Taş devrinden bugüne savunma

PEK çok dava içinde 12 Eylül döneminden iki dava anımsıyorum. Barış Derneği davası ile Tek Tip Elbise davası.

O iki davada süreç öyle işliyor ki, savunma avukatları duruşmalarına girmekten vazgeçiyor. Hatta, bir ara sanıklar da duruşmaya çıkmıyor.

Sonraki yıllarda yine bir kaç dava var ki, sanık avukatları duruşmaya girmekten yine vazgeçiyor.

Günümüzde Balyoz Davası sanıklarını savunan avukatlar benzer bir yönteme başvurmak için önceki gün aralarında toplantı yapıyor. Toplantıdan şu anda karar çıkmıyor, ama belli ki, konu üzerinde görüş alış verişi sürüyor.

ÜÇ AYAKLI

Taş Devrinden bugüne kadar mahkemeler üç ayaklı.

Mahkeme, davanın görüldüğü yer anlamında. Mahkemede muhakeme yapılıyor. Üç ayak muhakeme sırasında ortaya çıkıyor. Yargıç, iddia makamı, savunma makamı. Bunlardan biri eksik olursa, muhakeme eksik yapılmış oluyor. Hukuk eksik kalıyor.

Bunu önlemek üzere, eğer savunma makamı, yani sanık avukatları duruşmaya girmiyorsa, mahkeme baroya başvurarak avukat istiyor.

Aksi halde, savunma duruşmada yerini almıyorsa ve buna rağmen mahkeme karar vermiş ise, hemen hemen kesin bir durum var:

Yargıtay mahkeme kararını bozuyor.

Çünkü, Anayasanın 38. maddesi, hak arama hakkı, ihlal edilmiş kabul ediliyor.

KUTSALDIR

Kaldı ki, yine Taş Devrinden bu yana, son söz sanığa ait.

Avukatlar duruşmada yoksa, sanıklar duruşmaya girmemiş ise, yine klasik hukuk kuralları eksik kalmış oluyor. Sanıklar son sözlerini söylememiş oluyor.

Balyoz Davasında savunma görevi üstlenen avukatların neden uzun uzun toplantı yaptıkları ve neden karara varamadıkları belli.

Sanıkları kendileri mi savunacak yoksa, böyle bir durumda, mahkemenin barodan isteyeceği avukatlar mı görevi üstlenecek?

Boşuna söylenmemiş, savunma kutsaldır, diye.

Zil mi taktınız, yaralı mısınız

SON üç yıldır en çok kullanılan sözlerden biri şu: “Bu ülkede kimin başına, ne zaman, ne geleceği artık belli değil.”

Kim, ne zaman, hangi nedenle suçlanacak ve gözaltına alınacak, belli değil. Hayır, belli. Eğer, iktidardan farklı düşünen biri iseniz, mesleğiniz ne olursa olsun:

- İşinizi kaybetmeniz mümkün.

- Gözaltı mümkün.

- Süresi belli olmayan tutukluluk mümkün.

Oda TV baskını ve Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Ayhan Bozkurt’un bu zincirin son halkası. Sadece o değil, basın özgürlüğünün, eleştiri hakkının yerlerde süründüğünün resmi.

Basın özgürlüğüne dönük kısıtlamalar uluslararası basın kuruluşlarının da, AB’nin de dikkatinden kaçmıyor.

Oda TV baskını karşısında alınacak tavır kimlik sorunu. Zil takıp oynuyor musunuz, basın özgürlüğü adına yüreğinizde açılan derin yaralar depreşiyor mu?

Mahkeme gereksiz, belli onlar suçlu

Adamlar çoktan karar veriyor, mahkemeye filan gerek yok. Balyoz Davası nedeniyle son tutuklamalar üzerine, malum bir gazetenin dünkü manşeti:
“Sulandırma Çabaları Boşuna, Bu Belgeler Lafla Çürümez.”

Adamlar belgeleri hukuken incelemiş, hepsinin birer darbe kanıtı olduğunu ispatlamış, adı geçen subay ve generallerin darbe yapacaklarına hukuken inanmış ve sonunda mahkumiyet kararını vermiş.

Devam eden yargı sürecini etkilemek değil de, ne bu? Suç değil mi?

Ya köşelerde yazılanlar? Manşetlerden geri kalır yanı yok. Hukuk adına utanç veren yazılar.

Birisi hep tehdit ediyor

ODA TV baskını ile bağlantılı olarak Soner Yalçın ve üç meslekdaşımızın gözaltına alınması birilerine yeniden fırsat veriyor.

Eskiden halim selim tavrıyla kendine çevre yaratmaya çalışan bir “gazeteci(!)” şimdi şahsiyetini buluyor. Ne zaman gazeteciler gözaltına alınsa, gazeteciler ne zaman susturulmak istense, hazret anında TV’lerde:
“Ancak, iyi bilinsin ki, medya, bürokrasi, iş dünyası ve terör örgütü arasındaki ilişkiler eninde sonunda (Türkçesi de bozuk, önünde sonunda olacak, yd) gün yüzüne çıkacak.”

Hazret kime güveniyor ve hangi bilgilere sahip? O bilinmez, bilinen TV’lerde ve yazılarında sürekli olarak, görevini bağımsız ve objektif yapan gazetecileri tehdit etmekle meşgul.
Yazarın Tüm Yazıları