Trakya’nın Karadeniz kıyıları baharı karşılıyor
Bu sefer yolumu Karadeniz’in Trakya kıyılarına düşürdüm. Hafta sonunda değişik bir parkur arayanlar için ideal bir adres. Hele bahar başlangıcında, ağaçlar çiçeklerini patlatmaya başladıkları, tarlalarda buğdayın yavaş yavaş yeşil uç verdiği bu günlerde yolda olmanın tadı bir başka oluyor.
Henüz martın ortasındayız. Her ne kadar bu ay, “kazmayı, küreği yaktırsa da” baharı müjdeleyen işaretleri engelleyemiyor. Aceleci ağaçların çiçekleri, dallardaki tomurcuklar, yeşermeye başlayan tarlalar insanın içine bahar sevinci dolduruyor. Bu sevinç yüzünden insan yerinde duramıyor. Veya ben öyle oluyorum. Geçen hafta sonunda kendimi Trakya’nın Karadeniz sahillerine atıp, baharın gelişini izlemeye çalıştım.
Yolculuğum, İstanbul’un Anadolu Yakası’ndan başladı. Güneşli ama poyrazın üşüttüğü bir hafta sonu olduğu için TEM Otoyolu’nda kimsecikler yoktu. Asıl amacım, Tekirdağ’da köfte yeyip dönmekti. Köfte deyince ağzım sulanır hep. Kaç porsiyon köfte yemenin, yanındaki piyaza, sirke mi yoksa limon mu koymanın doğru olacağı sorularına yanıt ararken Çerkezköy sapağı tabelası karşıma çıktı. Ve bütün programım bu tabelayla alt üst oldu.
KÖFTEDEN BALIĞA
Bir kaç dakika öncesine kadar sıkı bir köfte taraftarı olan ben birden bahaneler uydurmaya başladım: “Şimdi kalkanın tam zamanı. Izgarası, tavası kim bilir ne güzel olur. Kıyıköy’e git. Kalkanın yanına da güzel bir salata...” Sonunda kendimi ikna ettim ve direksiyonu Çerkezköy sapağına doğru kıvırdım.
Çerkezköy’ün adı sizi yanıltmasın. Köy falan değil, koskocaman, modern bir kent. Sanayi tesisleri bir zamanların küçük kasabasını büyütüp, kentleştirmiş. Yalnız büyürken çevredeki yeşilliği yutup, yok etmiş. Bunu sadece Çerkezköy’de değil, Trakya’nın bir çok yöresinde gördüm. Sanayi lehine olan bu genişlemeye çözüm bulunamazsa, Trakya kısa bir süre sonra yeşil renge hasret kalır.
Kıyıköy’e ulaşabilmek için Çerkezköy’den Saray istikametine doğru gitmek gerekiyor. 19 kilometre uzaklıktaki Saray’a varınca Kıyıköy’ün tabelasını göreceksiniz. Ondan sonra iki yanı ormanlık, nefis bir yol başlıyor. Küçük çukurlar, hız yapmamızı engelliyor. İyi de oluyor. Bu güzel yolu, temiz havayı biran önce bitirmenin anlamı yok. Hem acelem ne ki? Beni bekleyen, üç kiloluk bir kalkan.
Kıyıköy’e varmadan yolum Bahçeköy’e çıkıyor. Dükkan vitrinlerindeki duyurulara bakılırsa burası süt ve peyniriyle meşhur. Yağlı manda sütü ve ev yapımı peynir ilanları her yerde. Peynir ticaretini dönüşte yaparım, dedim ama olmadı. Hevesim kursağımda kaldı. Çünkü dönüşte başka yol buldum, buralara tekrar dönemedim. Siz siz olun, yolculukta bir şey almaya niyetlenince üşenmeyin, alın.
Bahçeköy’ü geçtikten hemen sonra, sol tarafta tomurcuklanmaya başlayan ağaçların arasında nefis bir alabalık çiftliği var. Eğer Kıyıköy’e yaz ortasında bir yolculuk yapacaksanız, boşuna balık hayalleri kurmayın. O mevsimde güzel balık olmaz. Onun için, bu alabalık çiftliğinde bir güzel karnınızı doyurmanızı öneririm. Ama balık mevsimiyse, buralarda oyalanmaya değmez.
MİMAR UĞRAMAMIŞ
Çerkezköy-Kıyıköy arası tam 52 kilometre. İstanbul’dan çıkıp, Karadeniz’e kavuşmam tam iki saatimi aldı. Kıyıköy, bir tepenin üstünde kurulmuş. Buranın eski ismi Midye. Köye Bizanslılardan kalma surların arasındaki bir kapıdan giriliyor. Yapılarda bir birliktelik, mimari kaygı yok. Köye, balık yemek dışında mimar uğradığını da sanmıyorum.
Tüm bu çirkin görüntüler moralimi bozamadı. Nasıl olsa, bütün bunları unutturacak güzel bir köşe bulurum, dedim. Deniz varsa güzellik de mutlaka vardır.
Tepede bir balık lokantası buldum. Benden başka müşteri yoktu. Masayı, Karadeniz’i tepeden gören bahçeye kurdurdum. Hava pırıl pırıldı. Karadeniz poyrazla oynaşıyordu. Yol boyunca hayalini kurduğum kalkanı doğrattım. Mısır unu yokmuş, yüzümü ekşitince garson çocuk bir koşu gitti aldı. Balığın yarısını ızgaraya attırdım, yarısını da mısır ununa bulayıp, kızgın tavaya koydurdum. Rokaları iyice yıkattım. Kırmızı soğanları, yuvarlak dilimler halinde doğrattım. Yanlarına küçük kırmızı turplar koydurdum.
Karadeniz’e öylesine daldım gittim. Balık siparişini biraz abarttığımı masadan kalkınca anladım. Aslında canım hiç kalkmak istemiyordu. Hava üşütmese aralarından sarı papatyaların baş verdiği çimenlerin üstünde bir güzel şekerleme yapardım.
TERKOS’UN YAVRULARI
Yemekten kalkıp, yolculuğumun ikinci durağına doğru yola çıktım. Hedefte, Yalıköy veya diğer adıyla Podima vardı. Yol yeni açılmış. Köylüler, “Baraj Yolu” diyorlar. Kıyıköy’den ayrılmadan önce iyi bir tarifini alın yoksa sapağı kaçırabilirsiniz. Bu yol, Trakya’nın suyunu Terkos Gölü’ne götüren boru hattını izliyor.
Yalıköy’ün doğal bir plajı, sahilde bir kaç lokantası var. Ben oradayken hepsi kapalıydı. Yalıköy’den sonra yol asfalta dönüyordu. Burası Eski İstanbul yoluydu. Etraftaki tarlalarda buğday filiz vermiş, her taraf yeşile boyanmıştı. Yalıköy’den 17 kilometre sonra çok değişik bir yere geldim. Burada yolun iki tarafı göldü. Suyun içinde ağaçlar, elektrik direkleri vardı. Su basmış desen değildi. Ağ atan balıkçılara, sandalda kürek çeken sevgililere bakılırsa bu su, uzun süredir buradaydı. Göl desen, içinde ağacın, direğin ne işi vardı? Adına ne derseniz deyin, çok güzel bir mekandı. Köylülerin söylediğine göre, buralar Terkos Gölü’nün uzantısıymış. Önceleri Terkos’da su azalınca, buralardan da su çekilir etraf baktaklığa dönermiş. Daha sonra kanalların önünü kesmişler. Su Terkos Gölü’ne kavuşamadan öylece kala kalmış.
Sonradan olma gölün etrafında küçük küçük kulübeler vardı. Bunlar balık lokantalarıydı. Daha doğrusu,lokantaların mutfaklarıydı. Masalar su kenarına kurulmuştu. Mangallarda su kenarında yakılmıştı. Üstlerinde, koca koca şişlere geçirilmiş yayın balıkları, bembeyaz etli sazan balıkları, dumanlarını tüttüre tüttüre kızarıyorlardı. Çevrede tahrik edici bir koku vardı. Balıkçıların söylediğine göre, bu gölcüklerden bol bol sazan ve yayın balığı çıkıyormuş. Kıyıköy’de kalkanı fazla kaçırmasaydım, bir yemek molası da burada verirdim.
Kısa bir duraklamadan sonra, hafta sonu parkurumun son kilometrelerine doğru direksiyon kırdım. Terkos Gölü’nün uzağından geçip, Kemerburgaz üzerinden TEM Otoyolu’na çıkıp, bütün güne yayılan turu bitirdim.
Sabahtan başlayıp, akşam üstü biten bu turda bir çok aktiviteyi birden gerçekleştirmeniz mümkün. Örneğin, ormanların içinde yürüyüş, foto safari, ara yollarda off road, temiz havada nefes egsersizleri ve en önemlisi yeme-içme üzerine çeşitli çalışmalar...
Yaşam pillerinizi doldurabilmek için, baharda hafta sonlarınızı böyle keyifli gezilere ayırmanızı öneririm.
FRANSA’DA ŞATO FİYATINA
Kıyıköy-Yalıköy arasındaki baraj yolunun uzunluğu 40 kilometre. Bu mesafeyi yaklaşık bir saatte aldım. Çünkü sık sık durup fotoğraf çektim. Yalıköy, deniz kıyısındaydı. Mimari kargaşaya burada da rastlamak mümkündü. Köyün bir kenarında üçer, dörder katlı evler vardı. Buralarada çeşitli sanatçılarımız ikamet ediyormuş. Sahne ve sinema dünyamızın ünlüleri buranın güzelliğini ilk keşfedenler olmuştu. Ondan sonra diğer ünlüler sökün etmişti. Köylüler bu göçten çok memnundu. Onlar geçim derdinde oldukları için kim gelmiş kim gitmiş önemli değildi. Önemli olan bu göç dalgasının arazi fiyatlarını artırmasıydı. Gerçekten de öyle olmuştu. Yalıköy’den arazi alma niyetiniz varsa, vazgeçin derim. İstenilen fiyatlara Fransa’da şato alırsınız.