Trende savaş düzeni
Treni seçme nedeni prostat
Bayındırlık Bakanlığı'ndan emekli müfettiş, kardeşiyle birlikte Mardin'e gidiyordu. Ekspresin tükettiği zamanın peşinde koşacak yaşı çoktan geçmişti. O zaman da yolculuğun keyifli geçmemesi için bir neden yoktu.
‘‘Neden treni seçtiniz?’’ sorusuna yanıt verirken duraksadı. ‘‘Hem güvenli, hem de ucuz.’’ Sonra asıl nedeni mırıldandı; ‘‘Malum yaşlandık, prostat olunca tren büyük kolaylık. Otobüs olsa işimiz çok zor.’’
Hafiten yüzü kızarmış, utanmıştı. Yüzünü cama döndü; tepelerdeki yalnız ağaçları, çamur rengi Kızılırmak'ı seyre koyuldu. Tren, Kırıkkale'ye yaklaşıyordu. Bilecik, Eskişehir Ankara ve 30'dan fazla istasyon geride kalmıştı. Haydapaşa-Arifiye arasındaki çift hat geçilmiş; Ankara'da da elektrikli lokomotif değiştirilmişti.
Vagonları artık bir dizel lokomotif çekiyordu. Rayların da sesi değişmişti. Trenin gürültüsü artmış; tren daha yavaşlamıştı. ‘Gürültünün artmasının nedeni raylar’ dedi tren şefi. Raylar gerçekten kötüydü; Doğu'ya doğru gittikçe de daha da bozuluyordu.
‘‘Bizde de Avrupa'da kullanılan ve trenin rayların üzerinde sessiz gitmesini sağlayan malzemeden’’ diyor şef İbrahim Bağcı. ‘‘Ama demiryolları yatırım yapacak durumda değil.’’ Sonra sözü otobüslere, trafik kazalarına getiriyor. ‘‘Ne zaman otobüse binsem korkuyorum.’’ Yanındaki genç demiryolcu da aynı görüşte. ‘‘İzinde memlekete giderken otobüste diken üstünde gibi oturuyorum.’’
Öğle saatlerinin yaklaştığı satıcılardan belli oluyor. ‘Kebapçı. Ciğerci.’ Tuvaletlerden aldıkları suyla çay yapan satıcılar iniyor. Simitçiler, colacılar azalıyor. Kebapçılar dolaşmaya başlıyor aralarda. Tepeler aşıldıktan sonra Kayseri göründü. Demiryolu cephesinden bakınca kıyıda, köşede kalmış bir Anadolu kasabasına benziyor koca kent. Bu görüntüyü tezek yığınları tamamlıyordu.
Kayseri'den uzaklaşırken parlak bulutlar, eşsiz görüntüler oluşturuyordu. Yer yer güneş ışıkları süzülüyordu bulutların boşluğundan. Güneş ışıkları, tarlalara doğrultulmuş projektörler gibiydi. Bulutların beyazından süzülüp, toprağı kaplayan yeşili canlandırıyorlardı.
Lokomotif de harika fotoğrafların farkındaydı sanki. Daha da yavaşladı. 20-30 Km. süratle ilerliyordu Sivas'a doğru. Tepeyi çıkarken yanda parçalanmış bir vagon yığını göze çarpıyor. Yavaşlamanın asıl nedeni o zaman anlaşıldı. ‘‘Burada bir tren yoldan çıkmış, devrilmişti’’ dedi kondüktör. ‘‘Raylar da yeni yapıldı. Onun için tren burayı yavaş geçiyor.’’ Bu bölge geçildikten sonra beklemeler arttı. İkinci gece de ilk geceden farksız geçti. Gün ışırken, tren barajlar bölgesine girmişti. Güneş, göl manzaralarına doğdu. Diyarbakır öncesi ilk istasyonun adı ‘Geyik’ti; sonra gelen istasyonun da ‘Leylek.’ Elektrik direklerinin tepeleri leylek yuvalarıyla doluydu. Ama hiç geyik yoktu etrafta...
‘‘Camları kapatın. Diyarbakır'a yaklaşıyoruz.’’ Hafiften bir telaş esiyor. Tüm camlar kapatılıp, savunma düzeni alınıyor. Trenle ilk kez Diyarbakır'a girenler için anlaşılır gibi bir şey değil.
Uyarıların, telaşın anlamını kavramak için çok beklemek gerekmiyor. İlk evlerin görünmesiyle birlikte camlara taş yağmaya başlıyor. Sıra sıra çocuklar görülüyor; rayların üzerinden aldıkları koca taşları trene nişanlıyorlar. Cam kıran seviniyor. ‘‘Vurdum, vurdum...’’
Eskiden çocuklar, tren yolcularından gazete isterlerdi. Gazeteyi kapan mutlu olurdu. Şimdi her şey farklı; mutluluk için cam kırmaları gerekiyor.
Saldırı bölgesi geçildiğinde kondüktör de sevinçli. ‘‘Erken geçtik. Daha çocukların çoğu uyanmamıştı.’’ Çocuklar kalktıktan sonra daha zorlu geçişler yaşanıyormuş.
İstasyon göründü. Girişte ‘DİYARBAKIR’ yazılı bir levhanın bulunduğu ‘kontrol kulesi’. Ama terkedilmiş bir halde. Yıkık dökük. Levha da sökülüp, kıvrılmış. Duvarda, levhada kurşun izleri mi; yoksa taş mı, belli olmayan izler seçiliyor.
Neyse ki, istasyonda aynı görüntüler yok. Diğer kentlerdekine benzer bir istasyon binasıyla karşılaşıyoruz. Tren neredeyse boşalıyor; önce yolcular iniyor. Sonra Kayseri'de binen mevsimlik işçilerin çuvalları. Kiminde patates, kiminde soğan. Ücretlerinin bir bölümünü böyle almışlar anlaşılan.
ÜRPERTEN YOLCULUK
İnsanlar sessizdiler; 38 saat kadar süren sefaletten hiç yakınmadılar. Her şey onlara çok doğal geliyordu.
Kalabalık çekildikten sonra köpekler indirildi. Onlar sürekli havlıyorlardı. Rahatsız olmuşlardı. Kafesler tek tek taşındı. Köpekler, yeni görev bölgelerine doğru askeri araçlarla yola çıktılar.
Tren beklemeye devam ediyordu. Nedeni az sonra anlaşıldı. Önce yolcu vagonlarının arkasındaki yük vagonu trenden ayrıldı. Sonra yük vagonu, bir zırhlı vagonla birlikte geri getirildi. Zırhlı vagon, yolcu vagonları ile yük vagonunun arasına yerleştirildi.
Zırhlı vagon, tam bir çelik yığınıydı. Her tarafı çelik-demir karışımıydı. Vagonun her iki yanında, askerlerin ateş edebilmeleri için minik pencereler açılmıştı. Vagonun içine sadece askerlerin silahlarını koyabilmeleri için bir tüfeklik konulmuştu. Vagon, aradaki demir bir kapıyla ikiye bölünüyordu. Bir kapısı da öbür yolcu vagonlarına geçişi sağlıyordu.
Az sonra bir manga kadar asker geldi. Zırhlı vagona binen askerler sadece tüfeklerini değil, ağır makinalılar da taşıyorlardı. Vagonlarına yerleştiler. Bir bölümü de yolcu vagonlarına geçti ve tren Kurtalan istikametine doğru hareket etti. PKK'ya karşı güvenlik sağlanmıştı...
Savaş düzenindeki bir trende yolculuk insanı ürpertiyordu. İnsana güven veren tek şey, trenin üzerinde ilerlediği düzlük araziydi. Rayların tam ortasından geçtiği ova, güneşli bir günü yaşıyordu. Yeni filizlenen buğdayların yeşili, toprağın kahverengisiyle müthiş bir renk armonisi sunuyordu. Tren hızlandıkça, yakındaki tarlada kahverengi ve yeşil birbirine karışıp flulaşıyor; uzaktaki renkler hücrelerine dek netleşiyordu. Usta sanatçı elinden çıkma bir fotoğrafla karşı karşıyaydık.
KURTALAN VE SÜRÜ FİLMİ
Manzaraya küçük lekeler düşüyordu. Öbek öbek toplanmış naylon kulübeler. Su kenarlarında, tepelerin eteklerinde ‘göçkondu’lar kurulmuştu. Köylerden göçen insanlar, yaşamlarını naylon barınaklarda sürdürüyorlardı.
Trende kalan az sayıdaki Kurtalan yolcusu, bu manzaraya da alışıktı. ‘‘Bizim orada çok güzel köyler vardı’’ diyen Kurtalanlı, o köylerin çoğunun artık boşaldığını, viraneye döndüğünü anlattı. Yanındaki güzel gözlü genç sözü aldı; ‘‘Üzüm bağları kurudu, tarlalar sahipsiz kaldı.’’ Hüzünlenmişti.
Kurtalan sohbeti, bitişik kompartmanda da sürdü. Bu kompartmanın sakinleri de demiryollarından yakındı. Haydarpaşa'dan beri yolculuk yapıyorlardı: ‘‘Neden böyle gariban bir trende yolculuk yapıyoruz? Bizim Avrupa'daki gibi hızlı trenlerde yolculuk etmeye hakkımız yok mu?’’
Kalabalık aileden tek kişi konuşuyordu, Abdullah Uras. ‘‘Babam da demiryolcuydu.’’ Çocukluğu raylarda geçmiş; trenler oyuncaklarıymış. Mahallesindeki çocukların gözünde trenler dünyanın en görkemli araçları, makinistler de en önemli insanlarıymış. Ama şimdi? O günler geride kalmış.
‘‘Eskiden İzmir'den, Adana'dan, İstanbul'dan trenler gelirdi. Günde altı yedi trenin geldiği olurdu. Kurtalan daha hareketliydi o zamanlar.’’ Trenler, 50 bin nüfuslu Kurtalan'ın ekonomisine güç katarmış. Tren yolcularına limonata, simit gibi yiyecek içecek satışı bile Kurtalan için önemli bir geçim kaynağıymış. Oysa şimdi haftada üç tren geliyor ve yolcuların sayısı da çok az.
Uras, trenler ve Kurtalan ilişkisini vurgulamak için örnekler veriyor. ‘‘Yılmaz Güney'in Sürü filmi de Kurtalan Ekspresi’nde çekildi.’’ Doğru, Kurtalan'ın ününe bu filmin büyük katkısı olmuştu. Filmde, Tarık Akan, Kurtalan'dan yola çıkıyor ve öykünün önemli bir bölümü trende geçiyordu. Hatta trende bir fahişeyle karşılaşıyor ve bir küçük istasyonun tuvaletinde onunla birlikte oluyordu.
MASAL KAHRAMANI
Sohbeti duyan bir demiryolcu, uzmanlığını konuşturuyor: ‘‘Artık fahişeler bile bu trenlere gelmiyor.’’ Öyle ya, hem yolcu az, hem de yolcuların gelir durumu ortada. ‘‘Trenlere iki tip kadın biner. Birinci tip normal yolcudur, ikinci tip niyeti başkadır, onlar hemen belli olur’’ diyor demiryolcu. Nasıl? ‘‘Biletini uzatırken, yavaşça elini okşar.’’ İlgiyle dinlendiğini görünce, dağarcığındaki İstanbul öykülerini yokluyor. ‘‘Genç kızlar trene binmişti. Kontrol için biletlerini istedim. ‘Amca önce benimkini yırt' diye birbirlerini itekliyor, gülüşüyorlardı.’’ Öykünün ana fikrini de kimse sormadan ekliyor: ‘‘İstanbul'un banliyö trenleri başkadır. Bu trenlere benzemez.’’
Bu trenin, İstanbul’daki banliyö trenlerine benzemediği doğru. Üstelik mavi trenlerle de bir benzerliği yok. Bu farklı bir tren. Güneydoğu'nun havasının sindiği özel bir tren. Kimi istasyonlarda ‘tren koruma nöbeti’ni devreden silahlı askerler de bu farklılığın altını çizen unsurlar.
Daha önemlisi, Kurtalan Ekspresi, istasyonlardan, eski bir masal kahramanı edasıyla geçiyor. İstasyonlar da tren gibi eskimiş ve bakımsız. Hele demiryolunun karayoluyla kesiştiği yerler, trenlerin unutulmuşluğunu daha da somutlaştırıyor.
Ekspres’in son durağa ulaşmak için acelesi yok. Ağırdan ağırdan ilerliyor. Batman geçiliyor, sonra ara istasyonlar da tükeniyor. Ve Kurtalan. Yolculuğun son noktası.
Kurtalan aynı zamanda kilometrelerce uzanan düzlük arazinin de sonu. Hemen sonra dağlık arazi başlıyor. Bir zamanlar, niyet, demiryolunu Siirt'e kadar uzatmakmış; ama Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki bu amaç, sonradan unutulmuş. Türkiye'de 50 yıldır bir kilometre bile uzamayan demiryolu, Güneydoğu'da da Kurtalan-Siirt arasını aşamamış.