Venedik’te Ölüm mü ölü Venedik’te iki gün mü

Tuhaf bir şey oldu. Gün, gece, dün, bugün birbirine karıştı.

Altı ay önce zeytin ağaçlarının üzerinden denize bakan terasımda oturmuş, o güzelim zeytinlerin yerine dikilen çirkin beyaz evleri görmemeye çalışarak ayrıldığım kent üzerine yazmaya çabalarken her şey birbirine girdi. Bir yanda zamanın durduğu, o yüzden de tarihin bütün ihtişamının gözler önüne serildiği bir kent; diğer yanda kısacık bir zaman zarfında başkalaşma becerisini gösteren canhıraş bir kasaba... İkisinin de eteği aynı sulara değiyor oysa. Kim bilir oradan kalkan kaç gemi buralardan geçti? Kim bilir bu açıklarda kaç hayat kesişti? Kim bilir? Daha dün çan seslerinin böldüğü uykumu şimdi ezan sesi bölüyor. Denizden esen meltemin bile dağıtamadığı ağır kokulu bir kentten kalkıp tozkoparan fırtınasının ortasına indim. Venedik’ten Bodrum’a geldim. Baktım olmayacak; ortaya, yazı yerine karşılaştırmalı tarih gibi bir şey çıkacak, çabalamaktan vazgeçtim. /images/100/0x0/55ea85a5f018fbb8f88576d3

Böyle zamanlarda insanı kitaplar kurtarır.

Elimde Peggy Guggenheim’ın hayatı ve tutkuları adlı kitabı var. Venedik’te Vakfı gezerken almıştım. Mim yerine koyduğum o ünlü kartpostal, yani Peggy’nin şimşek kenarlı gözlükleri ve kucağında salkım saçak finosu ile Büyük Kanal’daki Palazzo’sunun bahçesinde çektirdiği fotoğraf, otuz ikinci sayfayı gösteriyor, ki önsöz olarak Gore Vidal’in yazdığı saçma sapan yazı da buna dahil. Yani çocukluk yıllarındayız. Yani anlatıcı için pek anlamlı, okur için de bir o kadar sıkıcı olan bölüm. Atlayıp tutkuya gelmek gerek ama kitapları ilk sayfadan son satıra okumak gibi kötü bir huy edinmişiz. İyisi mi fotoğraflara bakmalı...

Karga burun Ernst, kabasakal Brancusi, sonradan kel kalacağını bilmiş gibi alnına düşen perçemi özenle briyantinleyen genç Picasso, bu varlıklı ama mutsuz kadının yirminci yüzyılın en ünlü meseni olmasının müsebbibi yakışıklı Duchamp, fırfırlı gömleği ve hülyalı bakışları ile profile durmuş Djuna Bahrns; "Olmuyor olmuyor, yapamıyorum" Giacometti, Calder, Kandinsky, Klee.

Beckett ve Breton dışında yazar yok gibi.

Neden acaba? Yazarları mı sevmezdi, yoksa sanatın en damıtılmış biçiminin şiir olduğunu söyleyenlere inat, onun için sanat, varsa yoksa resim miydi?

Neyse ne. Okuyunca anlarız.

Kitabı bırakıp yazıya oturmalı artık. Horozlar ötmeye başladı bile. Birazdan gün ışır, gündelik başlar. Zaten göz açıp kapayana kadar geçtiği için hayal mi gerçek mi olduğu belirsiz Venedik iyiden iyiye uzaklaşır, solar.

Hazır vakit varken... Hazır solmamışken...

VENEDİK ÖLMÜŞ!

Venedik’te 48 saat kaldık.

Biraz THY promosyonunun gazına geldiğimiz, biraz İstanbul’dan kaçmak istediğimiz, biraz da Fadik’in "Olacak şey değil, hep yanında yöresinde gezindim, şu mereti göremedim" sızlanması bitsin diye üşenmedik kalktık, "İki gün Venedik için yeter de artar" diyerek sokaklarında ve kanallarında tek Venedikliye rastlanmayan, festivali, karnavalı, Bienali ile yaşatılmaya çalışılan, İtalya’nın bu en ünlü en turistik ve en ölü şehrine gittik.

Venedik gerçekten de ölü.

Sulara gömülmesini UNESCO’nun yıllardan beri süregelen çalışmaları ve lagünde inşa ettikleri duvarla bir nebze olsun durdurmuşlar ama şehri ölmekten kurtaramamışlar.

Ölü derken, sokaklarında hayaletlerin dolaştığı sessiz sakin bir şehir demek istemiyorum. Aksine turist kafilelerinden sıyrılıp yürümek mümkün değil. Gece yarısına kadar San Marco’da çalan orkestraları, adı Aşk Şehri’ne çıktığından olsa gerek aşk tazelemeye gelen ve hazır gelmişken aşkın bütün simgelerini kuşanarak insanı aşktan soğutan aşıkları, her köşede karşınıza dikilen kırmızı gül satıcıları, lebalep dolu lokantaları, ünlü İtalyan markalarının adını taşıyan butiklerin sıralandığı dar sokakları, avaz avaz şarkı söyleyen ve yarım saat için 120 Euro vermeyi kabul eden çiftleri gezdiren gondolcuları, Bellini’yi sadece Harry’s Bar’da içilen şeftali kokteyli sanan ve dul oldukları alınlarında yazan geçkin Amerikan kokanaları, ünlü saat kulesine çıkmak ve çatısını İstanbul’dan götürülen iki bronz at heykeli replikasının süslediği katedrali gezmek için saatlerce kuyrukta bekleyen Japonları ile kalabalık mı kalabalık bir şehir.

Gel gelelim ölü.

Tıpkı müze gibi.

Tıpkı fi tarihini gösteren takvim yaprağı gibi.

Tıpkı kanalda gördüğüm ölü güvercin gibi.

Şehrin ön yüzü böyle.

Arka yüzü ise daha farklı. Orada bir nebze olsun hayat var. İp atlayan çocuklar, sardunyalarını sulayan çivit saçlı kadınlar, mahalle kahvesinin önünde kırmızı burunları ile laflayan adamlar, pencerelere asılı çamaşırlar... Ama tek tük. Otel ya da pansiyon değillerse, kanal boyu dizili palazzoların hemen hiçbir penceresinde ışık yok. En soylusundan en yoksuluna, Venedik’te yaşayan her Venedikli turizme bulaşmış gibi. Diğerleri gitmiş.

Venedik’i yirminci yüzyılın vebasına, turizme terk etmiş.

Biz de çağa uyduk.

HANGİSİ DAHA KÖTÜ?

Bir turist ne yaparsa onu yaptık. Gondola bindik, şampanya içtik. Katedrali, Guggenheim Vakfı’nı, Dükalık Sarayı’nı gezdik. Her sokağa girip, her köprüden geçtik. Cam atölyelerinin bulunduğu Murano ile dantel adası Burano’yu es geçip Torcello adasındaki Cipriani lokantasına öğle yemeği yemeğe gittik. Danieli Oteli’nin terasından Venedik’i seyrettik. Harry’s Bar’da alelacele hazırlanan Bellini’leri içtik. Deniz mahsulleri ile ünlü bir lokantada akşam yemeği yedik. Tiramisu denen tatlının asla ve kat’a bizim diyardaki gibi yapılmayan bir mucize olduğunu bir kez daha keşfettik. San Marco Meydanı’ndaki Florian kahvesinde Campari içip, bize nedense Marcello’yu (Mastrioanni) hatırlatan bezgin akordeoncuyu dinledik. Güvercinlere yem verdik. Nasıl yem verilmesi gerektiğini bilemediğimizden kendi çapımızda küçük bir Kuşlar filmi çevirdik. Rialto Köprüsü’nde kalabalığa karıştık, Murano yüzükler aldık. İpek üzerine el boyama lambalarına, İssey Miyake’ye ilham kaynağı olan ipek bürümcük elbiselerine hayran olduğumuz Fortuny’nin karısı ve kız kardeşi ile yaşadığı evi gezdik. Avlusunda üç adet devasa Botero heykelinin sergilendiği, şimdi adını unuttuğum sanat galerisine ve onun pek yakışıklı sahibine göz attık. Casanova’nın, Visconti’nin ve elbette Dirk Bogard’ın adını yüzlerce kez andık.

Venedik’te Ölüm mü yoksa ölü Venedik’te geçirilen iki gün mü daha beter?

İçinden çıkamadık.
Yazarın Tüm Yazıları