Vahşi doğanın kucağında
Bu hafta sırada yine bir macera var. Orta Amerika'nın küçük ülkesi Belize'de, yağmur ormanlarının içinde kurulan kamp ve dayanılmaz sıcak, rutubet, zehirli yılanlar, dev örümcekler.
Bir yanda korku öte yanda vahşi doğanın büyüleyici güzelliği.
Gittiğim ülkenin adını, uçak bileti elime tutuşturulduğunda öğrenmiş, hareketten bir gün önce de haritadan yerini bulmuştum. Orta Amerika'da, Meksika ile Guatemala'nın arasına sıkışmış eski bir İngiliz sömürgesine, Belize'e gidiyordum. İstanbul, Londra, Miami, Beliz’e... Uçuş yine saatler sürecekti.
Beliz’e vardığımda, zaman kavramını yitirmiştim. Dur kalklar, havaalanı koltuklarında kısa kestirmeler, gece ile gündüz birbirine karışmıştı yine. Uçağın merdivenlerinden inerken, Yucatan Yarımadası'nın sıcağı ile tanıştım. Öyle böyle bir sıcak değildi. Nefes alırken ciğerlerim adeta yanıyordu. Böylesine sıcak bir havayı solumanın yerine soluksuz kalmayı tercih ederdim. Bu tıpkı, çölde sıcak su içmek gibi iğrenç bir duyguydu.
Derme çatma bir binadan içeri girdim. Tavanda dönüp duran pervaneler, sıcak havayı karıştırmaktan başka bir işe yaramıyorlardı. Polis oldukça sert ve sorgulayıcıydı. Beni otobüste bekleyen guruba katıldığımda, terden sırılsıklam olmuştum.
Otobüsün camından görünenlere bakılırsa, yoksul bir ülkenin yoksul bir başkentindeydim. Kalacağım Ramada Reef Hotel, Karayip Denizi'nin kıyısında, yıldız fakiri bir oteldi. Odama çıktım. Pervanenin altında serinlemeye çalıştım. Banyoda suyu açınca, birkaç tane karafatma benzeri böcek hızla kaçıştı. Soğuk musluğunu açmama rağmen inatla sıcak akan suyun altında, derime yapışan terden kurtulmaya çalıştım.
VAHŞİ KAMP YOLUNDA
Balkona çıkıp Karayip Denizi'ni seyrettim. Uçsuz bucaksız denizi, yelken açmış balıkçı teknelerini, bahçedeki palmiye ağacına konan rengarenk kuşları görmek, yorgunluğumu biraz olsun aldı. Sonra fotoğraf makinemi sırtlayıp, kenti gezmeye çıktım. Dönüşte buraya uğramayacağım için, yarım günde ne görürsem onunla yetinecektim.
Dar sokaklarda ağır bir koku vardı. Kanalizasyonlar sanki açıktan akıyordu. Ortalıkta pek kimse göremedim. Sadece çocuklar, çığlık çığlığa koşuşturuyordu. Sıcaktan bunalıncaya kadar, sokakların gölgeliklerinde dolaştım durdum. Bu küçük kenti tanımak için, öyle uzun uzun dolaşmaya da gerek yoktu. Her tarafta olduğu gibi Belize'de de varlıklı kesim, deniz kıyısındaki nisbeten düzgün evlerde oturuyor, yoksullar ise kara tarafındaki daracık sokakları paylaşıyordu.
Ertesi sabah erkenden, kamp kuracağımız yere doğru hareket ettik. Yolun bir bölümünü otobüs, geri kalanını da nehirden botlarla katedecektik. İki saatlik yolculuktan sonra otobüsten inip teknelere bindik. Nehrin iki kıyısında, dallar, kökler, sarmaşıklar ve yosunlu ağaç gövdelerinden oluşmuş karanlık orman yer alıyordu. Aradabir dallardan sarkan sarmaşıkları yılana benzetip heyecanlanıyordum. Kıyıda, nilüfer çiçeklerinin arasında, sadece gözleri görünen timsahlar, nedense o kadar korkutucu gelmiyordu.
Kamp yerine vardığımızda nemli sıcak, dayanılmaz hal almıştı. Üstümdeki gömlek, suya düşmüşüm gibi sırılsıklam olmuştu. Biraz yürüyüp, ormanın içinde konaklayacağımız yere geldik. Çadırımı kurarken, vücudumun tüm gözeneklerinden ter fışkırdığını hissediyordum. Daha çadırın içine girmemiştim ki, çok yakınlardan gelen ve çığlığı andıran korkunç sesler duydum. Herkes değişik yorum yapıyordu. Kimine göre çok yakınımızda bir jaguar vardı, kimine göre de büyükçe bir goril. Sesin geldiği yöne doğru ürkek adımlarla ilerlemeye başladık. Bu bilinmedik canavara karşı silah olarak elimde küçük bir çakı vardı.
BİZİ BEKLEYEN TEHLİKELER
Sık dalların arasında yürümek oldukça zordu. Bir yağmur ormanında ilk kez yürüyordum ve tehlikelerden habersizdim. Kamp arkadaşlarımın da benden pek farkları yoktu.
Korkunç çığlık tam tepemizde patladı. O anda yüzümün renginin, limon sarısına döndüğünü sonradan söylediler. Dehşetle sesin geldiği yere baktım. Önce bir şey seçemedim. Kendimi biraz toparlayınca, dalların arasında gezinen bir maymun sürüsü gördüm. Bizi korkutan çığlıkları atan, sürünün ortasındaki, küçük bir çocuk büyüklüğündeki erkek maymundu. Gülmeye başladım. İlerleyen günlerde yerliler, bu maymunlara Black Howler dendiğini, sürünün reisinin dişileri etkilemek için bu sesleri çıkardığını anlattılar.
Buraya kadar, Belize'e ne için gittiğimi, birlikte kamp kurduğumuz kişilerin kimler olduğunu anlatmayı unuttum. Biz, dünyanın dört bir yanından gelmiş gazetecilerdik ve dikkatleri yağmur ormanlarına çekmek için düzenlenen bir yarışı izliyorduk.
Çadırları kurduktan sonra, bir uzman buradaki yaşam koşulları ve tehlikeler hakkında bilgi verdi. Duyduklarım hiç de iç açıcı şeyler değildi. Örneğin, dünyanın en zehirli yılanları bu ormanda yaşıyordu. Yılanları kaçırmamız için, yürürken gürültü çıkarmamız isteniyordu. Su kaybına karşı da günde 3-4 litre su içmemiz gerekiyordu.
Kampta tek serin yer ofis odasıydı. Ama oraya girmek yasaktı. Ofisin önünde yasağı delmek için çözümler düşünürken, gözüm hava durumunun yazılı olduğu tabelaya ilişti: 'Sıcaklık gölgede 43 derece, nem oranı: Yüzde 86.' Ağaçların gölgesi bile cehennem gibiydi. Bir çarşaf büyüklüğündeki palmiye yaprakları, sıcağın ormana sızmasına engel olamıyordu.
ÇADIRDA İLK GECE
Akşam yemeğinden sonra, yanıma bir şişe su alıp çadırıma çekildim. Onca yorgunluktan sonra, deliksiz bir uyku uyuyacağımı sanıyordum. Yanılmışım... Çadırın içi bir sauna kadar sıcaktı. Börtü böceğin girmesinden korktuğum için de çadırın kapısını açamıyordum. Ter içinde, uzandığım yerde dönüp duruyordum. Gece yarısına doğru bastıran tuvalet ihtiyacı da yaraya tuz oldu. Hışır hışır seslerini duyduğum yılanların arasından tuvalete gitmeye, beni hiçbir kuvvet zorlayamazdı.
Sabahı zor ettim. İlk işim tuvalete koşmak oldu. Kulübelerin önündeki kuyruğu görünce, gece boyunca ıstırap çekenin tek ben olmadığımı anladım.
O geceden sonra çadırı terk edip, nehrin üstündeki kırık-dökük iskeleye taşındım. Etraftaki tehlikelere aldırmıyordum. Sabaha karşı biraz olsun serin esen rüzgar herşeye değiyordu. Bir gece sonra, kampın diğer sakinleri de iskelenin etrafına taşındı.
Gündüzleri yerlilerin palalarla açtıkları yollardan ilerleyip, kah yarışmayı izliyor, kah Maya medeniyetinin kalıntıları arasında dolaşıyorduk. Bu arada, ağaçlardan hindistan cevizi düşürüp, onun içindeki lezzetli suyu içecek kadar tecrübemi geliştirdim. Geceleri ise yemekten sonra iskeleye çekilip, şarap içerek yıldızlı gökyüzünü seyrediyor, ormanın derinliklerinden gelen vahşi sesleri dinliyorduk.
Her geçen gün hem sıcağa alışıyor hem de bir takım korkularımdan sıyrılıyordum. Örneğin, bir gün ormanda yürürken, rehberimiz olan yerli aniden durdu. Eğilip yerden bir şey aldı. Avucundaki yaratığı görünce dehşete kapıldım. Bu, koca bir tarantulaydı. Korktuğumu anlayan yerli, 'daha yavru, bir şey yapmaz' dedi. Önümde duran İtalyan kadın gazeteci, tarantulayı eline aldı. Biraz tuttuktan sonra bana uzattı. Nedense korktuğumu söylemeye utandım. Koca örümcek avucumun içinde kımıldadıkça, korkudan bayılacak gibi oluyordum.
O günden sonra örümceklere karşı olan korkum biraz azaldı. Şimdilerde küçüklerini tutabiliyorum. Söz aramızda tarantulalardan hálá çok korkuyorum.
CENNETİN YOLUNDA
10 gün sonra yarışma bitti. Dönüş için otobüslere bindiğimizde, tüm ekibin keçi gibi koktuğuna yemin edebilirdim. Ama hepimiz aynı derecede pis olduğumuz için, bu kokudan kimse rahatsız olmuyordu. Şimdi cehennemden cennete gidiyorduk. Bizi yağmur ormanlarına davet eden organizasyon, çektiklerimizi unutturmak için, Karayip Denizi'nde küçük bir mercan adasında, iki günlük tatil ayarlamıştı.
Akşamüstü St. George's Cave adlı adaya doğru yola çıktık. Tekneleri kullanan sürücüler, 45 dakika sonra adada olacağımızı belittiler. Şarkılar, türküler neşe içinde gidiyorduk. Biraz sonra hava karardı. Kara görünmez oldu. Birden teknenin altından, garip gürültüler gelmeye başladı. Ve durduk. Sürücünün ettiği küfürlere bakılırsa başımız beladaydı. Sonra anladık ki, sevgilisiyle lafa dalan sürücü, rotayı şaşırıp bir mercan resifinin üstüne çıkmıştı.
Telsizler açıldı. Yardım istendi. Ama nafile... Kimse yanıt vermiyordu. Zifiri karanlıkta, uzaklarda çakan şimşeğin ışığından başka birşey görünmüyordu. Fırtınalarıyla ünlü denizin ortasında öyle kalakalmıştık.
Tam 8 saat sonra yardım geldi. Adaya vardığımızda soğutulmuş odama girince, her türlü olumsuzluğu unuttum. Temizlenebilmek için, yaklaşık bir saat suyun altında kaldım. Daha sonra yatağa bir külçe gibi düştüm.
St. George's Cave, tipik bir tropikal adacıktı. Beyaz kumları, turkuvaz renkli denizi, hindistan cevizi ağaçları, hortumlar yüzünden her yıl yıkılıp yeniden yapılan ahşap evleri, herşeye razı olmuş, sıcak kanlı, güleç insanları ile cennetin bir köşesine benziyordu. İşte bu adada yağmur ormanlarını, cehennem sıcağını, yaşadığım korkuları unutup Türkiye'ye döndüm.
Sık dallar, ağaç gövdelerine sarılmış sarmaşıklar yüzünden ormanın içinde yürümekte oldukça zorlanıyordum.
Ülke ile aynı adı taşıyan Başkent Belize'de derme çatma ahşap evler ülkenin yoksulluğu konusunda gerekli ipuçlarını veriyordu.
İki tarafı ormanlarla kaplı nehirde yerli balıkçılar, etleri yosun kokan balıkları yakalamak için bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı.
Yağmur ormanlarının ortasına kurulan kampta, sıcak hava yüzünden çadırların içine girmek imkansızdı. Ağaçların arasına gerilen hamaklar bile sıcağa çözüm olamıyordu.
Dev örümcek Tarantula'ya yağmur ormanlarında neredeyse her adımda karşılaşıyorduk.