GeriSeyahat Tırnova’nın zarif evleri
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Tırnova’nın zarif evleri

Tırnova’nın zarif evleri

Kuzeybatı komşumuzun güzel kentlerinden Tırnova. Hatta bence en güzeli. Bunda eski başkent oluşunun da payı var elbette ama onu asıl eşsiz kılan benzersiz konumu.

Üç tepe (Tzarevetz, Trapesitza ve Sveta Gora) üzerine tünemekle yetinmemiş Tırnova. Tarih boyunca, derin vadilere inen kayalık yamaçlara doğru da genişlemiş, evlerini çok yavaş akan Yantra Irmağı’nı görecek şekilde kurmuş, sokaklarını kaya oyarak açmış. Kalesi, burçları, surları, sur içindeki kilise ve manastırlarıyla bir ortaçağ kenti ama sur dışındaki modern yapıları, lüks otelleriyle Bulgaristan’ın artık Avrupa ülkesi olduğunun da kanıtı. Ne var ki kışın, karda pek uğranmayan bir yer burası. Balkanika ödülünü almak için gitmeseydim benim de aklımdan geçmezdi...
HEMUS’UN ERİŞİLMEZİ
Hava soğuk, güneş bulutların ardından bir görünüp bir kayboluyor, kar küreyen tek tük işçilerden başka kimse yok görünürde. Turistik kenti turistsiz gezmenin keyfi bir başka oluyor. Her yer açık ve emrinize âmâde. Duvarlarda çok iyi korunmuş, Tevrat ve İncil’den sahnelerin kitap gibi okunabildiği fresklere istediğiniz kadar dalıp gidebilirsiniz örneğin; Osmanlı’nın fethine kadar Bizans’ın gölgesinde gelişmiş bir uygarlığın izlerini sürebilir, kuytu avlu ve karanlık mahzenlerde rehbersiz, özgürce dolaşabilirsiniz. Eskinin olağanüstü günlerini, sözgelimi Bizanslı tarihçi Nicetas Khoniates’in ‘Hemus bölgesinin en erişilmez ama en güzel kenti’ olarak tanımladığı Tırnova’nın prens ve prenseslerini hayal edebilirsiniz. Sonra, üşümeyi göze alıp bir kahvenin manzaralı terasında Türk kahvesi eşliğinde sigaranızı tüttürebilirsiniz. Ben de öyle yaptım.
GÖRKEMLİ HEYKELLER ÇİRKİN KÖPRÜLER
Tarihi 1300’lere dek giden eski Bulgar devletinin merkezi olmuş burası ama manastırla kaleyi saymazsak, kentin içinde o dönemden kalma fazla bir iz yok. İlk ve ikinci Bulgar devletinin anısına dikilmiş modern ve görkemli heykeller var yalnızca. Bir de küçük parklarla çelik ve çirkin köprüler. Oysa Balkanlar’da Osmanlı’dan kalma taş köprüleri hemen her kentte gördüm. Mostar, Vişegrad, Üsküp’ün kemerli, o güzelim taş köprülerinin yerini burada çelik putrelli, geçen yüzyılın başından kalma köprüler almış. Bulgarlar kale ve surlar da yapmış ama Osmanlı’dan kurtulamamışlar. Kentin yağmalanıp halkının çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirildiğini yazıyor tarihçiler, eski efsaneler Hıristiyan Ortodoksların acımasızca katledildiklerini anlatıyor. Bütün bunlarda bir doğruluk payı olduğunu kabullenmeliyiz ama Osmanlı’nın bu coğrafyada 500 yıl boyunca olumlu işler yaptığını da anlatmaya çalışmalıyız. Atalarımızın en azından bir barış ortamı sağlayabildiğini teslim etmeliyiz. Köprüler de bu barışın simgesi değil mi? Onlar, Balkan coğrafyasında yalnızca bir ırmağın iki yakasını değil halkları, kültürleri de birleştirdi, nice emekle ortaya çıkabildiler. İnsan kanı ve canı, annelerin gözyaşları var temellerinde.
ANADOLU’YLA BENZERLİK
Bulgaristan, bizim Hicri takvimden yola çıkarak ‘93 Harbi’ dediğimiz ve halkımızın ortak belleğinde hâlâ özel yerini koruyan 1878 Osmanlı-Rus Savaşı ertesinde bağımsızlığını kazanmış, bugün 100’üncü yıldönümünü andığımız Balkan Savaşları’nda (1912-13) topraklarını genişleterek bölgede sözü geçen bir devlet konumuna gelebilmiş. Bu süreç, bir halkın bağımsızlık ülküsü ve kendi ulusal devletini kurabilme hakkı açısından anlaşılabilir bir süreç elbette ama artık savaşlar bitti. Halkının yüzde 10’unu Türkler’in oluşturduğu bir ülkenin aydınlarından Osmanlı tarihi konusunda daha nesnel bir söylem beklemek hakkımız. Ama öyle olmuyor ne yazık ki. Biz dahil tüm Balkan coğrafyasında milliyetçi söylem ağır basıyor. Biz ‘ecdadımızın at üstünden hiç inmeden buraları fethettiği’ palavrasını tekrarlayıp dururken onlar da Türkleri ötekileştirmekten, kültür ve uygarlıklarını nasıl ‘tarumar’ ettiklerini anlatmaktan bıkmıyorlar. Evet çok acılar yaşandı, Rumeli Türkleri sadece Balkan Savaşları’nda değil Jivkov döneminde de soyadları değiştirilmeye kalkışıldığı için, göçe zorlandı.
Eski kentin taş döşeli, dar sokaklarında yürürken kırmızı kiremitli, cumbalı, ahşap evlerin önünden geçiyorum. Belli ki Osmanlı buraya da vurmuş damgasını. Çoğu özenle yenilenmiş bu yapıların Anadolu kentlerindekilerden pek farkı yok. Ama sanki, onlardan daha görkemli, daha güngörmüş gibi duruyorlar.
Bazıları otele dönüştürülmüş zaten, pırıl pırıl boyanıp görücüye çıkarılmış. Ama bu karda kışta, ne gören var ne de içeriye girip bir kadeh sarı Bulgar rakısı ya da Türk kahvesi içen. Bir zaman olmuş bu eski konaklarda turistler değil kasabanın eşrafı yaşamış. Nice ayrılığa, drama tanık olmuşlar. Mutluluklar da yaşanmıştır elbet, geçen yüzyılın başları hariç, her zaman savaş gördüklerini söyleyecek değilim. Anneannem Fatma Hanım, Bulgaristan kökenliydi. Çocukluğumda “Plevne’den çıkmam” diyen Gazi Osman Paşa’nın kahramanlıklarını ondan az dinlemedim. Göç hikâyelerini de. İstanbul’da, Fındıkzade’de öldü, buralardan uzakta. Ne tuhaftır ki muhacir kimliğimize tam da yakışan bir adı vardı o yıllarda oturduğumuz apartmanın: Plevne Apartmanı. Osman Paşa Plevne’den çıkmıştı demek ki. Rus ordusunun Yeşilköy’e dek gelmesini önleyememişti ama Fındıkzade’deki alçakgönüllü bir yapıya adını verebilmişti. Her askeri darbeden sonra radyoda dinlediğimiz askeri marşlardaki gibi “Tuna Nehri akmam” diyordu, ne var ki hayat akıp gidiyordu işte.
KANAYAN ESKİ YARA
Tırnova savaş ve yıkım günlerini çağrıştırmıyor yalnızca, kış güneşinde yürüdüğüm karlı sokakları, artık yaşım çoktan kemale erdiği için güçlükle çıktığım yokuşları, arada bir yanımdan geçen ama benim yine de uzaktan seyreylediğim esmer, sarışın dilberleriyle eski bir yarayı da kanatıyor. 20 yıl önce Bulgaristan’a ilk gelişimde iki gün Sofya’da kalmış, sonra Struga’ya geçerek orada Makedonya Devlet Başkanı Grigorov’un konuğu olmuştum. Göz rengimden Rumelili bir aileden geldiğimi anlamıştı, ben de kendisine baba tarafımın Balkan Savaşı’nda Türkiye’ye göç eden Üsküplü bir aileden geldiğini söylemiştim. Dönüşte hayatı yoksulluk içinde yollarda geçen, bir kentten ötekine savrulan ve yapayalnız ölen babaannem Raziye Hanım’ın çocukluğunun geçtiği evi boşuna aramıştım. Bulamayınca da kaleme sarılıp hayal etmiştim o evi. Sonradan “Balkanlar’a Dönüş”e tüm ayrıntılarıyla giren hayalimdeki o ev Tırnova’nın evlerinden farklı değildi. Ne diyordu Behçet Necatigil? “Evlerle savaşımız savaşların en çetini..”

Kalesi, surları, kiliseleriyle bir ortaçağ kenti Tırnova. Sur dışındaki modern yapıları, lüks otelleriyle de Bulgaristan’ın artık bir Avrupa ülkesi olduğunun kanıtı.

Ruhani ve kültürel çekim merkezi

Orta Asya kökenli Bulgarlar 9’uncu yüzyıldan itibaren Tuna’yı aşıp bu coğrafyaya yayıldı. Hıristiyanlaşıp Slavlarla ittifak yaparak Bizans egemenliğine karşı koymaya çabaladılar. Bağımsız devlet kurmakla yetinmediler, Kiril ve Metod kardeşlerin geliştirdiği bir alfabe de hediye ettiler Slav halklarına. 1396’da Osmanlı egemenliğine girene kadar, peş peşe tarih sahnesine çıkan iki Bulgar krallığının Tırnova’yı başkent seçmeleri bir rastlantı değildi. Doğal konumuyla savunmaya çok elverişliydi çünkü. Yantra boyunca yükselen kayalık yamaçlar, derin vadiler, anayollara hâkim tepeler burayı kendiliğinden bir müstahkem mevki durumuna getiriyordu. Tırnova zamanla Doğu Hıristiyan Kilisesi’ne bağlı tüm Slavların ruhani, kültürel çekim merkezine dönüştü. Keşişlerin çoğalttığı, sanatçıların süslediği elyazması kitaplar burada yazılıp korundu. Manastır duvarları fresklerle kaplandı.
Neredeyse 500 yıl süren Osmanlı egemenliğinde Bulgar kültürünün ve ulusal kimliğinin oluşamadığı buradaki aydınlar arasında oldukça yaygın görüş. Bu nedenle, eski başkentlerine çok önem veriyorlar. Osmanlı döneminiyse tam bir boyunduruk olarak görüyorlar.

False