Bir şeylerin kaybolmakta olduğunu, kaybolduğunu ve kaybolacağını hiçbir şey güneşli bir kış günü kadar kuvvetli hissettirmez insana.
Güneş o kadar çabuk kaybolur ve karanlık o kadar çabuk çöker ki...
Altın saçlarını tarayan peri kızları çıplak ayaklarıyla öyle çabuk kaçarlar ki...
Tanrının kimi affetmeyeceğini düşünürsün.
Ve, kimin tanrıyı affetmeyeceğini.
Güneşli bir kış günü bir odada oturmak zordur. Hiçbir şey, bir şeylerin kaybolmakta oluşunu güneşli bir kış günü gibi kuvvetle hissettirmez insana.
Diri, berrak, vaat dolu bir aydınlık vardır dışarıda, pencereyi açsan seni sıcaklığıyla kucaklayacak gibidir.
Ve, onun bir-iki saat içinde, belki de daha çabuk kaybolacağını bilirsin.
Biraz oyalansan, sokağa çıktığında seni karşılayacak olan gölgeleri uzamış, soluklaşıp serinleşmiş bir kış akşamüstü olacaktır.
Bir daha ne zaman geleceği belli olmayan böyle bir aydınlığı çok çabuk elden kaçırma ihtimali telaşlandırıp huzursuzlaştırır insanı.
Ne yağmurlu bir günün içe kapanık hüznü, ne de bir yaz gününün sonsuz görünen ferahlığı vardır.
Ev insana dar gelir.
Güneşin altında ışıklı panolar gibi parlayan apartmanlara bakarsın, neredeyse hiç hareket gözükmez pencerelerinde.
Herkes gitmiş gibidir.
Aydınlıkla birlikte yalnızlığın artar.
Geçmiş, özlemler, kederli düşünceler...
Kış güneşinin çabucak kaybedilecek olacağını hissetmek bütün kaybedişleri hatırlatır.
"Ne zaman aklına eserse gel, ayda bir kere, yılda bir kere, ama tut beni".
Böyle bir cümle hatırlarsın.
Margaret Mazzantini’nin İtalya’daki bütün ödülleri toplayan kitabının, insanın içine neredeyse sürüklenerek zorla girip sonra bir daha oradan çıkmayan cümlelerinden biri, güneşte kıvrılan büyülü bir yılan gibi kıpırdar içinde.
Bir orospuyla bir doktorun aşkı.
Kış güneşi gibi olan ilişkilerden.
Çok parlak, çok şaşırtıcı ve çok çabuk kaybolacağı endişesiyle dolu.
"Vedalaştıktan sonra arkamdan koştu, sarıldı bana.
’Sana bırak beni dediğimde sakın beni ciddiye alma. Tut beni, yalvarırım, tut beni. Ne zaman aklına eserse gel, ayda bir kere, yılda bir kere, ama tut beni..."
Doktor, yıllar sonra komadaki kızının başucunda oturup ona anlatır bunları.
Aslında hepimizin anlatacağı ama anlatabilmek için "duymayacak" birine muhtaç olduğumuz hikáyelerimiz.
Kış güneşinin, saçlarını tarayan bir peri kızının altın bukleleri gibi ıssız sokaklara yayıldığı bir öğleden sonra sizi bir odaya koysam, pencerelerden terk edilmiş gibi gözüken evlere baksanız, uzaktan uzağa bir inşaatın yalnızlığı artıran sesi gelse, neler anlatırdınız.
Apartman aralarına sığınmış çıplak bahçelerdeki hurma ağaçlarının dallarında asılı duran o ışıklı turuncu yuvarlaklara dalardı gözleriniz.
Yapraklarını yitirmiş ağaçlar.
Bir dama konmuş etrafını gözleyen bir karga.
İnsansız sokaklar.
Her şeyin hızla geçtiğini ve her şeyin hızla geçeceğini söyleyen "gizli bir lisanın" ışıklara saklanan fısıltısı.
Pişmanlıklar.
Söylenemeyenler.
Özlemler.
Komadaki kızının başucunda oturan bir doktor.
Hiç unutamadığı çirkince bir orospu.
Yağmurlu bir günde bir sokağın kuytusunda ıslak elbiseleriyle sevişmeleri.
Sizin de vardır unutulmaz sevişmeleriniz, belki de en unutamadıklarınız en anlatamayacak olduklarınızdır.
Doktorun unutamadığı orospunun adı Italia’ydı ve onu nasıl sevdiğini ölümün kenarında uyuyan kızına anlatıyordu.
"Sevmek ne demektir, kızım? Sen biliyor musun? Benim için sevmek Italia’nın soluğunu kollarında tutmak ve diğer her gürültünün susmuş olduğunu fark etmek oldu. Bir hekimim, kalbimin atışlarını bilirim, her zaman, istemediğimde de, yemin ederim sana, içimde atan yürek Italia’nınkiydi."
Bir orospuyu sevmek...
Bunu bu kadar güçlü bir şekilde ancak bir doktor becerebilir belki.
Bütün bedenlerin aynı şekilde güçsüz, aynı şekilde çaresiz ve zavallı olduğunu bilen, o bedenleri sahiplerine göre değil hastalıklarına göre sınıflandıran ve hayata olduğu kadar ölüme de alışkın biri... Hayatla ölümün birbiriyle kesiştiği çizgide duran ve orada herkesin bir diğerine benzediğini gören biri... Yüzünü hayata, sırtını ölüme vermiş, elinden kaçırdığı herkesin ölüme teslim olacağını, onu oradan geri alamayacağını her gün yeniden keşfeden biri... Herkesin ona güvendiği ve aslında güvenilecek kimse olmadığını herkesten daha iyi bilen biri... Herkese çare olan bir çaresiz.
Orospu, hamile kalır.
"Aldırmaya" karar verir.
Ama hastanenin kapısından geri döner kız, "Ben bunu yapamayacağım, doğuracağım," diyerek.
Sonra bir gün ani bir kararla çocuğu aldırır.
"’Kürtaj olduğum sabah evinin önüne geldim. Giriş kapısından çıktın, ama yanına gelmedim çünkü karın vardı. Arabaya doğru gittiniz, sen ona kapıyı açtın, hafifçe çarptın ona. O ellerini aşağı doğru, karnına götürdü... O zaman anladım. Çünkü benim hayatım hep böyle geçti, beni arayıp bulan küçük işaretlerle dolu olarak.’
’Beni asla bağışlamayacaksın değil mi?’
’Tanrı bağışlamayacak bizi.’
Tam böyle söyledi. Ve şimdi o kafeden, o yağmurdan, o uzak zamandan bana geri dönen sözcüklerini duyuyorum. Tanrı bağışlamayacak bizi."
Hayatı "onu arayıp bulan küçük işaretlerle dolu" olan o orospu, doktorun karısının ellerini hafifçe karnına götürmesinin neyin işareti olduğunu da anlamıştır.
O kadın da hamiledir.
Ve, gidip kürtaj olmuştur.
"Küçük işareti" görmüş ve hayatının bütün akışını değiştirmiştir.
Bir kadının elini karnına götürmesi, bu kadar önemsiz, küçük bir hareket, bütün bir hayatı değiştirebilir bazen.
Bütün bir hayatı.
Bir kadın neden bir adamdan çocuk doğurmak ister?
Bir çocuk doğurmak istemekle, bir adamdan çocuk doğurmak istemek arasındaki fark mıdır aslında bir kadının hayatını değiştiren?
Çocuğunu doğurmak istediğiniz adamdan bir başka kadının daha hamile kaldığını öğrendiğinizde ne yaparsınız?
"On iki yaşımdan beri sevişiyorum, bugüne dek senden başka hiç kimse bana seni seviyorum demedi," diyen o küçük orospu gidip çocuğunu aldırmıştı.
Sevdiği adamın çocuğunu.
Ve, tanrı affetmeyecekti.
Tanrı hiçbirimizi affetmeyecek, çünkü bütün günahlarımızı biliyor.
Ben o zavallı kızın, o minicik, küçük kızın şöyle de demesini isterdim:
"Ben de tanrıyı affetmeyeceğim."
Eğer onun yerine konuşabilseydim, "Çünkü" derdim, "Onun da bütün günahlarını ben biliyorum."
Bir orospunun bunu söylemeye hakkı var.
Sevdiği erkekten hamile kalıp sonra da o erkeğin karısının ellerini karnına dokundurduğunu gören bir kadının bunu söylemeye hakkı var.
Gidip, hayatının tek mutluluğunu bir kürtaj masasında bırakan birinin bunu söylemeye hakkı var.
Çünkü o da tanrının bütün günahlarını biliyor.
Güneşli bir kış günü vaatkárdır, diri bir parlaklığı vardır.
Çıplak ağaçlarda turuncu meyveler ışıldar.
Sokaklar sessiz, pencereler hareketsizdir.
Bir şeylerin kaybolmakta olduğunu, kaybolduğunu ve kaybolacağını hiçbir şey güneşli bir kış günü kadar kuvvetli hissettirmez insana.
Güneş o kadar çabuk kaybolur ve karanlık o kadar çabuk çöker ki...
Altın saçlarını tarayan peri kızları çıplak ayaklarıyla öyle çabuk kaçarlar ki...
Tanrının kimi affetmeyeceğini düşünürsün.
Ve, kimin tanrıyı affetmeyeceğini.
"Yeniden görüşmekten söz etmedik, hiçbir şeyden konuşmadık. Yolun ortasında vedalaştım onunla."
O kürtaj konuşmasının sonrasını böyle anlatır doktor komadaki kızına.
"Yolun ortasında vedalaştım onunla."
Bu kısacık cümle bile yeter bir insanın nasıl bir darbeyle yaralandığını anlamaya.
Eğer sessiz bir evde, biraz sonra kaybolacak bir güneşle parlayan boş bir sokağa bakıyorsanız bu cümlenin kederini daha iyi anlıyorsunuz.
Sadece bunu değil sanki bütün kederleri, bütün yalnızlıkları, "hiçbir şey konuşamadan vedalaşanları" daha iyi anlıyorsunuz.
O küçük orospu, parasızlıktan kötü ve bakımsız bir yerde aldırmıştır çocuğunu.
Sonra...
Sonrası daha da zordur.
"Bana bıraktığı şeyin, o hareketsiz ve hálá ılık olan bedeninin yanına kıvrıldım, bir elini alıp üzerimde tuttum. Tamam git, yaşamın artık seni yaralayamayacağı yere git... Yukarıda gerçekten bir şeyler olduğunu umarım, bir örtü, bir kanat, çünkü hiçliğin kara yanı senin için gerçekten haksızlık olur."
Doktor, unutamadıklarını kendisini duyamayan kızına anlatır.
Hepimiz, bizi duyamayan birine bir şeyler anlatmak isteriz.