10 Aralık 2010
MELİH Gökçek, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun süre görev yapan Büyükşehir Belediye Başkanı. 17 yılı tamamlamak üzere.
Eski Başkan Murat Karayalçın 1989-1993 yılları arasında görev yaptı. Dört yıl.
Gökçek, yıllardır yapamadığı icraatlar için Karayalçın dönemindeki borçları bahane ediyor.
17 yılda belediyenin kasasından milyonlarca lira geçti. Bu paralarla ne yapıldığının hesabı da sorulamıyor.
Gökçek, Başkent’in kalkındığını, geliştiğini söylüyor.
Sanırım burada gelişme kavramları konusunda sıkıntı yaşanıyor.
Çünkü Gökçek’e göre, her yeri kentsel dönüşüm alanı ilan edip, yüksek binalar dikmek bir gelişme göstergesi.
Ya da tek bir yol üzerinde bir çok alışveriş merkezi yapılmasına izin verip, sokak mağazacılığını ölüme mahkum etmek...
Peki ya doğalgazda devlet kurumlarına olan borçları ödemeyip, koca bir kurumu kaybetmek ne?
Tek bir metre metroyu hizmete sokamayıp, merkezi hükümete yüklemek ne?
Kültür sanat hayatındaki gerileme zaten ortada.
Başkan bütçe görüşmelerinde eleştirileri yanıtlarken, Ankara’nın trafikte “dünyada bir numara” olduğunu iddia etmiş.
Ankara gibi mesafelerin çok da uzak olmadığı bir kentte bu hale gelmiş bir trafikle övünmek ciddi bir başarı.
Siyaset niye yapılır?
Bir iddia işidir siyaset.
Eğer Karayalçın dönemi borçlarını 17 senedir söyleyecekseniz, kent idaresinde başarılı olduğunuzu nasıl iddia edeceksiniz?
Ayaktaki yolcular için hava yastığı mı var
DAHA önce defalarca kez yazmışken...
Kent içinde bile izin verilmemesi gerektiğini söylerken.
Şimdi de ilçelerden Ankara’ya gelen minibüslerde ayakta yolcu taşıma izni çıktı.
UKOME’nin kararı şu anda uygulanıyor. Uygun midibüs tiplerinin ayakta yolcu taşımasına izin veriliyor.
Şehirler arası yollarda ayakta yolcu taşıyan araçlar geziyor şu anda.
Peki ya bir kaza yaşanır da, ayaktaki yolculara bir şey olursa bunun sorumluluğu kimde olacak?
Evinizden çıkıp, arabanızla 250 metre ötedeki bakkala giderken emniyet kemeri takmasanız suç işlemiş oluyorsunuz. Niye?
Çünkü emniyet kemeri takmadan trafikte olmak güvenli değil.
Ama kilometrelerce şehirler arası yolda ayakta yolcu taşımak güvenli olsa gerek ki, UKOME izin vermiş.
Acaba bu midibüslerde ayaktaki yolcular için hava yastığı mı var?
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2010
ÜÇ yıl önce tam bugün yazmışım, 26 Kasım 2007’de. O zaman henüz Dünyanın En Uzun adamı rekoru Guiness tarafından onaylanmamıştı.
Sultan’ı ilk kez Beyaz Show’da izlemiştim.
Maddi desteğe ihtiyacı vardı. Beyazıt Öztürk, o programda çağrı yapmıştı:
“Ekran başında izleyenler ‘Ben Sultan’a yardım etmek istiyorum’ derse bizi arayabilir.”
Böyle bir yardım çağrısına ihtiyaç olmasına içerlemiştim açıkçası.
Sosyal bir devlette, çalışma imkanı bulunmayan, sağlık sorunları nedeniyle bakıma ihtiyaç duyan bir kişinin, televizyon aracılığıyla yardım arayışı can sıkıcıydı.
Üç yıl önceki yazıyı şöyle bitirmiştim:
“Şimdi Sultan, Guiness Rekorlar Kitabı’na girmeye hazırlanıyor. O zaman hep birlikte böbürleneceğiz.”
Gerçekten de öyle oldu. Sultan rekorlar kitabına girdi, çarşaf çarşaf fotoğrafları yayınlandı gazetelerde. Ropörtajlar yapıldı, televizyon programlarına çıkartıldı.
Sonra ne oldu? Unutuldu.
İki ay önce Anadolu Ajansı bir haber geçti.
Sultan’ın üç yıldır asgari ücretle çalışan ağabeyinin yanında Ankara’da yaşadığını anlatıyordu haber. Sıkıntıları vardı.
Büyüme hormonu nedeniyle kalbinde ve diğer iç organlarında da büyüme vardı.
Beynindeki hipofiz bezinin aşırı salgılanması yüzünden oluşan tümör nedeniyle ameliyat masasına yatmış ancak tümör tamamen temizlenememişti.
Sultan Kösen’in radyoterapi görmesi gerekiyordu. Nasıl mı yapıldı radyoterapi?
Sultan’ın hayatını belgesel yapan Londra’daki bir kanalın aracılığıyla ABD’de.
Nerede kaldı anayasadaki sosyal devlet anlayışı?
Geçen hafta da bir haber geldi. Belgesel dünyanın dört bir yanında yayınlandığı için mutlu olduğunu söylüyordu Sultan ama ekliyordu:
“Dünyanın gösterdiği ilgiyi ülkemde görememenin üzüntüsünü yaşıyorum.”
Almanya’da Sultan’ı izleyen bir kişi durumdan etkilenerek altı çift yazlık ve kışlık ayakkabı göndermişti.
Kendi vatandaşına bakamayan, onu Almanya’dan ayakkabı, Londra’dan destek, ABD’den radyoterapiye muhtaç bırakan devlete sosyal devlet denilebilir mi?
Ankara’da son birkaç gündür hava kapalı, yağmurlu. Dün kara bulutların önünde, boydan boya uzanan bir gökkuşağı vardı.
Uzun yıllar sonra ilk kez böyle bir gökkuşağına denk geldim.
Umarım devleti yönetenler de sümenlerinden kafalarını, koltuklarından bedenlerini, bürokratik sarmaldan zihinlerini kaldırıp, Sultan ve onun gibi sosyal devlete ihtiyaç duyanların da bu gökkuşağını görmelerini ve aynı oranda mutlu olmalarını sağlarlar.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2010
YAYIN hayatına yeni bir bakış açısıyla, yeni yüzüyle devam eden Radikal’in yeni yazarı Binnaz Toprak’ın peşpeşe kaleme aldığı iki yazısı kentlerdeki muhafazakarlaşmanın hayatlarımız üzerindeki yankısını anlatıyordu. “Endişeli modern” başlığını taşıyan köşesinde iki hafta önce yayınlanan ilk yazısında “Endişeliyim çünkü” dedikten sonra “demokrasinin çoğunluk popülizmi ve tahakkümüne dönüştürülerek azınlıktakilerin ötekileştirilmesini” sorunlu bulduğunu belirtiyordu.
Bu endişe belli bir kesim açısından yeni değil.
Ama burada üzerinde durulması gereken esas nokta, Toprak’ın bir sonraki yazısında ele aldığı küçük kentlerde sağlanan iktisadi gelişmelere rağmen modernleşme konusunda yaşanan sıkıntılardı.
Toprak, “Dünyanın hiçbir yerinde muhafazakâr odaklanmalar, yaratıcılığın ve çeşitliliğin itici gücü değil” diyordu.
Türkiye’nin de çağdaş toplumlara yakın olmasını “muhafazakarlıkla mücadele etmesine” bağlıyor Binnaz Toprak.
¡ ¡ ¡
Gerçekten de ekonomik olarak gelişen kentlerde bu gelişmeyle paralel biçimde özgürleşmenin yaşanamadığını görüyoruz.
Yaratıcılık, sanatsal üretim, özgürlük alanlarıyla yakından ilgili.
Başkent Ankara’nın sanatsal açıdan öne çıktığı yıllara bakıldığında ülke çapındaki özgürlük rüzgarlarının yanısıra kent yönetiminin bireylere tanıdığı özgürlük alanının da etkisi görülebilir.
Evet Başkent, son yıllarda sanayi ve ticaret açısından yol kat etti. “Memur kenti” imgesinin kırılmasında bu gelişim çok önemli.
Ama aynı ilerlemeyi yaratıcılık isteyen alanlarda göremiyoruz.
Bu kentte yaratıcı alanlar hala varlığını koruyabiliyorsa, bunun, 16 yıldır kenti yöneten Gökçek ile ilgili olduğunu söylemek çok zor.
Bu alanlar üniversiteli öğrenciler, diğer kent yönetim unsurları sayesinde varlığını muhafaza edebiliyor.
“Artık bu kentten yazar, şair, müzisyen çıkmıyor, çıkanları da İstanbul kapıyor” söyleminin sosyolojik analizinin anahtar cümlesi bence Toprak’ın “muhafazakarlıkla mücadele” ifadesi içinde yatıyor.
Muhafazakarlık, gelişmeyi, özgürleşmeyi ve dolayısıyla yaratıcılığı içinde barındırabilir mi?
Sanırım bunun yanıtı, “Doğası gereği hayır” şeklinde olmalı.
Başkent’in kültürel gelişimi için bazı arama toplantıları yapıldığını biliyoruz. Bu konudaki çabaların vücut bulması için en başta “geniş tabanlı” ve “geniş ufuklu” olması gerekiyor.
Ve tabi ki, muhafazakar bakış açısından bir o kadar uzak.
Haftaya bu arayışlara değineceğim.
Başkanlar bunu okumalı
ÇALIŞMA Bakanı Ömer Dinçer, yerel yönetimlerle bir açıklama yaptı önceki gün.
Dinçer, özetle “liderlik kabiliyetlerine sahip bir belediye başkanı ve il valisinin, beş yıl içinde bir kenti çarpık olumsuz bir şehirden, modern yaşanabilir bir şehre dönüştürecek hukuki altyapı imkanına sahip olduğunu” söyledi.
Değil beş yıl, onun üç katı zamandır o koltuklarda oturan kişilerin bu sözleri okumuş olmasını diliyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2010
BAŞKENT’in uzun yıllar aradan sonra kavuştuğu bir plan, turizm planı. Ankara’nın yeni ve atak valisi Alaaddin Yüksel’in başkanlığında toplanan turizm zirvesinde önemli kararlar alınmıştı.
Ankara’nın avantajları sıralanırken, Başkent’in hemen yanı başında bulunan Gölbaşı ilçesi bu avantajlar arasında yer aldı.
Örneğin bu ilçedeki Ballıkpınar Mahallesi’ndeki hazine arazisine golf sahası kurulabileceği belirtildi.
Ankara Kültür ve Turizm İl Müdürü Doğan Acar’ın sunumundaki bu öneri Başkent için iyi bir avantaj sağlayabilir.
Gölbaşı, bakirliğinin yanısıra, kent merkezine yakınlığıyla da dikkat çekmesi gereken bir bölge.
Mogan ve Eymir gölleri de Gölbaşı’nın cazibesini arttıran unsurlar.
Ayrıca öğrenciler için iyi bir konaklama bölgesi.
Ancak Gölbaşı’na toplu ulaşım konusunda yeni açılımlar yapılması gerekiyor.
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, raylı taşıma konusunda sınıfta kalmasına karşın, yeni bir tramvay projesi attı ortaya.
Bu hatlardan, birincisi Şentepe, ikincisi Etlik, Yükseltepe, Ufuktepe, üçüncüsü Mamak Altındağ ve dördüncüsü de bu hatlardan birinin devamı olarak Turan Güneş Bulvarı’nın sonuna kadar gidecek.
Ayrıca tüm hatlar Kızılay’a da bağlanacak.
Gökçek’in bu bölgelerle ilgili tramvay projesi yeni bir açılım sağlayabilir.
Bu açılım Gölbaşı’nı yakından ilgilendiriyor.
Soru şu:
Gölbaşı’na yer üstünden gidecek bir hafif raylı sistem yapılamaz mı?
Yerleşim alanlarının az olduğu bu güzergahta kamulaştırma maliyetlerinin çok yüksek olmayacağı düşünülürse, hem AŞTİ’ye kadar gelen Ankaray, hem de Gökçek’in sözünü ettiği Turan Güneş’e uzanacak tramvay hattıyla bütünleşik bir raylı sistem Gölbaşı’nın çevre koruma hassasiyetleri de dikkate alınarak merkeze “zihinlerdeki uzaklığını” azaltabilir.
Böylece Gölbaşı bir anda cazibe merkezi olabilir.
Üstelik sadece turizm açısından değil, yerleşim birimi olarak da bir çok Ankaralı’nın zihninde yer edebilir Gölbaşı.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2010
BAŞKENT’in turizm açılımıyla ilgili yazımın ardından MHP’nin 2009 seçimlerindeki Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan Mansur Yavaş bir mektup gönderdi. Beypazarı’nı, bugün Başkent’in turizm yıldızı haline getiren isim olan eski Belediye Başkanı Yavaş, vizyon eksikliğine dikkat çekiyor.
Ulus’ta oluşturulamayan yaya bölgesini, Ankara’nın bilindiğini ama tanınmadığını anlatıyor.
Yavaş’ın bu mektubunu paylaşmak istedim:
“Maalesef Ankara çarpık kentleşmenin de etkisiyle kültürel dokusunu kaybetmeye devam etmektedir. Hem mimari açıdan hem de sosyal açıdan kültürel değerlerin yaşatılmasına gereken önem verilmiyor. Kentlerin de hafızaları vardır, bu unutulmuştur.
Ankara’nın en büyük eksikliği bir vizyonunun olmayışı. Yani Ankara biliniyor fakat tanınmıyor. Ankara’da fuar alanlarının, kongre merkezlerinin olması lazım ki turistik açıdan Ankara, ziyaret edilen bir yer haline gelsin.
Yaya öncelikli bölge
Seçim döneminde de en çok dile getirdiğim konulardan biri; Ankara’yı kültür ve turizm açısından tanıtmanın ve bir marka kent haline getirmenin gerekliliğiydi. Dünyada başkent olup da turistin gitmediği tek yer Ankara’dır. Nasıl ki Paris, Tokyo ya da pek çok dünya başkenti tanınıyorsa, Ankara’yı da aynı şekilde tanıtmalıyız. Yapılmayacak bir şey değil. Şimdiye kadar Ankara’nın tarihi değerleri görülememiş ki; bu konuda kimse bir şey yapmamış. Ulus gibi tarihi kent merkezlerimizde ulaşım yaya öncelikli hale getirilmeli, tarihi binalar restore edilerek ön plana çıkarılmalı.
Ankara’yı yönetenler Ankara civarının da farkında değiller. Çünkü Ankara’nın çevresi de kültür hazineleri ile dolu. Örneğin; Nallıhan, Ayaş, Beypazarı, Güdül ve Ayaş’tan geçen İpek Yolu var. İpek Yolu’ndan insanların gezerek geçmesi Ankara’ya gelmesi için büyük bir sebep.
Marka kent olma yolu
Yine aynı şekilde Sakarya Meydan Muharebesi’nin yapıldığı yeri görebilir, Çubuk’ta Ankara Savaşı’nın animasyonları yapılıp izletilebilir. Ayaş, Haymana, Beypazarı, Kızılcahamam’da termal sular var. Termal turizm çok fazla turist çeken ve çok karlı bir iş. Bir de “Anadolu Kültür Bahçesi” projemiz vardı, 81 ilin tanıtıldığı bir kültür bahçesi hem Türkiye’nin hem de Ankara’nın tanınmasında büyük bir etken olacak bir proje.
Kış turizmi, kültür turizmi, termal turizm gibi çok çeşitli turizmin gelişebileceği potansiyele sahip bir yer Ankara. Ancak bu potansiyel değerlendirilmiyor. Cumhuriyet’in Başkenti Ankara’nın, herkesin gıpta ettiği bir kent olması gerekirken, bizler hala alt yapı, su, ulaşım gibi en temel sorunları bile çözülmemiş bir kentte yaşıyoruz, bunları tartışıyoruz. Oysa ki bu sorunlar çözülmeden zaten marka kent olmaktan söz edemeyiz.”
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2010
BAŞKENT’in gözleri geçen hafta önemli bir toplantının üzerindeydi. Ankara Turizm ve Tanıtma Konseyi Toplantısı vali Alaaddin Yüksel’in başkanlığında toplandı. Toplantının, Başkent’teki turizm atağının ilk hamlelerinden biri olmasının yanısıra bir önemi daha vardı. Gazi Üniversitesi, konsey için bir rapor hazırladı.
Vali Yüksel’in, “Artık Ankara’nın bir turizm planı var” diye tanıttığı planda bir çok önemli vurguya yer veriliyor.
Planda, Ankara’nın zayıf yönleri arasında metro altyapısının yetersiz olması sayılıyor.
Bundan kasıt şüphesiz Gökçek yönetiminin tamamlamayı başaramadığı Çayyolu, Sincan ve Keçiören metroları. Planda ayrıca toplu ulaşımın dolmuşlarla sağlanması da eleştiriliyor.
Başka ne var?
Sokak heykellerinin yetersiz olması.
Heykelleri depolarda çürümeye terk etmiş, ilk göreve geldiği günden itibaren heykellere yönelik negatif tavrını hiç gizleme gereği hissetmemiş bir başkana sahipken başka türlüsü mümkün olabilir miydi?
Bir şey daha diyor plan:
“Ankara’nın gece hayatı canlı değil.”
Gece saat 24.00’dan sonra toplu ulaşım imkanının olmamasının bu gece hayatının cansızlığındaki pay nedir?
Bütün bunlar alt alta yazıldığında turizmde hamle yapmak için öncelikli olarak yerel yönetim anlayışının değişmesi zorunluluğu daha kolay anlaşılıyor.
Son bir not:
Planda Başkent’in güçlü yönleri sayılırken, Beypazarı ilçesi en sıralarda yer aldı.
Eski Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın döneminde yaptığı hamleler sayesinde bir ilçe tüm kenti sollayarak turizmdeki güçlü yön konusunda lider oldu.
Belki de mevcut yerel yönetim bunun nasıl sağlandığını incelemeli, alması gereken dersleri almalıdır.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2010
BU köşede geçen hafta yer alan “Minibüsçülere diz çökmeyin” başlıklı yazıya sadece bir tek minibüs şoförü içerlemiş.
Ne odadan bir ses var, ne de valilikten.
Babasıyla birlikte Ankara’da 50 yıldır minibüsçülük yaptığını anlatan Tevfik Aslan belli ki yazımdaki “minibüs ağaları” ifadesine çok kızmış:
“Ne babam ne de ben ağa sıfatı taşıyoruz. Ağalar gibi de yaşantımız yok. Siz bizlerin aile yaşantısını araştırdınız mı veyahut bizlerin nasıl bir aile yapısına sahip olduğumuzu biliyormusunuz ki biz minibüs sahiplerinden ağa diye bahsedip bizleri toplum nezdinde şatafatlı şaşalı lüks konutlarda veya villalarda görkemli bir hayat sürüyormuş gibi lanse ediyorsunuz?”
Aslan, benim yazımda yer almayan; “lüks konutlar, villalar, görkemli hayatlar” gibi ağalık tanımının altını “kendince” dolduran ifadeler kullanmış.
Yazımı “araştırılmadan yazılmış, insanları aşağılayıcı” bulduğunu söylüyor.
Minibüslerin 50 yıllık geçmişi olduğunu ve bu nedenle “gel-geç” ifademin yanlış olduğunu vurguluyor.
Her meslek dalında olduğu gibi minibüsçüler arasında da “çürük elmalar” olabileceğini, bunun da hukuk ve yasalar çerçevesinde temizleneceğini anlatıyor.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2010
ASKİ’nin bir çok konuda hayata geçirdiği olumlu çalışmalara rağmen halen Başkent’in çözülemeyen bir sorunu bulunuyor: Koku. Patrick Süskind’in “Koku” romanında anlattığı 1700’li yılların Paris’ini andıran bu sorun Akay Altgeçidi’nden, ODTÜ Kavşağına, Atakule Kavşağı’ndan Ahmetler’e kadar bir çok bölgede çok yaşanıyor. ASKİ Genel Müdürü Kamil Kılıç’ın iki yıl önce söz vermesine karşın bu sorun hala aşılabilmiş değil. NE zaman Akay Altgeçidi’nden geçsem, ki bu her sabah oluyor...
Ne zaman ODTÜ kavşağından geçsem, ki bu da her akşam oluyor...
Tek bir şey geliyor aklıma.
Patrick Süskind’in “Koku”su.
Arşive baktım 17 Eylül 2007’de, Başkent’in öngörülebilir kuraklığa öngörülemeyecek basiretsizlikle yakalandığı o günlerdeki bir yazıyı gördüm.
Şöyle yazmışım:
“Süskind’e göre, ‘caddeler gübre, avlular sidik, merdivenler çürümüş tahta ve sıçan yağı’ kokardı. O yıllarda Paris’in ırmakları, meydanları, kiliseleri ve köprü altları da kokardı. Hatta ‘bütün soylu tabaka, kral bile’ kokardı. Muassır medeniyet hedefindeki Türkiye’nin Başkenti ile 1700’lerin Paris’ini buluşturan da bu özelliği işte.”
Yazının üzerinden bir kaç gün eksik olmakla birlikte üç koca yıl geçmiş.
Üç yılda Ankara su idaresi konusunda çok yol aldı. Artık Kızılırmak’ın endüstriyel suyuna muhtaç değiliz.
KÖTÜ BİR KARABASANDI
Kızılırmak, hafızalarımızda, haftalar önce gördüğümüz bir karabasanın, tüyleri diken diken eden ürpertisi gibi silikleşmiş bir iz bıraktı.
Tabi bir de devletin harcama kalemlerinde bol sıfırlı rakamlar.
Ama artık ASKİ, derelerdeki suyu bile hayatımıza katıyor, su yönetimi konusunda ciddi adımlar atıyor.
Ankara Hürriyet’in dünkü sürmanşetinde ASKİ Genel Müdürü Kamil Kılıç’ın Başkent’in iki yıl yetecek suya sahip olduğu yönündeki sözlerini okudunuz.
Kılıç, bu konuda Ankaralıların hakkını da teslim edip, vatandaşların tasarrufa alıştığını belirterek, yaptıkları alt yapı çalışmalarını anlatıyor.
Bunlara hiç itirazım yok.
Ancak bu olumlu adımları atan ASKİ’nin kentin koku sorununu çözememesini insan zihni almıyor.
Bundan iki yıl önce, bir Ramazan akşamı, iftarda biraraya geldiğimiz Kılıç ve ekibine aynı şikayetleri iletmiştik.
Notlarını almışlar, koku sorununun çözüleceğini söylemişlerdi.
Geçen süreye karşın Başkent’te kokan noktaların sayısı azalmadığı gibi, insan burnuna “soluk aldırmayan” bir yoğunlukla kentin tüm tünel ve kavşaklarını dolaşan hain bir virüs haline geldi bu koku sorunu.
İşte ben de ne zaman kavşaklardan geçsem Süskind’in Jean-Baptiste Grenouille’ini hatırlıyor, burnumdan başlayan mide bulantısıyla karışık, tüm vücuduma yayılan bir ürpertiyi yaşıyorum.
ASKİ yönetiminin, Patrick Süskind’i unutturmayan bu “çabasını” takdirle mi karşılamak gerekir, yoksa bir Başkent’in neden bu kadar kötü koktuğunu bir kez daha mı araştırmak gerekir karar sizin olsun.
Ama ben, Süskind’in bir heykelini dikelim de, kentteki unutulmazlığını pekiştirelim derim.
Veysel Eroğlu’nun burnu
BU yazıda Ankara Çayı’na neden hiç değinilmediğini merak edenler için...
Eylül başında Yalçın Bayer’in köşesinde ASKİ’nin eski Genel Müdürü Şükrü Barutçu’nun konuyla ilgili bir mektubu yayınlandı.
Tarkan’a çıkışan “işinin ehli” Çevre Bakanı Veysel Eroğlu’nun “Üç yıl sonra Ankara Çayı’nda çay içeceğiz sözlerine” yanıt veren Barutçu şunları yazmıştı:
“Bir Ankaralı olarak bu açıklamadan son derece memnun olmakla birlikte yapılacak yatırımın ve harcanacak paranın heba olmaması için bu yatırımdan önce çaya kanalizasyon atıklarının akmamasını sağlamak gerekir. Çaya kanalizasyon atıkları akarsa derenin kenarında değil çay içmek yakın yerlerde evlerde kokudan oturmak dahi mümkün değildir. Bu durumdan iskan sahipleri senelerdir şikayetçidir. Yapılacak harcamanın boşa gideceği de aşikardır.”
Nedense Tarkan’a “uzmanlık” konusunda çıkışan Eroğlu’nun Barutçu’ya yönelik hiçbir açıklamasına rastlamadık.
“Herkes herşeye burnunu sokmasın” sözlerinin sahibi Eroğlu’nu burnunu biraz bu işlere sokmaya çağırmak gerekiyor. Örneğin acaba Eroğlu’nun burnu Meclis’in yanındaki Akay Geçidi’nden geçerken ne diyor?
Yazının Devamını Oku