete bile öyle giriyorsun.
Önce konunu bulacaksın, hikâyeni bulacaksın, sonra karakterlerini yaratacaksın.
Kolay iş mi zaten?
Ben yere yakın, o gökyüzüne. Andrea, Yunanlı komşum.Şeker mi şeker bir adam, nasıl tatlı, nasıl efendi.
Taşınalı çok olmadı ama hemen kaynaşıverdik.
Zaten kaynaşmamız zorunlu oldu. Şöyle ki; bu evin mimarı her kimse kendisinin kulaklarını sıkça çınlatıyoruz Andrea ile.Benim evde televizyon bozulursa, sinyalde azalma olursa ve Andrea evde yoksa çıkıp kapıya bekliyorum.
Yol gözlüyorum adeta kocasının işten dönmesini bekleyen kadın edasında, çünkü sinyal kutusu mudur nedir, dağılım Andrea’nın evinden geliyor.
Geçen hafta üç gün Yunanistan’a gitti, kaldık televizyonsuz. Neyse artık anahtar bırakıyor.
Onda su kesilirse, tesisatta bir halt olursa, o da benim yolumu gözlüyor çünkü onun su tesisatı da benim evin içinden geçiyor. Neyse ki o şanslı, benim evde Muhabbet (yardımcım) var.
Mutfaklarımızda da tuhaf bir durum var; onun aspiratörü onun yemeğinin kokusunu bana, benim aspiratörüm benim yemeğimin kokusunu ona ulaştırıyor.
Sense mavi gözlü, sapsarı saçlı, 24 yaşında, 1.77’lik bir dünya güzeli.
Halaların panik yapmış hastane koridorlarında bir o yana, bir bu yana koşup durmuş, bağrınmışlar...
“Yok, olmaz, burada bir hata var; bizim İnci’nin olamaz bu kara kuru şey” diye.
Ama sen çoktan bağrına basmışsın o kara kuru şeyi, hatta kalbi de delik doğan o Ayşe bebeği.Ayşe gelince tüm hayatın tepetaklak olmuş, hiç bitmemiş ki dertleri; hadi kalbini yamalatmışsın ama ya o deli beyni?
Normal değilmiş Ayşe; ya hep ya hiççilerdenmiş, bu yolda senin yıllar boyu içine etmiş.
Okulu desen ayrı bir dertmiş.
Flört desen; boyu posu sana benzediğinden on üçünde erkeklere göz kırpmaya, gizli gizli sokaklara taşmaya başlamış.
Adları değişti sonra, kabin memurluğu da eklendi, erkek kabin memurları da geldi. Neyse konu bu değil zaten.
Hostes olmak hiçbir zaman kolay değildi.
Hostes olarak seçilebilmek için hepsi bin bir dereden su getirdi.
Eğitim, artı zarafet gerekliydi, aklınıza gelen her türlü sınava tabi tutuldular; kaç dil bildiklerine kadar, hâlâ da bu durum böyle.
Ve süper evet, olması gereken bu, bu da tamam.
Ve bu kadınlar sabrın gerçek simgeleri aslında.
Biriniz kalkıp yaşadıklarını sorsanıza, anlattırsanıza uçuş hikâyelerini onlara.