GeriSeyahat Yaylalarda kaybolmak
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Yaylalarda kaybolmak

Yaylalarda kaybolmak

Geçen hafta Bolu'yu, Gerede'yi çevreleyen ormanlarda kaybolmanın keyfini yaşadım. Zümrüt yeşili ormanların çevrelediği yaylalarda, kentin gürültüsünden ve sıcağından uzakta yalnızlığın tadını çıkardım. Tatilciler deniz kıyılarında kavrulurken ben zirvelerin soğuk rüzgárlarıyla ürperdim.Bu geziye çıkmama, gazetede okuduğum bir haber neden oldu. Bolu valiliği ormanlar içinden geçen, yayladan yaylaya dolaşan bir güzergáh hazırlamıştı. Hafta sonları küçük maceralar peşinde koşmak isteyenler bu rotalara davet ediliyordu. Güzergáhın üstündeki köyleri kasabaları, Atlas dergisinin orman yollarını bile gösteren haritasında buldum. Görmediğim yerlerdi. En azından 'kentin sıcağında bunalmaktan iyidir' dedim. Ormanlık alanda kaybolma tehlikesine karşı da yoldaş olarak yanıma, avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar'ı aldım. Zeki, yılın altı ayını dağlarda, tepelerde geçirdiği için yön bulma konusunda epey ustalaşmıştı.Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte yola çıktık. TEM'de pek araba yoktu. Olanlar da bir ok gibi yanımızdan fırlayıp gözden kayboluyorlardı. Telaşsız ve acelesiz bir yolculuktan sonra, rotanın bitiş noktası olan Gerede'ye geldik. Yolculuğa tersten başlama konusunda önceden alınmış bir kararımız yoktu. Benim aklımda başlangıç noktası olarak Gerede kalmıştı. Haritaya baktığımda öyle olmadığını gördüm. Gerisin geriye dönmeye üşendiğimiz için, yolculuğa buradan başlama kararına vardık.Biz ilçenin sokaklarında dolaşırken, esnaf yeni yeni dükkan açmaya başlamıştı. Kapı önleri süpürülüyor, vitrinler gazetelerle parlatılıyor, sıcak ekmekler cam dolaplara yerleştiriliyor, dükkánların içindeki mallar, sergilenmek için kaldırımın üstüne diziliyordu. Laf aramızda, buraya gelmeye niyetleninceye kadar, Gerede'nin geçmişi hakkında pek bilgi sahibi değildim. Kaynakları karıştırınca şaşırıp kaldım. Burası geçen yüzyıllarda, gezginlerin uğrak yeri olmuştu.PİSKOPOSLUK MERKEZİÖrneğin bölgeye 1800'lü yılların ortasında gelen Fransız bilim adamı Charles Texier, 'Küçük Asya' adlı kitabında Gerede için şunları yazmıştı:'Eski adından bazı şeyler muhafaza etmiş olan Gerede, hiç şüphesiz, İmparator Konstantin'in verdiği bir ad sonucu olarak daha sonra Flaviopolis adını alan eski Kratia şehridir. Bizans imparatorları zamanında Gerede, bir piskoposluk merkezi ve eyaletin başlıca şehirlerinden biriydi... Modern Gerede şehri oldukça büyük bir endüstriyel ve ticari hareketlilik görüntüsü sergiler. Şehirde yetişen çok sayıda keçi sürüsü, kentin önemli ihraç maddesi olan derinin temel maddesini sağlar. Koyun dericiliği de oldukça canlıdır. Şehir bahçelerle çevrilidir...'Gerede'ye gelen bir başka ünlü gezgin de İbni Batuta olmuştu. Gerede sultanı Şah Beğ için, çok yakışıklı, iyi huylu ama biraz cimri diyen Batuta, 'Seyahatname'sinde kenti şöyle anlatmıştı: 'Gerdibolu bir dağ eteğinde, güzel ve büyük bir şehirdir. Çarşı ve caddeleri geniştir. En soğuk şehirlerden birisidir. Ayrı ayrı mahallelere bölünmüş olup, her mahalle halkı kendi arasında yaşar...'Evliya Çelebi de Gerede'ye övgüler düzdükten sonra soğuk havasından yakınmıştı. Çelebi, buranın soğuğunun, Erzurum soğuğuyla eşdeğerli olduğunu belirtmişti. Ünlü gezgin arada bir yaptığı gibi biraz abartmış mıydı, yoksa gerçeği mi söylüyordu, bunu kestiremedim ama, Gerede'nin sokaklarında eski bilgilerin peşinde koşturup dururken üşüdüğümü hissettim. Zirveden kopup gelen soğuk sabah yeli, insanı serin serin okşadıktan sonra bir acele aşağıdaki ovaya, buğday başakları ile oynaşmaya gidiyordu.KEÇİ KALESİ'NİN KEÇİLERİDireksiyonu Zeki'ye verip, ön koltuğa kuruldum. Araba, Gerede'nin yaslanmış olduğu dağa tırmanmaya başladı. Epey yükseldikten sonra durup, aşağıdaki ovayı seyrettik. Tarlalar sarıya boyanmıştı. Koyu sarı, altın sarısı, kahverengi... Ova, yamalarla kaplı bir örtü gibi, Köroğlu Dağları'na doğru uzanıp gidiyordu. Yol bir süre sonra ormanların arasına girdi. Toz-duman ama yeşil gölgeli bir yoldu. Birbirine omuz veren sedir ağaçlarının oluşturduğu vahşi orman görüntüsü, her türlü fanteziye açıktı. Ortasında bir dumdum kurşunu deliği bulunan tabelanın gösterdiği istikamete saptık. İki kilometre sonra Keçi Kalesi’ni bulduk. Ovaya hákim bir tepede, ormanların arasında, avlusu sarı çiçeklerle süslü kalenin, ne kapısında ne de çevresinde herhangi bir bilgi kırıntısı vardı. Sonradan öğrendiğime göre, kale M.S 13-14. yüzyıllarda inşa edilmişti. Geçen yıllarla birlikte yıkılan surlar, 1995 yılında yeniden yapılmıştı. Onun için tarihi Keçi Kalesi'nin yerinde, bugün yepyeni bir kale duruyordu. Eskiye ait bir görüntü bulabilmek için, surların etrafında boşuna dolaşıp durdum.Kaynaklarda kaleyle ilgili şu efsane yer alıyordu: 'Bir düşman saldırısı sırasında Geredeliler kaleye sığınırlar. Düşman, tüm saldırılarına karşılık kaleyi bir türlü zaptedemez. Gün geçtikçe kalede yiyecek-içecek tükenir. Geredeliler zor duruma düşerler. Bir gece kaledeki tüm keçilerin boynuzlarına birer mum bağlayıp, kalenin dışına salarlar. Düşman askerleri, gördükleri manzara karşısında dehşete düşerler. Ellerinde meşale olan yüzlerce Geredeli askerin, üstlerine doğru geldiğini sanırlar. Silahlarını, erzaklarını toplamaya fırsat bulamadan dağın eteklerine kadar kaçarlar. Geredeliler bu olaydan sonra kaleye, Keçi Kalesi adını koyarlar...'ORMANLA KUCAK KUCAĞATüm bu bilgileri Keçi Kalesi'nin duvarlarında dolaşırken bilmiyordum. Bilseydim keçilerin alev alev gidişlerini hayalimde daha iyi canlandırır, Geredelilerin zafer naralarını duyar gibi olurdum. Ama her şeyi İstanbul'a döndükten sonra ögrenebildim. Keçi Kalesi’ni çiçeklerle baş başa bırakıp, geldiğimiz yoldan zirveye doğru tırmanışımızı sürdürdük. Ormanla kucak kucağa giden yolun iki yanına dizilmiş ağaçları seyrederken, onların gökyüzüne doğru yarış ettiklerini fark ettim. Bulutlara önce değebilmek için uzanıp duruyorlardı. Zirvelerin sessizliğinde, ağaçların rüzgárla konuştuğunu da duydum. Hışırhışır bir konuşmaydı. Rüzgar bir ağaçtan diğer ağaca uçuyor, onları okşuyor, sarıyor ve sallıyordu. Pamuk pamuk bulutlar ise şekilden şekile girip aşağıdaki oyunu gökyüzüne yazıyorlardı.Geçtiğimiz yaylanın Urumşu Yaylası olduğunu, çeşme başında çamaşır yıkayan yaşlı kadınlardan öğrendik. O güzelim yaylanın derme çatma evlerine bakıp kent ukalalıkları yaptık: Neden yapılarda ahşap kullanılmıyor? Neden inşaatlar özensiz? Neden tuğlanın üstü sıvanmamış? Neden sıvaların üstüne badana atılmamış? Neden Türk insanında estetik duygular gelişmemiş? Aynı masraf yapılarak ve aynı malzeme kullanılarak daha estetik evler yapılamaz mıydı?.. Bir oturuşta bir sürü soru üretip, yanıtını öğrenmeden Urumşu'dan ayrıldık. YÖN GÖSTEREN OKLARBolu Valiliği bu rotayı çizmekle iyi yapmış da, sapaklara yön gösteren okları koymayı unutmuş. Onun için gezimiz boyunca hep kaybolduk. Önümüze çıkan sapaklarda, sağa mı sola mı sapacağımızı kestiremedik. Ya Zeki'nin yön bilgisine güvendik, ya da yazı tura attık. Tabii çoğunlukla da yanlış yönlere gittik. Ormanda yol soracak kimse bulamadığımız için, saatlerce boşu boşuna dolaşıp durduk. Urumşu Yaylası'ndan sonra da öyle oldu. Karşımıza dört yol ağzı geldi. Ben sola gidelim dedim, Zeki sağda ısrar etti. Sağa saptık, az gittik, uz gittik ama aradığımız gölü bir türlü bulamadık. Bir ağacın altında şekerleme yapan orman görevlisini uyandırıp ona sorduk. Tarif ettiği istikamete gittiğimizde de, kendimizi otoyolun kıyısındaki bir köyde bulduk.Köyün imamı aptesini yarıda kesip, gölün yolunu uzun uzun anlattı. Onun tarifi, orman memurlarının yardımıyla sonunda Bürmük Gölü'ne kavuştuk. Küçük, şirin, etrafı ağaçlık bir göldü. Yeşil başlı ördekler avcı tüfeklerinden uzakta, içleri rahat, nazlı nazlı yüzüyorlardı. Kaybola kaybola hem yorulmuş hem acıkmıştık. Gölün kıyısında küçük ocağımı yakıp bir çay demledim. Gerede'den aldığım köy ekmeğinin yanına, köy peynirini katık yapıp öğle yemeğini hazırladım. Yoldaşım Zeki, böylesine lezzetli bir çay içmediğini söyledi. 'Benim değil gölün marifeti' dedim. Onun huzur veren görüntüsü, çayın demine karışmıştı. Yemekten sonra gölün kıyısındaki çimenlere uzanıp gökyüzüne daldım. Bulutların şekil şekil anlattığı yol öykülerini okumaya çalıştım. Zeki'nin dürtmesiyle şekerlememi başlamadan bitirip, arabadaki yerimi aldım.Yaylalardaki gezintim burada bitmedi. Daha epey dolaştık durduk: Mengen'den Yeniçağa'ya, Dörtdivan'dan Sarıalan'a, Aladağ Gölü’nden Gölcük'e, Abant'tan ormanların içinden Düzce'ye... Hepsi haftaya kaldı.
False