Tanışmayalım, görüşmeyelim

Pazartesi günü cep telefonum acı acı çaldı. (Bana bu cümleyi bir kez daha kurmayı nasip eden Allahım’a şükürler olsun; ağlamak istiyorum. Hattın diğer ucunda Başbakan filan yoktu gerçi ama tabii bu da ayrı bir şükran konusu sayılabilir.)

Cem Özer arıyordu, zira geçtiğimiz Pazar kendisiyle ilgili yazdıklarıma itirazı vardı.

Nurgül Yeşilçay’ın kendisinden çocuk sahibi olmayı hak ettiğini söylerken aslında öyle demediğini, ancak haberlerde noktanın-virgülün konulduğu yere göre anlamın tamamen değişebildiğini, benim yazımdan kendisinin İbrahim Tatlıses gibi biri olduğu sonucunun çıktığını, oysa bu ülkede bu mentaliteden hazzetmeyen sayılı erkekten biri olduğunu söyledi.

‘Ne güzel’ dedim, ‘İçinden ‘Ben aslında feministim’ diyen bir erkeğin geçtiği her cümleyi bozup tersten kurmaya dünden razıyım.’

Sevinçle, coşkuyla, saadetle aktarmayı görev addederim: Cem Özer, kesinlikle maşizmden hazzetmiyor.

Şahsen bu konuda kendisini, mutluluk gözyaşlarıyla tebrik etmek isterim.

Gelin görün ki muhabbetin bir yerinde aşinası olduğum bir cümle daha sarf etti ki benim genelde bittiğim nokta hep orası oluyor Sedat Abi...

Efendim, Cem Özer, kendi deyişiyle Türkiye’nin en yanlış anlaşılmış insanıymış ama bugüne dek ona önyargılı yaklaşan insanlar da dahil, onu tanıyıp da sevmeyen birisinin varlığı vaki değilmiş.

Şimdi, Cem Bey, yine ikisini aynı potada erittiğimi düşünüp bozulabilir ama çok benzer bir cümleyi geçtiğimiz hafta yaptığımız ‘keyifli’ telefon görüşmesinde İbrahim Tatlıses de sarf etmişti:

‘Ablacım, senin benimle ayın masada oturmuşluğun, evimde yatmış kalkmışlığın var mı ki böyle şeyler yazıyorsun? Önce bir tanı... Sen benimle insan gibi değil, gazeteci gibi konuşuyorsun.’

Şu işe başladığım günden beri bu hikáye kaç kere önüme konmuştur, zavallı kulaklarım bu minvalde cümleleri kaç kez duymuştur inanın hatırlamıyorum.

Ve aynı cevabı tekrar edip durmaktan fena hálde sıkıldım ama yapacak bir şey de yok.

Her seferinde söylemek zorunda kaldığım şeyi, affınıza sığınarak bir kez daha tekrar ediyorum:

Evet, haklısınız, sizi şahsen tanımıyorum.

Sizi tanımadığım gibi, tanımak da istemem.

Zira siz benim mahalle arkadaşım değilsiniz.

Ben bir gazeteciyim; siz de benim için bir süjesiniz.

Dolayısıyla sizi tanımamam daha sağlıklıdır.

Sizinle diyaloğumuzda, önce gazeteci, sonra insanımdır.

Anlatabiliyor muyum???

Kaldı ki hani benim diye söylemiyorum, övünmek gibi olmasın ama empati kapasitem hayli geniştir.

Yani tanısaydım muhtemelen Hitler’i de severdim.

Bunun yanında, siz beni tanısaydınız çok sever miydiniz, bakın işte ondan pek emin değilim.

Zira yüreğimle, beynimle, ciğerimle sevdiğim ve beni sevdiğinden emin olduğum insanların yalancısıyım, ben geçimi az biraz zor bir dangalakmışım.

Yani bugün bir şey olsun ve kendi kıtipiyos çapımda nezaket gösterip susmayı deneyeyim, birkaç güne kalmaz, o sivilce ebatlarındaki mevzu bende grizudan beter patlar.

Ayrıca, mum dibine ışımaz derler ya, şu hayatta arkadaşlarım gazeteci olmamın kefaretini ödemişlerdir.

Hakikaten kayda değer bir iş yaparlar meselá.

Başkası olsa, koştur koştur haberini yaparım.

Ama işte, hámili kart yakinimdir diye, ‘kıyakçılık’ addedilir diye, taş gibi habere uzaktan bakarım.

Dürüstüm edebiyatına yazılıyorsam, Allah belámı versin; onu demiyorum. Benimki basit bir patavatsızlık háli, başka türlüsünü beceremiyorum.

Dolayısıyla bir kez daha herhangi bir şöhretimizle benzer bir muhabbette buluşacaksak, şimdiden bu anlı şanlı tarihe kanlı bir not düşelim (!):

Evet, muhtemelen sizi tanısam severdim.

Ama şunu da bilin ki, saçmaladığınızı düşünüyorsam, olanca sevgime rağmen bunu suratınıza, muhtemelen de pek de tatlı olmayan bir üslupla, söylerim.

Yani, gözümü açtığım günden beri hayatımda bir İbrahim Tatlıses varsa ve bu şahsiyet, zihnimde 20 küsur yıldır, şarkılarının yanında haremine ayaklarını yıkatmakla, sevgililerinin ağzını burnunu dağıtmakla, manşetlerden delikanlı raconu ayaklarına tehditler savurmasıyla yer ediyorsa ve bu durum beni bir kadın, bir insan, bir vatandaş olarak rahatsız ediyorsa bunun tek mesulü de ben değilim herhálde?

Elceğizleriyle yaptığı çiğ köfteden yemem hálinde fikrimin değişeceğini de hiiiç zannetmiyorum.

Kendilerini uzaktan sevmek bile ‘Başlarım böyle aşkın ızdırabına’ şeklinde bir dertken, yakından tanıyıp da sevmeyivereyim yani.

Belki büyük kayıptır ama yani ne yapalım, artık o kadarını da göze alıyorum.

Biliyorum, tanısam sizi çok severim.

Allah sahibinize, sizi sevdiklerinize, sevdiklerinizi de size bağışlasın.

Yolu sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerde buluşuruz.

Ve saire...

Ama mümkünse, burada bir diyalogdan bahsediyorsak, muhabbeti ‘gazeteci gibi konuşan’ bir tonda bağlayalım.

Geçmiş bayramınız kutlu, hayat da bayram olsun...

Türkiye çöl olmasın.

Şimdi aklıma başka meşaz gelmiyor.

Böyleyken böyle...

İyi günleeeer....
Yazarın Tüm Yazıları