Türkiye’nin Amazonları
Küre Dağları, Avrupa’nın sıcak noktaları kampanyası çerçevesinde milli park ilan edilecek
Kastamonu Bartın arasında yer alan, Türkiye'nin tek balta girmemiş ormanlarına sahip Küre Dağları milli park oluyor. Bölge, içindeki bitki ve hayvan çeşitliliğinin yanısıra, önemli bir kültürel ve coğrafi mirasa sahip. Muhteşem Valla Kanyonu ve çok eski çağlardan kalan Ilgarini Mağarası bunlardan yalnızca ikisi. Ahali ise hálá kağnı kullanıp, günlük yaşamında folklorik giysiler
giyiyor.
Küçük bir mola: Bir, iki, üç... tıp! Hep birlikte ormanın sesini dinleyeceğiz. Takriben kırkbeş dakikadır, zaman zaman altmış dereceye varan bir yokuşta, ekip şefinin 'jungle' tabir ettiği bir tepeye tırmanıyoruz. 15 kişilik ekibin hedefi Ilgarini Mağarası. Öğle vakti ve ormanda yaprak kıpırdamıyor. Kuşlar dinlenmede olduğu için sessizliği sadece ben ve benim gibi sigara tiryakilerinin gırtlaktan gelen derin solumaları bozuyor.
Burası şehir çocuklarına göre bir yer değil. Hele benim gibi, milli park gezisine bile mokasen sandaletlerle gidecek hanım evlatlarına göre hiç değil.
Dönsen dönemezsin, devam etsen edemezsin. Çaresiz ayakkabılarımı çıkarıyorum ve şu ne menemse, gidip görmemiz için en çok da benim ısrar ettiğim mağaraya doğru, iki saatlik yolculuğumuza börtü-böcek üzerinden yalın ayak devam ediyorum.
Burası yakında milli park ilan edilecek Küre Dağları. Kastamonu ve Bartın arasında yer alıyor. Bölgenin milli park ilan edilmesi ise uluslararası bir kampanya çerçevesinde gerçekleşecek. Kampanyanın adı 'Avrupa'nın sıcak noktaları' ama bunun sözkonusu bölgelerin ısısıyla bir ilgisi yok: Bu bölgeler Akdeniz Havzası'nda en seçkin ve korumaya öncelik verilmesi gereken 200 alandan oluşuyor.
EN ÖNEMLİ 10 BÖLGE
WWF'nin (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) yürüttüğü kampanya çerçevesinde, Türkiye'de de 9 'sıcak nokta' belirlenmiş ve bunlar arasından Küre Dağları, en önemli 10 bölge arasına alınmış. Amaç 2005 yılına kadar, Akdeniz Havzası'ndaki bütün orman tiplerinin en az yüzde onunu bir koruma ağı altına almak.
Mola bitti, yola devam ediyoruz. Ekipteki botanikçiler kendilerinden geçmiş, yanlarından geçtiğimiz iki, üç yüz yaşındaki kayınları, şimşirleri hayran hayran birbirlerine gösteriyor. Benimse değil fotoğraf çekecek, etrafıma bakmaya bile halim yok; dilim dışarıda bir an önce mağaranın bulunduğu tepeye varmak istiyorum.
O sıcağın ortasında tuhaf bir serinlikle kendime geliyorum. Etrafıma bakıyorum, 'işte burası' diyor ekip şefi. Şef de şef ama, haa.. Adı İsmail. İsmail Menteş, T.C. Orman Bakanlığı, Milli Park Başmühendisi. Belki Orman Bakanlığı'nın askeriyeyi andıran iç disiplininden, belki de biz 'değerli basın mensuplarının' başına dağda bayırda bir felaket geleceği endişesiyle sürekli emirler yağdırıyor: Zaten ben de askerliğimi komando olarak yapmalıymışım!
Mağaranın girişi yaklaşık 10 metre çapında ve tıpkı GAP tünelleri girişine benziyor. Serinliği dışarıdan bile fark ediliyor.
Milli parkın pek 'milli şefi'nin talimatıyla yanımızda getirdiğimiz kuru tişörtlerimizi giydik. İçerisi bir hayli soğuk. Geniş bir girişten sonra mağara iki kola ayrılıyor. Birincisi düz ve içinde karstik yapıya bağlı olarak oluşmuş dev sarkıt ve dikitler var.
İkinci kol ise en heyecan verici olanı. Serinliğin de etkisiyle bütün yorgunluğumu atıyorum. Kol, aşağı doğru iniyor ve ana bölümü yaklaşık 500 metre uzunluğunda. Burası daha önce insanlarca kullanılmış. Önceki sahipleri inişi kolaylaştırmak için mağaranın bir duvarından diğerine çapraz olarak setler örmüşler. Yani aşağıya zigzaglar çizen bir duvar-merdivenler zinciriyle iniliyor.
İnilen alan genişçe bir mekan ve daha önce define avcıları tarafından talan edilmiş. 'Az gelişmiş ülkelerin kültür bakanlıkları' üzerine kısa bir söylev çekiyor 'milli şef'.
MUHTEŞEM MAĞARA
Burasının muhtemelen din baskısından kaçan Hıristiyanlar tarafından kullanıldığına dair tezler anlatılıyor. Minyatür bir kiliseyi andıran yapının etrafında, içinde yığınla insan kemiği bulunan ve yine hazine avcılarının açıp öylece bıraktığı mezarlar var.
Bu iki ana kolun ucunda uzayan dar kanalları dağcıların keşfine bırakarak, mağaranın girişine geri tırmanıyoruz. Giriş muhteşem görünüyor: Kocaman gri ve karanlık bir tünelin ucunda, aydınlık ve binbir çeşit yeşilin parladığı bir cennet uzanıyor. Ben olsam buranın adını 'Cennet Kapısı' koyardım. Öyle ya, karanlık bir mezardan sonra gözünüzün önüne yemyeşil bir orman geliyor.
Bütün gezi boyunca gözlerim yeşile fazlasıyla doyduğundan, biraz da yorgunlukla, milli parkın bu en önemli güzelliğini pek de farkedememişim. Burası Türkiye'nin insan eli değmemiş ormanlarıyla kaplı. İçinde barındırdığı bitki ve hayvan türleri henüz bilinmiyor.
Bölgede karstik kaya yapısı nedeniyle duvar yükseklikleri bin metreye varan Valla, Çatak gibi kanyonlar var. Coğrafi yapı gereği bitkisel varlık büyük çeşitlilik göstermiş. İç kesimlerde köknar ve kayın egemenliğindeki saf ve karışık ormanlar kıyıya doğru yerini kestane ve diğer yapraklı ağaçlara bırakmış. Ormanlık arazide kendiliğinden oluşan 'ovala' adındaki çayırlıklar ise hayvanların su içmeye geldiği ve yabanıl yaşamın tek gözlenebileceği alanlar. Çünkü diğer yerlerde insanın ulaşmasına bile olanak vermeyen vahşi bir bitki örtüsü var.
Yabanıl hayvanların nelerden oluştuğu henüz tesbit edilebilmiş değil. Ama tahminlere göre bölgede çok sayıda bozayı, karaca, geyik, yaban domuzu ve su samuru yaşıyor.
Aklıma 'madem uçma bilmezdin, niye çıktın o dala?' sözü geliyor: Ilgarini Mağarası'na bu tırmanışın bir de inişi var. Neyse ki çıkış kadar efor gerektirmiyor ve insanlar kendi hızlarına göre ikişerli üçerli gruplar halinde aşağıya iniyor.
Bölgenin en ilgi çeken hayvanı kuşkusuz yeryüzünde yaşayan üçüncü büyük tür olan bu bozayılar. Bunlar halen kaçak olarak avlanıyor. Alanın milli park ilan edilmesiyle avın yasallaştırılması ve dolayısıyla hem gelir sağlanması hem de aşırı çoğalan türlerin kontrol altına alınması planlanıyor.
PARK YÖNETİM PLANI
Projenin yerli yürütücülerinden Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD), Milli Parklar ve Orman İşletmeleri Genel Müdürlükleri'nin bu konuda hazırlanmış sıkı bir park yönetim planı var. Buna göre, milli park iki alandan oluşacak: Birincisi hiç insanın yaşamadığı ana bölge; diğeri köylerin bulunduğu tampon bölge. Bu tampon bölgenin çok önemli bir özelliği var. Köylerde yaşayan insanlar hálá kağnı gibi geleneksel araç gereçler kullanıyor; yöresel mimarideki evlerde oturup, günlük yaşamda folklorik giysiler giyiyor.
Bu da turizm açısından önemli bir avantaj. Bu evlerde kurulacak pansiyonlar, yöre halkının rehberlik, vs gibi işlerde çalışacak olması bölgeye önemli bir ekonomik girdi sağlarken, böylece halkın da parkın korunmasında titiz davranması öngörülüyor. Üstelik parkın kurulacağı alan Safranbolu, Amasra, Cide, Ilgaz gibi önemli merkezlere birer ikişer saat mesafede ve bölgeyi ziyaret edeceklere geniş bir turistik hinterland sunuyor.
HALK HAZIR
Ahali ise şimdiden projeye hazır görünüyor. Valisinden, belediye başkanına; otelcisinden esnafına hemen herkes milli parkın bir an önce ilan edilmesi için çok istekli. Orman Bakanı Nami Çağan'ın bölgeyi milli park olarak ilan ettiklerini ve sadece Bakanlar Kurulu'nun onayının beklendiğini anlatan konuşması sık sık alkışlarla kesiliyor.
Ama siz siz olun yine de ahalideki geleneksel Türk konukseverliğinin cazibesine kapılıp hemen her köy evinde zorla ikram edilen acı biber turşularından yemeyin. Sonra bütün gün ve müteakip gece, ortalıkta 'Allah Allah!' diye gezinip, gördüğünüz her sıvıya büyük bir iştahla saldırıyorsunuz. Onun dışında yöre mutfağı, sanılanın aksine 'Kastamonu kır pidesi'nden ibaret değil, aksine gayet zengin ve lezzetli.
Gezi boyunca kentli bir hanım evladı için çok da mızmız ve sorun çıkaran biri olmadım diye düşünüyorum. Sadece gördüğüm onca zenginlik ve çeşitlilikten sonra, DHKD'lilere soru sorarken, Cide'ye Cizre, Safranbolu'ya Kastanbolu, bölgenin en güzel ovası olan Zoni Çayırı'na Mozi Çayırı deyip herkesi güldüren potlar kırmam dışında.
Yine de yazıyı okurken 'neyse, o kadar anlattık ama hiç olmazsa anlamış' diye içlerinden geçireceklerini umud ediyorum. Belki de yeterince anlatamamak en iyisi. Böylece siz de gidip bütün bu güzellikleri kendiniz görme gereği duyarsınız. Denilecek tek birşey var: ‘‘İnanın, değer!’’