22 Eylül 2006
Birlikte yaşadığınız adamların da baktığı, en sevdiğiniz kadın dergisinin kapağında muhteşem, incecik kadın bedenleri görüyorsunuz. Bu dergilerin son yıllarda verdikleri mesaj hep aynı: Sıkı rejim yapın? Neden? Kim koyuyor bu 90-60-90 vücut normunu?
Sylvette Giet "Özgürleşin! Bu Bir Emirdir" (*) isimli kitabında 2003 yılında bir mevsim boyunca incelediği "cinsiyete yönelik yayınlar"ı ele almış.
Yani cinselliklerini ön plana çıkartarak okuyucuya ulaşan yayınları. Anlayacağınız kadınlara ya da erkeklere özel dergileri.
Giet, incelenen gazete ve dergilerde, vücudun erotik sunumunun yüceltildiğini vurguluyor ve onu ticari tüketime tamamen açık hale geldiği mesajını veriyor.
Üstelik bu dergilerin ve gazetelerin insan bedenine yönelik normları ve değer yargılarını kanun gibi belirleyip özgürleşmeyi çoğunluk tarafından kabul edilebilecek bir ahlak çerçevesinde yücelttiklerini söylüyor.
Giet’e göre gazeteler ve dergiler, artık duygusal olana ve aşka paha biçiyor. Nasılını görmek ve anlamak istiyorsanız, "Özgürleşin! Bu Bir Emirdir"i elinizden bırakmayın. 160 sayfalık kitap rahat okunuyor. İnsanı oldukça düşündürtüyor. Düşünmek istemiyorsanız daha iyi alternatifler var tabii ki. Erkekler için zayıflamaya devam!
(*) Sylvette Giet, Özgürleşin Bu Bir Emirdir, Dharma, 2006.
Cuma okur tavsiyesi
Eğer acı seviyorsanız, bol acılı tavuk seviyorsanız, Erol Taş gibi elinizin tersiyle ağzınızı silerek süper tavuk kanadı ve yanında buzzz gibi bira içmek istiyorsanız, bir de bunu 80’lerin dekorasyonunda ve 80’lerin unutulmaz müziklerini dinlerken yaşamak istiyorsanız size müthiş bir tavsiyem var. İstiklal Caddesi’nden aşağıya doğru iniyorsunuz, yakında tarih olacak Vakko’nun karşı sokağına giriyorsunuz ve sonuna kadar yürüyorsunuz. Karşınızda Birbuçuk.
Özellikle çok acı sevenler için buffola wings vazgeçilmez bir tat. En azından benim için özellikle yanındaki sosuyla. Ağzınız sulandı bile di mi? Afiyet olsun... (Şükran Kaya)
CUMA TAKINTISI
Uçuş 93’teki demokrasi dersi
Uçuş 93’te yönetmen Paul Greengrass’ın samimiyetini çok beğendim. Film, 11 Eylül 2001 günü teröristlerin kaçırdıkları dört uçaktan birini, San Francisco’ya giden UA 93’te düşene kadar geçen olayları anlatıyor.
Kaçırılan yaklaşık 40 Amerikalı, umutsuz bir bekleyiş içinde yakınlarını telefonla arıyorlar. O arada biz onların yakınlarının gözünden Dünya Ticaret Merkezi’ne iki uçağın çarpmasını izliyoruz. Daha sonra kaçırılanlar "kaçış yok" duygusu içinde bir araya gelip, teröristlere yönelik bir saldırı planı yapmaya başlıyor. Ve sonra Rambo, Zor Ölüm gibi filmlerde, bir kahramanla dünyaya hakim olan Amerikan devletinin çaresizliği, şaşkınlığı...
Uçuş 93’te en çok sevdiğim nokta da bu oldu. Greengrass, bir kahraman yaratmamış, aksine olaya tamamen tanıklık etmiş. Amerikalıların olayın ilk saatlerinde hiçbir şeye hakim olmadıklarını çok net olarak ortaya koymuş.
Bir de Greengrass (bu arada senarist de kendisi), olayın hala tartışılan, karanlıkta kalan noktalarını karanlıkta bırakmayı ihmal etmemiş. Son sahnelerde birkaç sembolik anlatım var, onlar da eksiklikleri tamamlamaya yetmiyor.
Uçuş 93’ü izlediğinizde kaçırılanların terörislere saldırı kararı verdikleri sahneye dikkat edin. Amerikalılar o arada derede bile saldırı kararını vermek için oylama yapıyorlar. Demokrasiyi içine sindirmek de böyle bir şey herhalde ne dersiniz?
Bu hafta Uçuş 93’ü kaçırmayın derim.
CUMA İTİRAFI
exyoungarchitect; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 27; İl: İstanbul
1,5 yıldır süren evliliğimde öğrendiklerim: 1) Evlilik başlayınca aşk biter. 2) Bekarken geçirdiğinizden çok daha fazla yalnız başınıza zaman geçirirsiniz. 3) Erkeklerin hiçbir şekilde memnun edilmesi mümkün değildir. 4) En modern erkek bile sizinle aynı zorlukta bir işte çalışmasına rağmen mükemmel bir ev kadını olmanızı bekler. 5) Hayatınızın aşkı, mükemmel adam, mükemmel eş diye bir şey yoktur. Tanıdığım herkese evlenmemesini tavsiye ediyorum.
Yorum: 1,5 yıllık bir evlilikten yola çıkarak itirafçımız nasıl anti- evlilik misyoneri oldu anlamak güç! Beyefendinin işkence yöntemlerini merak ettim doğrusu.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2006
14 Eylül’de Yılmaz Özdil, Sabah’taki köşesinde "İki fakülte" başlıklı bir yazı yazmış. Kısa bir süre sonra bu yazı internete düşmüş, internetin anarşik ortamında da Yılmaz Özdil isminden kopartılıp değişik ortamlarda seyahat etmeye başlamış.
Bir okurum da yazıyı o halde bana "forward" etmiş. Ben de bu yazıyı, okurum yazdı sanıp "Çifte standart" başlığıyla salı günü Kelebek’teki köşemde yer vermişim.
Yılmaz Özdil de çoğunlukla okuduğum yazarlardandır ama o gün, kader ağlarını örmüş ve yazısıyla bir yerlerde buluşamamışım işte...
Aslında internetten alıp köşeme koyduğum yazı sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Nedeni de aynen salı günü düştüğüm durum. İnternet çok anarşik bir ortam, kime, neye inanacağını bilemiyor insan.
"İki fakülte" yazısında da beni yanıltan, şehit düşen gencin Bahçeşehir Üniversitesi mezunu olması oldu... Nedense bu bağlantı nedeniyle yazının daha "kişisel" bir yazı olduğunu algıladım.
Beklendiği üzere çarşambanın ilk ışıkları ile birlikte hatamı yüzüme vurma fırsatını kaçırmayan yüzlerce internet anarşisti posta kutumu bombardımana tuttu. Bu sayede bir kez daha Hürriyet’te yazmanın ne kadar zor olduğunu düşünüp şöyle bir silkindim.
Gelen e-postalardaki üslup farkı gözle görülecek şekilde ayrışıyor. Oturdum gelen e-postaları tek tek okudum ve kategorize ettim. İnternet anarşistlerini sistematize etmenize yarayabilir diye her kategoriyi temsilen örnekleri sizle paylaşıyorum.
8 Hafif aşağılamayla ayıplayanlar
* Okuyucunuzun adı Yılmaz Özdil miymiş? Bir gazeteye bir de size yazıyor herhalde. Ayıp, insan biraz gazete okur ya. (R. Tamer)
* Acaba siz bir yazar olarak, diğer gazetelerdeki meslektaşlarınızı takip ediyor musunuz? Bu yazıdan anlaşılıyor ki, hayır. Çünkü eğer Sabah’ta yazan sayın Yılmaz Özdil Bey’in köşesini takip ediyor olsaydınız, bu hatayı yapmazdınız. ’Saygılar, iyi çalışmalar... (Soydan Genç)
8 Dalgasını geçip sevinenler
* Okurunuz (Ahmet Fatih Akdoğan) anlaşılan iyi bir ’intihalci’. Sanırım iyi bir medya takip danışmanına ihtiyacınız var. Saygılarımla. (Mustafa Sarıoğlu)
* Hocam kötü tongaya düşmüşsünüz. Okurumdan dediğiniz Çifte Standart isimli yazı Sabah yazarı Yılmaz Özdil’in yazısıdır. Bilginize. (Murat İlhan)
* Okurunuz maalesef Yılmaz Özdil’in yazısından olduğu gibi copy-paste yapmış. Demek ki neymiş; okur copy-paste yapabilir, ama her zaman kontrol etmek ve gazeteleri de okumak gerek. (Serap Ateş)
8 Gelinim sen anla’cılar
Okurunuz Sabah Gazetesi yazarlarından Yılmaz Özdil’in 14.09.2006 tarihli "İki fakülte" başlıklı yazısının aynısını göndermiş. Bu konuda ne yapabilirsiniz bilmiyorum ama fikir hırsızlığı kötü bir şey. (Marla Singer)
8 Şüpheciler
Bu yazı Yılmaz Özdil tarafından kaleme alınmıştır. Acaba okurunuz mu kendisinden alıntı yaptı yoksa Yılmaz Özdil mi? Herhalde okurunuz yazının kaynağını belirtmeyi unuttu. (Şenay Dinçer)
8 Durum tespitçiler
Okuyucunuz Ahmet Fatih Akdoğan’ın alıntı yaparken en temel nezaket kuralını bile çiğneyerek sizi de yanılttığı görülmektedir. (Uçar Sayıl Gündem)
8 Adalet dağıtıcılar
Yoğun iş temponuz arasında Sabah Gazetesi’ni okuyamadığınızdan kaynaklandığı için dikkatinizden kaçan bu yazıyı kendisininmiş gibi gösteren okuyucunuzun yaptığı hatayı köşenizde düzelterek meslektaşınıza yapılan haksızlığı önleyeceğinizi umar, saygılar sunarım. (Hidayet Üney-Ukrayna)
8 Çorbada tuzum’cular
Okurunuzun gönderdiğini sandığınız yazı Yılmaz Özdil’e ait. Muhtemelen size zaten bunun için bugün bir sürü mail yağacak ama çorbada tuzum olsun istedim. (Pınar Kın)
8 Özür dile’ciler
Ali Bey, okuyucularınızın mail’ini okumadan önce gazeteleri okumanızı önererek, Yılmaz Özdil’in 14 Eylül tarihli "İki Fakülte" yazısına istinaden köşenizde bir özür yayınlamanızı bekleriz. (Bülent Yusuf Can)
Bir an önce yaptığınız bu hatayı düzeltmeniz dileğiyle, iyi çalışmalar. (Sinem Saltık)
8 Kasedin çıktı, yandın’cılar
Aman Hocam, ne yaptın! Bu yazı kelimesi kelimesine geçen gün Sabah Gazetesi’nde Yılmaz Özdil’in dedikleri... Yandın... (Levent Ünen)
Başka isteği olan var mı
Nasıl ama, iyi bir sınıflandırma değil mi? Bu arada yazıyı bana forward’layan okuruma da bir mesaj atıp durumu açıkladım. Aynen şu mesaj geri geldi: "Bana bu yazıyı arkadaşım yolladı. Çok hoşuma gittiği için herkese yolladım. Kaynağını bilmediğim için isim yazmadım. Ayrıca size başarılar dilerim." (Ahmet Fatih Akdoğan)
Sevgili Özdil’i de arayıp, "kusura bakma, internet gazisi oldum" dedim, gülüştük. Başka bir şey yapmamı isteyen var mı?
Tırtıl
Geç adam adına bir değer kat! (A.Carnegie)
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2006
İslamcı entelektüel(!) Ali Bulaç, radikal islamın yayıcılarından Mısırlı Seyyid Kutub’un idam edilişinin 40. yılını anmak üzere düzenlenen törene konuşmacı olarak katılmış ve şöyle demişti: "Bugün bilgi çok kolay ve ucuz ulaşılabilir bir hale geldi. Tıpkı modern kadın gibi. Modern kadına da bilgi gibi çok kolay ulaşılabilir."
Hande Ataizi de Vatan’dan Sanem Altan’a verdiği röportajda geçmişte yaşadığı bir olayı şöyle anlatmış:
Mert’le (İncekara) 2 yıldır beraberiz. Ama 6 yıl önce "one night stand" yaşadık. Partiden çıktım, çok kötüydüm. Bir tarafımda Didi, bir tarafımda Uğur... Kavga kıyamet. Bir delikanlı arabasının camını açtı, "Yardım edebileceğim bir şey var mı?" dedi. Ben de "Sağa çek, 3 dakika içinde geliyorum" dedim.
Ali Bulaç’ın söyledikleri de, Hande Ataizi’nin yaptıkları da "hastalıklı" şeyler gibi geliyor değil mi?
Bana Ali Bulaç’ınki çok hastalıklı, Hande Ataizi’ninki çok daha az hastalıklı geliyor.
Ataizi’nin hastalığı, bu kadar mahrem şeyleri medya önünde çoluk çocukla paylaşmasından kaynaklanıyor. Yine de Ali Bulaç gibi samimiyetsiz değil, hiçbir şeyi genellemeyip, yaşadıklarını samimi bir şekilde itiraf etmiş.
Üstelik Hande Ataizi’nin söylediklerini okuduktan sonra bile ne Hande Ataizi’ne ne de modern kadına "bilgi kadar kolay ulaşılabildiğinin" düşünülmesi mümkün...
Okuyun bir daha Ataizi’nin itirafını... 3 dakikada kolayca ulaşılan taraf erkek değil mi?
Eğer Ali Bulaç inanmıyorsa, bir arabaya binip Hande Ataizi’ni takip etsin ve camı açıp ona "Yardım edebileceğim bir şey var mı" desin bakalım. Sizce sonuç ne olur? Kızlaaar! Aranızda 3 dakikada Ali Bulaç’a ulaşmak isteyen var mı?
Çifte standart
Bir okurum Tayyip Erdoğan’ın yaşadığı zihinsel çifte standardı bir örnekle çok güzel anlatmış. Çok beğendim. Paylaşmadan duramayacağım:
Zeki Burak Okay. Bahçeşehir Üniversitesi’ni bitirdi. ABD-Ohio’da Kent State Üniversitesi’nde master yaptı. Kaç fakülte etti? İki fakülte. Asteğmendi. Hakkari’de şehit düştü. Annesi, o acıyla, devlete "Hakkımı helal etmiyorum" dedi. Aradı mı Başbakan, başsağlığı için? Aramadı.
Ne dedi? Gazeteler yazdı, oradan öğrendik: "Bunları mı dinleyeceğim ben, askerlik yan gelip yatma yeri değildir!"
Bayram Ali Öztürk. İmamdı. Camide öldürüldü. Ne dedi Başbakan: "İki fakülte mezunu bir hoca öldürülüyor, ailesine en ufak bir başsağlığı yok. Bunlar hassas konular. Temennimiz odur ki, bunlar objektif şekilde değerlendirilsin."
Benim temennim de şudur ki... YÖK toplansın, objektif şekilde değerlendirerek "Başsağlığı dilenecek fakültelerin" listesini yayınlasın. Bilelim, hangisi hassastır, hangisi değil.
Dün de mesela, 10 insanımız gitti. Aralarında fakülte mezunu yok. Biri zaten, bebe... Bir yaşında. YÖK karışamaz bu durumda. Ulemaya mı sorsak acaba? (Ahmet Fatih Akdoğan)
Huggies’in başarısının nedeni
HTP Exclusive’in "Reklam Algı Endeksi" araştırmasına göre geçen hafta en fazla anımsanan reklam Coca-Cola kola makinesi (yüzde 8,9)... İkinci sırada yüzde 7.9’la Turkcell (Selocanlar yüzde 75 indirim), üçüncü sırada ise yüzde 7 ile Arçelik çift soğutuculu buzdolabı reklamları var.
İlginç olan bebeklerin kullanıldığı Huggies reklamının sessiz sedasız, hem de diğerlerine göre daha az reklam yatırımıyla, beşinci sıradan listeye girmesi.
Hadi bakalım söyleyin bu reklamın akılda kalmasının nedeni hangisi? Bebekler mi yoksa askerler mi? Türkiye hangisini çok sever? Bildiniz; her ikisini de... Anlatabildim değil mi?
Reklam anımsama ligi
İlk 10 reklam (yüzde)
Coca-Cola(Kola makinesi)8.6
Turkcell(Selocanlar)7.9
Arçelik(Çift soğutmalı)7
Arçelik(Makas)5.9
Huggies(Asker brifing)5.4
Akbank(T. gücü)4.2
Coca-Cola(Light-alkış)3.5
Molfix(Bebek bezi)3.4
Renault Clio(Çocuk)3.4
Sütaş(Yiğit)2.7
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2006
GEÇEN yıl hem devlet üniversiteleri tıka basa dolmuştu, Vakıf Üniversitelerinde de üç beş boş kontenjan kalmıştı. Bu yıl Vakıf Üniversitelerinde 7934 boş kontenjan kaldı.
Bunun nedenleri üzerine, "aşırı genelleme" hatasına düşüp yorum yapan yapana. Yok efendim Vakıf Üniversiteleri çok kazık atıyormuş, öğrenciyi "yolunacak kaz" gibi görüyormuş, eğitime öğretime önem vermiyormuş..
Bu yorumculara şunu sormak istiyorum: Niye "parasız olmasına rağmen" devlet üniversitelerinde de 7.724 boş kontenjan var?
Demek ki boş kontenjanların altında genel olarak "sistem değişikliğine" dayalı bir neden var. Bunun böyle olduğu da ek kontenjan yerleştirmesi sonucunda kanıtlanacak.
Üstelik üniversite, bölüm ve program ayrıntılarına girildiğinde de boş ya da dolu kontenjanları yaratan çok farklı nedenleri görmek de mümkün. Örneğin "yerleşim yeri faktörü".
Öğrenciler şehir merkezine yakın yerlerde okumak istiyor. Yollarda telef olmak istemiyor.
Bahçeşehir Üniversitesi’ni Bahçeşehir Belediyesi büyük bir başarıyla (!) Beşiktaş’a gönderdi, Üniversite kontenjanı bu yıl tavan yaptı. (Türkiye’de her köy, her kasaba, her belediye "bize de üniversite bize de" diye inlerken, bir Üniversite’yi başarıyla çevresinden uzaklaştırmayı başardığı için Bahçeşehir Belediye Başkanı Kemal Aydın’ı tüm kalbimle kutlarım).
Bazı bölümlerde ise gözle görülen bir toplum ilgisi azlığı var. Örneğin Avrupa Birliği İlişkileri. Bu 4 yıllık bölüm Bilgi Üniversitesi İşletme Fakültesi ve Bahçeşehir İşletme Fakültesi’nde, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olma hedefi doğrultusunda büyük umutlarla açıldılar. Geçen yıl dahil de hiçbir kontenjan sorunu ile karşılaşmadılar. Topladan bu yıla bakalım.
Türk gençlerinin ya da onların ailelerinin artık Avrupa Birliği’nden bir gelecek görmedikleri çok açık.
Peki Türkiye nasıl bu hale geldi? Başbakan Tayyip Erdoğan sadece bu sonuca bakıp AKP’nin Türkiye’ye ne ettiğinin farkına varırsa çok iyi olur diye düşünüyorum.
Bir de artık bir takım olgulara neden ararken aşırı genellemeden kaçınmak gerektiğini. Hele de sorun üniversiteyi ilgilendirince komik duruma düşülüyor.
Az kár çok iş dönemi
BAZI işletmeler hala Türkiye’de yaşanan ekonomik dönüşümün farkında değil.
Hala "Az kár çok iş" dönemine geçildiğini anlamamakta direnenlerin sayısı oldukça fazla. Öyle bir mal satayım, "bir voli" vurayım, yüksek karla köşe döneyim devri kapandı.
Şimdi akıl devri, çok iş yapma, verimlilik, doğru pazarlama devri, markalama devri, tüketiciyi, müşteriyi doğru anlayıp sineğin yağını çıkarma devri.
Tabii ki bir de marka ve fiyat ilişkisini çok iyi anlama devri.
Bu devirde kar oyununu kazanmak isteyen mutlaka ve mutlaka zeki fiyatlama yapıp ve zeki markalama yapmak zorunda.
Markaları fiyattan bağımsız birşey sananlar yanılıyor. Marka denen şey hedef kitle, ürün, fiyat ve mesajın birleşimi.
Fiyat indiriyorsanız kendinize "Ben ne yapıyorum?" diye mutlaka sorun?
Çünkü yeni fiyattan başınıza üşüşecek yeni müşteriler ve düşük fiyat algısı bir süre sonra sizi asla aynı şekilde algılatmaz! (Bakınız bir süre önce ölümcül fiyat indiren dergilerin durumu)
% 5 ile % 25 oranında fiyat arttırıp hala aynı oranda satıyorsanız da emeği geçenleri kutlayın. Gerçekten marka olmayı başarmışlar, yeni döneme uyum sağlamışlar. Nokta.
"3’ü 1 arada" da "aroma" savaşı
HAZIR kahvede "3’ü 1 Arada" konseptini Nestle’nin Nescafe’si çıkardı. Daha sonra Ülker Cafe Crown’la Nescafe’yi taklit etti.
Daha sonra Cafe Crown fındık ve karamel aromalı "3’ü 1 Arada" çıkararak kategoriyi şöyle bir salladı.
Daha sonra Nescafe Cafe Crown’u taklit edip Çikolata, Fındık ve Badem aromalı "3’ü 1 Arada" ları piyasaya saldı.
Daha sonra...Daha sonrası yok. Gençler kahve kategorisinde yenilikleri tuttu. Bu nedenle de bu kategoride "aroma" savaşı kıran kırana devam edeceğe benziyor.
Ancak gözden kaçırılmaması gereken bir şey var. Sürekli taklitçilikle suçlanan Ülker (suçlayanlar arasında ben de varım) bu örnekte Nestle tarafından taklit edildi.
Kabul ediyorum, Sezar’ın hakkı Sezar’a, "3’ü 1 Arada"yı bulan Nescafe. Bu müthiş bir yaratıcılık..
Cafe Crown’un kategoriyi genişletmesi ise yenilikçilik. Ülker bir yerden başlamış görünüyor, haydi hayırlısı..
Çekirgelik
Yaşlanmak asla üzücü değildir ama yaşlı olduğunu hissetmek üzücüdür. (Kenny Rogers)
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2006
ARÇELİK Genel Müdürü A. Gündüz Özdemir’den Arçelik reklamları ile ilgili yaptığım yorumlara uzun bir yanıt geldi. Özetle Özdemir, Çelik ve Bekçi Sırrı’lı iletişimin 3 yıl başarı ile devam ettiğini, 3’üncü yılın sonunda araştırmalarda kanıksanmadan dolayı bir düşüş görüldüğünü, tüketicilerin bu formattan sıkıldığının saptandığını belirtiyor. Çelik’in ve Bekçi Sırrı’nın ağırlıkla fabrikada geçen hayatı bu yüzden sonlandırılmış ve tüketiciler ile daha yakın bir ilişki kurmak yönünde yeni bir strateji oluşturulmuş.
HTP’nin "Reklam Anımsanma Ligi" sonuçlarında Arçelik reklamlarının anımsanma düşüş trendini (satış demedim) ise değerli dostumuz Gündüz Özdemir şöyle açıklamış:
"Sn. Prof. Dr. Ali Atıf Bir’in yorum yaparken gözden kaçırdığını düşündüğümüz 2 önemli nokta vardır.
1. 2006 oranlarının en yüksek olduğu Nisan-Mayıs dönemleri, Bekçi Sırrı’lı değil yeni oyuncular ile Arçelik reklamlarının devreye girdiği dönemdir.
2. Yaz ayları, özellikle Temmuz ve Ağustos, TV izlenme oranlarının en düşük olduğu aylardır. Dolayısıyla, bu tür araştırmaların sonuçları incelenirken geçmiş senelerin aynı dönemleri ile karşılaştırma yapılmalıdır."
Daha sonra Özdemir, Arçelik’in araştırmalarına dayanarak yeni kampanyanın sonuçlarını vermiş: "3 aylık bir sürede önceki 3 yıllık Çelik/Bekçi Sırrı kampanyası ile aynı beğeni skorlarını yakalamış ve hatta geçmiştir. 2005 yılı sonunda ortalama yüzde 58’e düşen reklam hatırlanma oranımız yeni kampanya ile ortalama yüzde 70’e çıkmıştır. Doğru marka ile hatırlanma oranımız ise yüzde 40’tan yüzde 58’e yükselmiştir."
Ve de asıl demek istediğini şu paragrafta söylemiş: "Reklam performansında, reklam hatırlanması kadar iletilen mesajın, tüketicilerde marka ile ilgili yarattığı algı da çok önemlidir. Sn. Prof. Dr. Ali Atıf Bir bu konuları da aksettirme ihtiyacı duymamış. Keza bir reklam kampanyasındaki tüm bu bileşenler, stratejik amaçlar bir tek sanatçı ile yani Sn. Şafak Sezer’le ilişkilendirilemez."
Gördüğünüz gibi şimdi de bana yanıt hakkı doğdu. Arçelik’in daha önceki aylardaki sonuçlarını vermedim. Çok benzer sonuçlar olduğunu biliyorum. Çünkü HTP’nin "reklam-algı" endeksini yıllardır her hafta sıkı sıkı takip ediyorum. Talep edildiğine göre vermek şart oldu. Hem de Arçelik’in daha da lehine olsun diye hatırlayan kişi sayısına göre değil, hatırlanan reklamlar içinde Arçelik’in payına göre...
Tabloyu incelediğinizde göreceksiniz ki her iki yılın aynı aylarında da eski yeni kampanyanın anımsanma skorları farklı. Azalma var ancak bir yükseliş trendi de görülüyor. İsterseniz bu tartışmayı bir üç ay keselim.
Üç ay sonra verilere göre yeniden Arçelik’in Şafak Sezer’i bırakma kararı doğru muydu yanlış mıydı tartışalım. Çelik-Bekçi Sırrı konsepti içinde Şafak Sezer’in rolünü de küçümsemeden ama...
Anımsanma (recall) tabii ki iletişimden davranışa giden yolda etkiyi sağlayan tek değişken değil. Ama araştırmalar bize zihinsel süreçler içinde tanıma (recognition) ile birlikte en önemlisi olduğunu söylüyor.
Pazarlama iletişiminden satışa giden yolda da sonucu etkileyen tek araç reklam değil. Bunun dağıtımı, fiyatı, ürünü, rakibi, konjonktürü var. Ama "kaldıraç" reklamsa, satışta azalma ya çoğalmayı tartışmaya başlamanın zamanı değişimden sonraki altı aydır... Bekleyelim, görelim.
Niye Far Coast
COCA-Cola, Far Coast markası ile kahve işine giriyor. Hiç düşündünüz mü niye Coca-Cola değil de Far Coast?
Niye Coca-Cola gibi, dünyanın o olmazsa "kalsın" dediği bir marka genişletilmiyor da yeni bir marka Far Coast?
Yapardı şöyle ortaya karışık bir Coca-Cola Tiryaki, millet de peşinden koşardı değil mi?
Ama Coca-Cola Company gazozuna ayrı marka koyuyor (Sprite), sarı gazozuna ayrı (Fanta)... Oysa Coca-Cola Beyaz ya da Coca-Cola Sarı Kız ne yakışırdı değil mi?
Ya Coca Cola Company’nin suyu Turkuaz’a Coca-Cola Sebil dense daha iyi olmaz mıydı? Ya da meyve suyuna (Cappy) Coca-Cola yüzde 100 Meyve dense? Powerade’de de Coca-Cola Sporcu Motoru ne yakışırdı ama!
Ama Coca-Cola ısrarla bu tür marka genişlemeleri yapmıyor. Coca-Cola’nın "kola" algısını itinayla koruyor. Bastırıyor parayı yeni marka yaratıyor...
Çünkü marka yaratmada kategori odaklanmasının önemini biliyor. Bu nedenle de Coca-Cola bugün dünyanın en değerli markası... Değerini söyleyeyim. Hemen hemen bizim milli gelirin dörtte biri... Yaklaşık 80 milyar dolar.
Rakıcılar kendilerini cep telefonu sanıyor
KISA bire süre önce Vahap Munyar da köşesinde değinmişti. Rakı kategorisi özelleşti, rakı markaları daha markalaşma süreçlerini tamamlamadan yeni ürün çıkarma konusunda çıldırdı.
Yaş üzüm, üçüncü sürüm, beşinci boğum, önden sakızlı, arkadan tarçınlı... Yenilikler duracak gibi değil.
Sanki rakı satışında "kaldıraç" noktası yeni ürün geliştirmek. Yeni ürün geliştiren çok satacak, yeni ürün geliştiren pazar lideri olacak. Rakıcılar kendilerini cep telefonu kategorisinde sanıyorlar galiba. Rakı kategorisinde yok böyle bir özellik. Siz önce doğru dürüst sek rakı markası olmaya bakın... Üstelik rakı dağıtımında tartışmasız üstünlüğü bulunan büfe, bakkal, küçük marketin bu kadar rakı çeşidini taşıyacak rafı yok.
Görüşümüzü test edelim diye TNS Piar geçen ay 18 yaş üstü kır-kent Türkiye temsili 2000 kişiye "Aklınıza gelen üç rakı markası nedir?" diye sordu. Ham verileri alıp üniversitedeki araştırma laboratuvarımızda ağırlıklandırdık, analiz ettik.
İlk rakı markası tartışmasız hálá Yeni Rakı (yüzde 90.9), sonra sırayı Tekirdağ (yüzde 37.1) alıyor. Yırtan bir marka Efe (yüzde 31.9), yırtmaya aday marka ise Burgaz (yüzde 9.3). Tekel’in hálá rakı markası olarak algılanması ilginç. Başka da sorum yok.
Çekirgelik
İslam’ın şiddeti körüklediğini söyleyen Papa galiba kana susamış!
(İmza: Usame bin Ladin ve El Kaide)
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2006
Muharrem Kaşıtoğlu’nun "60’lar Hikaye, 70’ler Terane, 80’ler Şahane" isimli ilginç kitabını karıştırıyorum. Kendini 80 kuşağının bir üyesi olarak resmeden Kaşıtoğlu, önsözde 80 yıllara ait "kült ve efsaneleri" biraraya getirdiğini söylüyor. Bunu yaparken de "bir sosyolog, bir tarihçi, araştırmacı, akademisyen tavrıyla yaklaşmadım" diyor.
Doğrudur. Çalışmada kuramsal bir taban, toplumcu bir gözlem, akademik bir sınıflama çabası yok. Ama kitabın sistematik olmasa da, bir "araştırmaya" dayandığı kesin. Herhangi bir araştırma yapılmadan bu tür bilgiler toplanabiliyorsa bu yöntemi benim de öğrenmemde yarar var.
Kaşıtoğlu, 1980 kuşağının "popüler kültürüne" ansiklopedik bir giriş yapmak istemiş, bunda da başarılı olmuş. Hatta kitaptan 60 kuşağının, benim gibi 70 kuşağının (terane kuşağı yani!) da keyif alması mümkün. Çünkü 1980 kuşağını etkileyen popüler kültür malzemelerinin çoğu 70’ler hatta 60’lardan gelen malzemeler.
Önce 1960’lar ve 1970’lerden gelenlere bakalım: Çivit, necefli maşrapa, regülatör, tüpte şokella, Tipitip sakız, Facit hesap makinesi, Alaska Frigo dondurma, leblebi tozu, Kemalettin Tuğcu, tornet, Japon kale maç, Ayı Yogi, Ali Rıza Binboğa, Atilla Atasoy, Barış Manço, Cem Karaca, İlhan İrem, Ersen ve Dadaşlar, Shogun, Arı Maya, Atom Karınca, Vikinger, Jetgiller, Taş Devri, "Ahmet Bey’in televizyonu Schaub Lorenz", "Uy ezdin Ondulin’i", "Mintaksla canım Mintaksla", "Her genç kızın rüyası, Zetina dikiş makinesi", "Ho Ho Hoverr, süpürür döver, her yeri temizleyen hover, hover, hover!", "Kıskanç bayanlar eşinize Eros giydirmeyin", "Honki ponki tonino, çalına bimbo porino, muşi muşi popozo kozizo, şişi şiki şayne tikitak tok!" (Şenay söylerdi, biz de tempo tutardık!), "Küçük kız küçük kız söyle bana nerdeydin, dün akşam bekledik oynamaya gelmedin".
Ve 1980’ler: Şirinler, He-Man, Voltran, Tombi çerez, Diday diday day, Nikah Masası, Mastika, Ahu Tuğba, Nuri Alço, Şiki şiki baaa baaa, Ay lav yu ay lav yu du yu lav mi yes ay du, Hey Corç Versene Borç, Hülya Uğur, Ersin İmer, Bülent Karpat, Perihan Abla, break dans, acidci misin metalci mi, George Michael, Michael Jackson, Michael J. Fox, "uvak uvaak Liii kuupırrrrrrr", "Lavaş kiri, lavaş kiri, dünyanın sevdiği lavaş kiri", walkman, Cevat Prekazi, Fenerbahçeli Abdülkerim, kaleci Yaşar, vampirella, Maradona, Rıdvan Dilmen.
Ağırlıklı olarak 1980’leri etkileyen malzemelerle, önceki yıllara ait kült malzemeleri karşılaştırmak da keyifli değil mi? Valla sizi bilmem ama ben karşılaştırırken oldukça eğlendim.
(*) Muharrem Kaşıtoğlu, 80’ler Şahane, Birharf, 2006.
Böyle ABD Başkanı olur mu, insaf!
Size bir şey itiraf edeyim mi? Ediyorum... 24’ün üçüncü sezonunu da izledikten sonra, hiçbir aksiyon filmi beni kesmiyor. Yavaş geliyor, sıkıcı geliyor, demode geliyor. Alın size Fedai...
Belki 24’ü izlememiş olsam, "Fedai’nin konusu ilginç" falan deyip gidin diyeceğim, ama 24’ten sonra "Eh işte olsa da olur olmasa da olur" diyorum. Hem de Jack’im Bauer’im, çatal karam çingenem Kiefer Sutherland’in başrolde oynamasına, Michael Dougles, Kim Bassinger gibi devler filmin köşe başlarını tutmuş olmasına rağmen.
Film ikinci yarısında kısmen tempo daha hızlı, olaylar bir yere bağlanıyor, merak öğesi öne çıkıyor, ama yine de günün sonunda gizli servis çok yavaş çok. Teknoloji kullanımı sıfıra yakın, şaşırtıcı çözümlemeler sıfır. Bir de ABD Başkanı’nın karısı, Başkan’ı neredeyse Beyaz Saray’ın tam ortasında Gizli Servis’in baş aktörü ile aldatıyor, şalvarını da Oval Ofis’e asıyor. Bizim Başkan’ın boynuzlandığından haberi yok. Bu bilgiye bile sahip olmayan Başkan, dünyayı nasıl yönetiyor anlamak güç. Bu arada Fedai, romandan uyarlanmış ve romanı yazan eski bir gizli servis elemanı. Filmin başındaki siyah beyaz görüntülerden dönemin Carter dönemi olduğunu anlıyoruz. Carter’ın karısı başkanı aldattı mı kine?
İlhan İrem’le ilişkimi kestim, duyurulur
Kaşıtoğlu’nun kitabını karıştırırken 79’uncu sayfada karşıma İlhan İrem çıktı. Şöyle anlatmış Kaşıtoğlu İlhan İrem’i:
"70’li yıllardan 80’li yıllara gelen, gerçek anlamda efsane olan romantik adam! Şarkılarının yüzde 90’ı klasik olmuş, aradan 30 yıl geçmesine rağmen şarkıları hálá dillerde... "
Aynen öyle... Tabii ki hálá dillere destan şarkıları, tamamen yaptığı müziğin türü açısından söylüyorum, kafayı yemeden önceki şarkıları.
Niye tepkiliyim? Çünkü bir hayranı, 30 yıllık dinleyeni, fanatiği, peşinde koşanı olarak kendimi aldatılmış hissediyorum.
Yaşadığı "inziva hayat" tarzı beni hiç ilgilendirmiyor. Başka türlü yaşasa da ilgilendirmezdi. Ben onun şarkılarını seviyorum.
Bakın yaklaşık bir 10-15 yıldır İlhan İrem ne albüm yaptıysa bir umutla, eski İlhan İrem’i yakalamak için aldım.
Nerede görsem eski albümlerini bile yeni bir düzenleme falan yapmış mıdır diye almadan duramadım. Ama gelin görün ki, hep hayalkırıklığına uğradım. En son Cennet İlahileri’nde de aynı hayalkırıklığını yaşadım. Meraklısına Cennet İlahileri’ndeki parçaları süper "sound"un örnekleri olarak görülebilir. Ama eski İlhan İrem şarkılarını arayan beni bu "sound"lar kesmiyor.
"Bu kadar aldatılma, bu kadar hayalkırıklığı artık yeter!" diyorum ve İlhan İrem’le tüm ilişkimi kesiyorum.
29 Eylül’deki açıkhava konserini de çok samimiyetsiz buluyorum. Asla gitmeyeceğim, bundan sonra hiç bir albümünü almayacağım. Eski şarkılarını "dinlemem" diye bir söz vermem mümkün değil. Onlar hep i-pod’umda, hep başucumda olacak ve beni sazlıklarımdan havalandıracak.
CUMA TAKINTISI
Bu haftanın takıntısı Pınar Civelek isimli okurumdan. Pınar diyor ki: "Burger King’lerde 3.75 YTL fiyatla satılmakta olan çikolatalı dondurma ile sıcak olarak servis edilen "sufle"yi denemenizi öneriyorum. Ama adres veremiyorum çünkü çok sayıda şubesi var".
Demek ki neymiş? Bu hafta Burger King’teki "dondurmalı sufle"ye takıyormuşuz. Ben takıcam siz de takın.
(Cuma Takıntısı’na önerilerinizi bekliyorum.)
CUMA LAKIRDISI
"Tüm hayatın boyunca koyun olmaktansa bir günlüğüne aslan olmak daha iyidir". (Sister Kenny)
CUMA İTİRAFI
mikroboyut; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 29; İl: Samsun
Berat Kandili dolayısıyla televizyonu açmışız, huşu içerisinde güzel konuşmaları yapan hocamızı dinliyoruz. Görüntüde geçen altyazı: "Bu gece kimler affedilecek? Az sonra..." Bu işler de magazine düştüyse...
magirous; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 31; İl: İstanbul
Gezme merakıyla tanınan kayınvalidemin kandil gecesi programını nemli gözlerle izlerken yaptığı yorum: "Burası hangi camiymiş? Burayı da gezelim."
Yorum: 9 Eylül gecesi Berat Kandili nedeniyle televizyonlarda dini programlar tavan yaptı. İtiraf.com’da bir gün arayla iki kandil itirafının yapılmış olması, reytinglere yanlış diyenlere kapak olmaz mı? O yüzden ben de iki itirafı köşeme kapak yaptım zaten))
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2006
Gözden kaçan bir şey var. 7 Eylül Berat Kandili’ydi. Gelin o gece TV’lerde yayınlanan dini içerikli kandil programlarının reytinglerine bakalım...
RatingShare1.Kandil Duası Kanal 7 7.1021.502.Dosta Doğru Star5.8018.80
3.Kürsüden Gönüllere STV3.3010.004.Mevlit TGRT2.9010.105.Kandil Özel Kanal 72.809.40
6.Berat Özel STV 2.708.90
7.Mevlit TRT12.507.50
Bu sonuç 9 bin kişinin çalıştığı TRT’nin ölmüş olduğu anlamına geliyor.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2006
Cengiz Semercioğlu sanki reklamda çocuğu sadece Turkcell kullanıyormuş gibi, son reklam kampanyasında Turkcell’in çocuğu kullanmasını eleştirdi ve RTÜK’ün bu konudaki kurallarına yer verdi. Önce gelin neredeyse TRT döneminden bu yana yürürlükte olan ilgili maddeye bakalım:
19. madde; "İçinde çocukların kullanıldığı reklamlarda, onların yararlarına zarar verecek unsurlar bulunmayacak, çocukların özel duyguları göz önünde bulundurulacaktır."
İlgili yönetmelik ise şöyle diyor: "Çocukların doğrudan kullanmadıkları veya kullanamayacakları ürün veya hizmetlerin tanıtılmasında, çocukların yer aldığı ifade ve görüntülere yer verilmemelidir."
Yaklaşık 30 yıldır kim uyuyor bu kanunlara, yönetmeliklere... Türkiye’de bir yılda çekilen reklamların hemen hemen yarısında çocuk öğesi var. Bebek mi bezi alıyor da bebek bezi reklamlarında bebek var? Kaç çocuk kendi yıkanıyor da şampuan reklamlarında çocuk görüyoruz? Kaç çocuk kendi rızası ile süt içiyor?
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu maddeler yıllardır işlemeyen, işletilmeyen maddeler. Niye işlemediğini de kökten düşünmek lazım.
Bir çocuğun ürünü kullansın ya da kullanmasın reklamda kullanılması niye sakıncalı? Çocuk kullanınca "çocuk pornosu" mu yapmış sayılıyor reklamcılar?
"Ha çocuk, reklamda kullanınca duygular sömürülüyor" demek. Yanlış mı oldu? Sömürülen çocuk mu? Allah Allah niye ki? Reklamlarda sömürülen her şey bitti bir çocuk mu kaldı?
Bırakın böyle Marksist eleştiri kalıplarını. Çocuğun reklamda sömürüldüğü falan yok. Diğer insanlar, oldular, duygular ne kadar sömürülüyorsa çocuk da reklamlarda o kadar sömürülüyor.
Önemli olan çocuğu reklamda nasıl kullanıldığı. Herhangi bir reklama özel bir eleştiriniz varsa onu konuşalım. O reklamda çocuğun o haliyle kullanılmasının sakıncalı yönü varsa.
Örneğin çocuk reklamda annesinden babasından önce kalkıp mutfakta kahvaltı hazırlıyorsa, ocağa çay suyu koyuyorsa ve yangın çıkarma tehlikesi varsa... Diğer çocuklara kötü örnek oluyorsa...
RTÜK’teki kuralları harfi harfine uygularsanız televizyonda bırakın reklamı, program kalmaz. Hatta bizim köşeler bile.
Anlatabildim mi sevgili Cengiz Bey.
Ne Yazmıştım
Dün Fatih Çekirge’nin köşesinde "PKK’nın sinsi planını" okumuşsunuzdur. PKK, "Vatan sağolsun demiyorum" şeklindeki "trendi" güçlendirmek, askerliğe olan inancı zayıflatmak için ciddi bir plan uyguluyormuş. Böyle bir planı medyayı şöyle bir taradığınızda, çevrenizdeki birkaç kişiyle konuştuğunuzda kolayca sezebileceğinizi geçen salı yazmamış mıydım?. Aman dikkat tuzağa düşmeyelim!
Orta malı muhabbeti
Geçtiğimiz cumartesi, gece yarısından sonra elimde kumanda kanal kanal gezinirken, "Bunu Yayında Söyle"ye takıldım. Program güya programdan 45 dakika önceden kuliste başlıyor.
Cem Davran, Hande Ataizi, Pınar Altuğ, Arzu Yanardağ kuliste sohbet ediyorlar.
Cem Davran çok fazla sohbete girmiyor... Girmemesinde de fayda var. Çünkü sevgili Cem’in "aile" imajı, bu programın "konseptine" uygun değil.
"Nedir bu programın konsepti" derseniz, hafiften "Kız kıza orta malı muhabbeti" derim.
Hande Ataizi’nin sevgili sayısı, Pınar Altuğ’un sevgili sayısı, aldatmalar, boşanmalar, uyuşturucu kullanan kocayı boşamalar, Hande Ataizi’nin değişik şekillerde oturup verdiği frikikler.
Aslında bakarsanız kurmaca format gayet iyi, saati itibariyle de ’kırmızı noktalı’ program kuşağında yayınlandığı için isteyenin istediği muhabbeti yapmasında sakınca yok. Ama muhabbetin "orta"dan biraz daha "kenarlara" gelmesinde yarar olduğunu düşünüyorum.
"Orta"da kalacaksa Cem Davran’ın kendi imajı için bir kere daha düşünmesinde yarar var.
Kanal D’nin muhteşem filmi
Kanal D’nin açılış gecesi Dolmabahçe’de çok daha güzel oldu. Çok ferah bir ortamdı. Hiç kimse yiyecek içecek peşinde aç kalmadı. Kenan Doğulu’nın konseri muhteşemdi.
Muhteşem olan bir şey vardı ki o da Kanal D’nin tanıtım filmi. Biliyorum şimdi "Kendi grubunun kanalı" diye "mutfak konseptini" övdüğümü düşüneceksiniz.
Eğer sadece "basılı malzemeleri" gördüyseniz haklısınız. Basılı malzemelerden "mutfak konsepti"nin tadını almak çok mümkün değil. Ama tanıtım filmini izlerseniz konseptin televizyona ne kadar muhteşem uygulandığını göreceksiniz. Bu zamana kadar gördüğüm en iyi tanıtım filmi.
Başta İrfan Şahin olmak üzere, Rafineri Ajans’ta ve Kanal D Tanıtım bölümünde emeği geçen herkesi kutluyorum.
Not: 7 gün 24 saat Ah Polis Olsam için çalışıp beni unuttukları için de ayrıca bir kutlamayı da hak ediyorlar ama haydi kutlamayayım yanlış anlaşılır.
Tırtıl
Dersimizi her geçen geminin ışıklarından değil yıldızlardan almak zorundayız. (O. N. Bradley)
Yazının Devamını Oku