Şavkar ALTINEL
Son Güncelleme:
Yüzümde okyanus esintisi, sağım solum sonsuz yeşil
Mull Adası, İskoçya’yı doğudan batıya geçip, Kuzey Denizi’ni Atlas Okyanusu’na bağlayan Kaledonya Kanalı’nın çıkışında. İskoçya’nın dördüncü büyük adası.
Doğayla başbaşa kalmak, yeşile doyup, okyanus rüzgarından payını almak isteyenler için ideal mekan.
Anakaradaki Oban’la Mull arasında işleyen feribot günün son seferini yaptığından tenhaydı. İki saat önce Glasgow Havalimanı’nda kiraladığımız otomobili park edip yukarı çıktık. Restorandan geçerken, camları sarsarak çoktan çalışmaya başlamış makinelerin boğuk homurtusunun ardında geri planda çalan şarkıyı tanıdım. "Gönlüm Dağlardadır," artık İskoçya’nın, vahşi güzelliğiyle ünlü Dağlar ve Adalar yöresinde olduğumuzu vurgulamak için uygun bir fon müziğiydi.
Üst güvertede birkaç kişi, küpeşteye dayanmış, uzaklaştığımız rıhtımı seyrediyordu. Yaz akşamının yoğun sesizliğinde dümdüz denizin üstünde kayarak Oban’ın 19.yy’dan kalma evlerini ardımızda bıraktık. Anakara’nın dağlarıyla Mull’ın dağları arasındaki boğaza girip Grass Burnu’nda yanıp sönen deniz fenerini ve Duart Şatosu’nun kayalıkların üstünde yükselen siluetini geçtik.
45 dakika geçmeden vardığımız Craignure’da, aynı zamanda postane görevi gören bir Spar marketle bir avuç evden başka bir şey yoktu. Feribottan çıkan başka bütün araçlar Mull’daki tek gerçek yerleşim yeri olan, 25 kilometre kuzeydeki Tobermory’e gitmek için sağa saparken, biz sola sapıp adanın güneyine doğru inmeye başladık.
SESSİZLİĞİN KEŞFİ
Tek şeritli yola, birkaç yüz metrede bir, karşılaşan araçlardan birinin bekleyeceği "geçiş yerleri" yapılmıştı, ama ne karşıdan gelen, ne de bizimle aynı yöne giden vardı. Küçük bir meşe korusundan çıkınca kendimizi akşam kızıllığının vurduğu durgun koyun kıyısında bulduk. Yolun öbür yanındaki yüksek, çıplak tepelerin arasında şurada burada küçük beyaz çiftlik evleri duruyordu, ama ortalıkta denizin kıyısına kadar her yerde otlayan koyunlardan başka canlı görünmüyordu.
Radyoyu açtığımda yalnızca, İskoçya’nın kuzeyinde hálá konuşulan "Geylik" diliyle yayın yapan bir istasyon bulabildim. Sesi parazite boğulmuştu. Cep telefonumda da sinyal yoktu. Dünyayla bütün bağlarımızı koparıp her şeyden uzaklaşmış gibiydik.
Bir haftalığına kiraladığımız eski av köşkü, koyun uç noktasının biraz ötesinde başlayan küçük bir gölün kıyısındaydı. Yaklaşınca büyük taş yüzü ve sivri külahlı kulesiyle ne kadar çarpıcı olduğunu gördüm. Bahçedeki çakılların üzerinde park edip otomobilden indiğimizde, iri mor çiçekler açmış rodedendronlarla yüksek akçaağaçların arasında guguk kuşları ötüyordu.
Bize bildirildiği gibi, evin kapısı kilitlenmeden bırakılıp anahtar antrede şöminenin üstündeki rafa konulmuştu. Vitray camlı büyük pencerelerin aydınlattğı ahşap merdivenlerden yukarı çıktık. On kişi barındırabilen köşkte yalnız olduğumuzdan, göle bakan yatak odaları arasında en büyüğünü seçip yerleştik. Aşağı indiğimizde yemek vakti gelmişti. Oban’da aldığımız söğüş tavuğu dilimleyip salatımızı yaptık. Şarabı soğutacak zaman yoktu, ama yemekten sonra Famous Grouse viskimizi açıp, gugukların susup uykuya yattığı bahçeye çıktık ve karanlık iyice yoğunlaşıp gölün üstünde gök yıldızlarla dolana kadar, sessizliği keşfederek şezlonglarda oturduk.
DENİZ ŞAKAYIKLARI VE KEŞİŞLER
Kaldığımız bina zamanında avcılar için yapılmış olabilirdi, ama buraya avlanmaya gelmemiştik. Tatilimiz boyunca neredeyse her gün otomobille adanın dar yollarında dolaştık, gözümüze kestirdiğimiz yerlerde durup uzun yürüşlere çıktık. Britanya’nın en yağmurlu köşelerinden biri olarak bilinmesine rağmen, Mull’da hava hep güneşliydi. Korulardaki geyikler, küçük derelerde balık kovalayan su samurları, perçemleri gözlerini örten tüylü İskoç "dağ inekleri" ve tabii her yerde koyunlar, koyunlar, koyunlar gördük.
Deniz çekildikten sonra, kayaların arasındaki gölcüklerde kalan küçük yengeçlere ve yaprağa benzeyen dokunaçlarıyla suyun altında açmış, çiçekler gibi duran deniz şakayıklarına baktık. Bir gölün sazlığında yumurtadan yeni çıkmış yavrularını gururla yüzdüren yaban kazı çiftine rastladık, deniz kartalı, genişliği iki metreyi aşan kanatlarıyla üstümüzde büyük daireler çizdi. Ama, dürbünlerimizle dakikalarca suları taramımıza rağmen, bu mevsimde yolu buralara düşen göçmen balinaları göremedik.
Ününü doğaya borçlu olsa da, bölgenin, tarih ve kültürden de payını aldığını biliyorduk. Mull’dan daracık bir boğazla ayrılan küçük İona Adası’na geçip yüzlerce yıl önce İskoçya’ya Hıristiyanlığı getiren İrlandalı keşişlerin yaptırdığı kiliseyle manastırın kalıntılarını gezdik. Sonra, Avustralya’ya duyduğum özel ilgi nedeniyle, bazı tarihçilerin bu ülkenin "kurucusu" olarak nitelediği General Lachlan Macquarie’nin Mull’ın içlerindeki mezarına gittik. İngiliz ordusunda hızla yükselip, dönemin ceza sömürgesi Avustralya’ya vali atanan, adil yönetimi ve reformlarıyla saygı ve sevgi uyandıran iyi yüzlü general, doğduğu yörede, alçak bir taş duvarın çevrelediği gösterişsiz bir anıtmezarda yatıyordu.
BİRAZ GECE HAYATI
Günlerce insanlardan uzak gezdikten sonra Tobermory’e gitmeye karar verdik. İki şeritli olduğu için gözümüze alabildiğine geniş görünen yol, Mull’la anakara arasındaki boğazı izliyordu. Tobermory’e yaklaşırken yamaçlar yeşillenip boğaz da daraldığından, manzara bu enlemden çok daha kuzeyde olmayan Norveç fiyortlarını çağrıştırmıyor değildi.
Sarı, kırmızı ve mavi gibi parlak renklere boyalı yapılarıyla o da akla Norveç’i getiren kasabada oldukça işlek bir yat limanı, bir iki otel, kafe ve sanat galerisi, bir adet bankamatik ve gece hayatı arayanlar için de "Altın Tandır" Hint lokantasını bulduk. Sırtını bir uçtaki tepelere vermiş küçük viski fabrikasının satış bölümünden, her gün birkaç parmak azaldıktan sonra önceki akşam biten Famous Grouse’un yerine bir şişe 10 yıllık saf Tobermory viskisi aldım. Anacaddedeki kitapçıda da General Macquarie’nin kısa biyografisini buldum.
Güneşli bahçesinde, büyük yeşil şemsiyelerin altında, metal masalarla iskemlelerin durduğu bir kafede oturup çay içtik. Aksanlarına bakılırsa, "yerli halk" daha sakin bir hayat bulmak için buraya taşınmış varlıklıca İngilizlerden oluşuyordu. İskoçlarsa para kazanabilmek umuduyla çoktan Londra’nın, Manchester’ın, Liverpool’un banliyölerine göçmüştü.
NEREDE ŞİMDİ O ŞAN?
Biz de artık kendi banliyömüze dönmek zorundaydık. Feribotun sabah seferi isteksizce anakaradaki okullarına giden çocuklarla doluydu. Ben de isteksizdim. Glasgow’a kadar otomobil kullanacak, oradan Londra’ya uçup, günlük hayatlarımıza dönecektik. Ardımızda kalan Mull’a bakarken aklıma Robert Louis Stevenson’ın yeniyetmeliğinde Skye Adası’na gidişini anlattığı şiir geldi: "Mull kıçtaydı, Rhum da iskelede, /Eigg öyle bakıyordu sancaktan;/ Gençliğin şanı vardı ruhumda:/ Nerede, söyleyin, şimdi o şan?"
Şan, radyo dalgalarıyla telefon sinyallerin aşamadığı tepelerin ardında, ıssız koyların, sazlı göllerin, geniş kanatlı deniz kartallarının arasında kalmış gibiydi. Ama bir gün belki geri dönebilirdik.
NASIL GİDİLİR
Istanbul’dan Londra üzerinden Glasgow’a uçabilir, Oban’a otomobil kiralayarak ya da trenle ulaşabilirsiniz. Mull’da tatil evi tutmak ve ada hakkında İngilizce ayrıntılı bilgi edinmek için www.unique-cottages.co.uk adresini ziyaret edin.
Anakaradaki Oban’la Mull arasında işleyen feribot günün son seferini yaptığından tenhaydı. İki saat önce Glasgow Havalimanı’nda kiraladığımız otomobili park edip yukarı çıktık. Restorandan geçerken, camları sarsarak çoktan çalışmaya başlamış makinelerin boğuk homurtusunun ardında geri planda çalan şarkıyı tanıdım. "Gönlüm Dağlardadır," artık İskoçya’nın, vahşi güzelliğiyle ünlü Dağlar ve Adalar yöresinde olduğumuzu vurgulamak için uygun bir fon müziğiydi.
Üst güvertede birkaç kişi, küpeşteye dayanmış, uzaklaştığımız rıhtımı seyrediyordu. Yaz akşamının yoğun sesizliğinde dümdüz denizin üstünde kayarak Oban’ın 19.yy’dan kalma evlerini ardımızda bıraktık. Anakara’nın dağlarıyla Mull’ın dağları arasındaki boğaza girip Grass Burnu’nda yanıp sönen deniz fenerini ve Duart Şatosu’nun kayalıkların üstünde yükselen siluetini geçtik.
45 dakika geçmeden vardığımız Craignure’da, aynı zamanda postane görevi gören bir Spar marketle bir avuç evden başka bir şey yoktu. Feribottan çıkan başka bütün araçlar Mull’daki tek gerçek yerleşim yeri olan, 25 kilometre kuzeydeki Tobermory’e gitmek için sağa saparken, biz sola sapıp adanın güneyine doğru inmeye başladık.
SESSİZLİĞİN KEŞFİ
Tek şeritli yola, birkaç yüz metrede bir, karşılaşan araçlardan birinin bekleyeceği "geçiş yerleri" yapılmıştı, ama ne karşıdan gelen, ne de bizimle aynı yöne giden vardı. Küçük bir meşe korusundan çıkınca kendimizi akşam kızıllığının vurduğu durgun koyun kıyısında bulduk. Yolun öbür yanındaki yüksek, çıplak tepelerin arasında şurada burada küçük beyaz çiftlik evleri duruyordu, ama ortalıkta denizin kıyısına kadar her yerde otlayan koyunlardan başka canlı görünmüyordu.
Radyoyu açtığımda yalnızca, İskoçya’nın kuzeyinde hálá konuşulan "Geylik" diliyle yayın yapan bir istasyon bulabildim. Sesi parazite boğulmuştu. Cep telefonumda da sinyal yoktu. Dünyayla bütün bağlarımızı koparıp her şeyden uzaklaşmış gibiydik.
Bir haftalığına kiraladığımız eski av köşkü, koyun uç noktasının biraz ötesinde başlayan küçük bir gölün kıyısındaydı. Yaklaşınca büyük taş yüzü ve sivri külahlı kulesiyle ne kadar çarpıcı olduğunu gördüm. Bahçedeki çakılların üzerinde park edip otomobilden indiğimizde, iri mor çiçekler açmış rodedendronlarla yüksek akçaağaçların arasında guguk kuşları ötüyordu.
Bize bildirildiği gibi, evin kapısı kilitlenmeden bırakılıp anahtar antrede şöminenin üstündeki rafa konulmuştu. Vitray camlı büyük pencerelerin aydınlattğı ahşap merdivenlerden yukarı çıktık. On kişi barındırabilen köşkte yalnız olduğumuzdan, göle bakan yatak odaları arasında en büyüğünü seçip yerleştik. Aşağı indiğimizde yemek vakti gelmişti. Oban’da aldığımız söğüş tavuğu dilimleyip salatımızı yaptık. Şarabı soğutacak zaman yoktu, ama yemekten sonra Famous Grouse viskimizi açıp, gugukların susup uykuya yattığı bahçeye çıktık ve karanlık iyice yoğunlaşıp gölün üstünde gök yıldızlarla dolana kadar, sessizliği keşfederek şezlonglarda oturduk.
DENİZ ŞAKAYIKLARI VE KEŞİŞLER
Kaldığımız bina zamanında avcılar için yapılmış olabilirdi, ama buraya avlanmaya gelmemiştik. Tatilimiz boyunca neredeyse her gün otomobille adanın dar yollarında dolaştık, gözümüze kestirdiğimiz yerlerde durup uzun yürüşlere çıktık. Britanya’nın en yağmurlu köşelerinden biri olarak bilinmesine rağmen, Mull’da hava hep güneşliydi. Korulardaki geyikler, küçük derelerde balık kovalayan su samurları, perçemleri gözlerini örten tüylü İskoç "dağ inekleri" ve tabii her yerde koyunlar, koyunlar, koyunlar gördük.
Deniz çekildikten sonra, kayaların arasındaki gölcüklerde kalan küçük yengeçlere ve yaprağa benzeyen dokunaçlarıyla suyun altında açmış, çiçekler gibi duran deniz şakayıklarına baktık. Bir gölün sazlığında yumurtadan yeni çıkmış yavrularını gururla yüzdüren yaban kazı çiftine rastladık, deniz kartalı, genişliği iki metreyi aşan kanatlarıyla üstümüzde büyük daireler çizdi. Ama, dürbünlerimizle dakikalarca suları taramımıza rağmen, bu mevsimde yolu buralara düşen göçmen balinaları göremedik.
Ününü doğaya borçlu olsa da, bölgenin, tarih ve kültürden de payını aldığını biliyorduk. Mull’dan daracık bir boğazla ayrılan küçük İona Adası’na geçip yüzlerce yıl önce İskoçya’ya Hıristiyanlığı getiren İrlandalı keşişlerin yaptırdığı kiliseyle manastırın kalıntılarını gezdik. Sonra, Avustralya’ya duyduğum özel ilgi nedeniyle, bazı tarihçilerin bu ülkenin "kurucusu" olarak nitelediği General Lachlan Macquarie’nin Mull’ın içlerindeki mezarına gittik. İngiliz ordusunda hızla yükselip, dönemin ceza sömürgesi Avustralya’ya vali atanan, adil yönetimi ve reformlarıyla saygı ve sevgi uyandıran iyi yüzlü general, doğduğu yörede, alçak bir taş duvarın çevrelediği gösterişsiz bir anıtmezarda yatıyordu.
BİRAZ GECE HAYATI
Günlerce insanlardan uzak gezdikten sonra Tobermory’e gitmeye karar verdik. İki şeritli olduğu için gözümüze alabildiğine geniş görünen yol, Mull’la anakara arasındaki boğazı izliyordu. Tobermory’e yaklaşırken yamaçlar yeşillenip boğaz da daraldığından, manzara bu enlemden çok daha kuzeyde olmayan Norveç fiyortlarını çağrıştırmıyor değildi.
Sarı, kırmızı ve mavi gibi parlak renklere boyalı yapılarıyla o da akla Norveç’i getiren kasabada oldukça işlek bir yat limanı, bir iki otel, kafe ve sanat galerisi, bir adet bankamatik ve gece hayatı arayanlar için de "Altın Tandır" Hint lokantasını bulduk. Sırtını bir uçtaki tepelere vermiş küçük viski fabrikasının satış bölümünden, her gün birkaç parmak azaldıktan sonra önceki akşam biten Famous Grouse’un yerine bir şişe 10 yıllık saf Tobermory viskisi aldım. Anacaddedeki kitapçıda da General Macquarie’nin kısa biyografisini buldum.
Güneşli bahçesinde, büyük yeşil şemsiyelerin altında, metal masalarla iskemlelerin durduğu bir kafede oturup çay içtik. Aksanlarına bakılırsa, "yerli halk" daha sakin bir hayat bulmak için buraya taşınmış varlıklıca İngilizlerden oluşuyordu. İskoçlarsa para kazanabilmek umuduyla çoktan Londra’nın, Manchester’ın, Liverpool’un banliyölerine göçmüştü.
NEREDE ŞİMDİ O ŞAN?
Biz de artık kendi banliyömüze dönmek zorundaydık. Feribotun sabah seferi isteksizce anakaradaki okullarına giden çocuklarla doluydu. Ben de isteksizdim. Glasgow’a kadar otomobil kullanacak, oradan Londra’ya uçup, günlük hayatlarımıza dönecektik. Ardımızda kalan Mull’a bakarken aklıma Robert Louis Stevenson’ın yeniyetmeliğinde Skye Adası’na gidişini anlattığı şiir geldi: "Mull kıçtaydı, Rhum da iskelede, /Eigg öyle bakıyordu sancaktan;/ Gençliğin şanı vardı ruhumda:/ Nerede, söyleyin, şimdi o şan?"
Şan, radyo dalgalarıyla telefon sinyallerin aşamadığı tepelerin ardında, ıssız koyların, sazlı göllerin, geniş kanatlı deniz kartallarının arasında kalmış gibiydi. Ama bir gün belki geri dönebilirdik.
NASIL GİDİLİR
Istanbul’dan Londra üzerinden Glasgow’a uçabilir, Oban’a otomobil kiralayarak ya da trenle ulaşabilirsiniz. Mull’da tatil evi tutmak ve ada hakkında İngilizce ayrıntılı bilgi edinmek için www.unique-cottages.co.uk adresini ziyaret edin.