Serhan YEDİG
Son Güncelleme:
Seul 24 saat yaşıyor, hayatın her alanındaki çeşitlilik gözalıcı
Gülsin Onay yaklaşık 30 yıldır dünyayı geziyor. Yılda 70 konser veren sanatçı bugüne kadar Antarktika hariç tüm kıtalara ayak basmış, toplam 57 ülke görmüş. Uzakdoğu’yu daha çekici buluyor. Onay, ilk kez 1985’te konser için gittiği, 2003’te eşinin görevi nedeniyle iki ay kaldığı Seul’ü anlattı.
Çocukluğumda kışın her hafta sonu Uludağ’a, yazın Şile’ye giderdik. 5 yaşımdayken, dayım her detayını anlatarak İstanbul’u gezdirmişti. 12 yaşında eğitim için ailemle Paris’e gittim. Her yaz Türkiye’ye otomobille gider, gelirdik. Başlıbaşına serüven, eğlence olurdu. Yıl içinde Amsterdam, Güney Paris’e giderdik. Babam hızlı sürücüydü, günde 1000 kilometre yapardı. 13 yaşında gördüğüm Amsterdam evleri, kanalları, müzeleriyle beni etkilemişti. Çok istediğim için Alpleri gezdik, gelgiti merak ediyordum okyanus kıyısına götürdüler. Chartres Katedrali’nin vitraylarından etkilendiğimi hatırlıyorum. İlk yalnız yolculuğum Brugdor ve Berlin’eydi. Halalarımı ziyaret ettim. 17 yaşında Cannes’a gittim, bir arkadaşımda kaldım.
20 yaşında evlenip, Ankara’da yerleşince, yurtdışı gezilere altı yıl ara verdim. 1972’de Almanya’ya yerleştik. Eşim dört yıl sonra Türkiye’ye dönene kadar hiç seyahat etmedik. Sonrasında konser ve yarışmalar için Avustralya, ABD dahil birçok ülke gezdim. Avrupa’da ayak basmadığım Romanya, Yunanistan, Lüksemburg kaldı sadece. Yılda ortalama 50 konser veriyor, çok geziyordum. Tatillerimde Bodrum’a ve Silivri’deki evimizde geçiriyordum. 1986’da evlendiğim ikinci eşim Alman bir ekonomi profesörüydü. Gezmeyi çok sever, rotayı belirlerdi. Moğolistan, Küba gibi ülkelere konsere gittiğimde eşlik ederdi, birlikte çevreyi keşfederdik. Dünya mutfağına meraklıydı, bana bu bakış açısını kazandırdı. Beş yıldızlı Michelin restoranı için Gere’ye gitmiştik, beş saatlik yemek seramonisini unutamıyorum. 1994’te yolumuz ayrılana kadar birlikte gezilerimiz sürdü.
ÖNCE PANAROMİK BAKIŞ
Gittiğim kentte, plan program yapmadan, kimseye danışmadan sokağa çıkmayı, yürümeyi, metrolara binmeyi, şehri keşfetmeyi severim. Önce yüksek bir nokta bulur panoromik manzarayı keşfederim. Sonra turistik şehir rehberini incelerim. Yerel el işlerinin satıldığı bölgelere giderim. Parklarda yürümeyi severim. Şehrin en kalabalık noktasında, bir kafeye oturup çevreyi seyrederim. Sadece Amerika’ya gittiğimde alışverişe çok zaman ayırırım. Sahaf, antikacı gezmeyi severim. 10 yıl önce bir arkadaşıma hediye alırken, kaplumbağa biblolarına merak sardım. Şimdi gittiğimülkelerden koleksiyonum için kaplumbağa biblosu topluyorum. Sayıları 130’u buldu. Eskiden plakçı dolaşmak büyük keyifti, şimdi çeşitler çok azaldı.
Şu anda yılın dört ayını Cambridge’deki evimde, birer ayını İstanbul ve Ankara’da, üç ayını Bodrum’da geçiriyorum. Geçen yıl ikişer kez ABD ve Uzakdoğu’ya gittim. Yılda yaklaşık 15 ülkede, 70 konser veriyorum. 57 ülke gördüm, Antarktika hariç tüm kıtalara ayak bastım. Uzakdoğu, özellikle Japonya, Kore, Çin bana Avrupa’dan çekici geliyor. Güney Amerika’da da ilk fırsatta Arjantin’e gitmek istiyorum. Unutamadığım gezilerimden biri Weimar turuydu. Uzun yıllar Liszt ve Goethe’nin izinden bu kentte yürümek istemiştim. Liszt Yarışması’nda jüri üyesi olarak gittim, 10 gün kaldım. Tüm boş zamanımı şehri keşfe ayırdım. Geçmişin atmosferini yaşadım, Liszt ve Goethe’nin evini gezerken kapıyı açıp karşıma çıkacaklarını hissettim. Bir başka unutulmaz gezim Kıbrıs’aydı. 2006 mutlu bir yıldı. Oğlum evlenmişti, ABD’deki konserlerim iyi geçmişti, sonbaharda Bellapais Manastırı’nda konsere davet edildim. Manastırın manzarası, bahçedeki atmosferden çok etkilendi. Schumann ve Mendelsohn varyasyonlarının yorumunda köklü bir dönüşüm yaşadım. Bu konserin görüntülerine daha sonra youtube’de rastladım.
SEUL’DE GECE OLMUYOR
Seul 24 saat yaşayan bir şehir. Doğal güzellikleri, tarihi dokusu, muhteşem mimari çeşitliliği, farklı dinlerin birlikteliği açısından büyüleyici. Ayrıca bir elektronik eşya merkezi. Kentin ilkbahar ve sonbaharı çok güzel.
Seul’e ilk kez 1985’te konsere gitmiştim. 2003’te Cambridge’de matematik profesörü olan eşim, Seul Üniversitesi’nde derse davet edildi, iki ay kaldık. Kore’nin özelliği diğer Uzakdoğu ülkelerine oranla turistik rotaların biraz dışında kalması, dinlerin bir arada huzur içinde yaşaması. Cami, kilise, havra, Budist tapınağını aynı sokak üstünde görmek mümkün. Korelilerin kaba oldukları söylenir. Bu doğru değil, ince ruhlu, sanatçı bir halk. Zarif veyetenekliler. Sadece mekanik yetenekleri olduğu söylenir. Oysa şair ruhlu, sıcakkanlı, ilgili, misapirperverler. Doğaya çok düşkünler, koruyorlar.
Seul’de tarihi alanlarla gökdelenler iç içe. Kentteki sarayların çok büyük parkları var. Biri hariç hepsi halka açık. Changdokkung Sarayı’nın 32 hektarlık gizli bahçeleri rehberle geziliyor. Pullomun Kapısı’nın altından geçenler sonsuza kadar genç kalıyor. Şehrin kıyısındaki Namsan Parkı’nın tropikal botanik bahçeleri olağanüstü zengin. Dağlık alanlarından kentin müthiş panaroması görülüyor. Parkta saatlerce yürümek mümkün. Gül ile orkide arası olağanüstü sarı çiçekleri, küçük ve sıradışı şekilleri olan egzotik ağaçları, rengarenk kuşları, cıvıltılarını unutamıyorum. Her yaştan, çok yaşlı kişiler tırmanış kıyafetleri, sopalarıyla yürüyordu.
ŞEHİR GÜVENLİ, ULAŞIM KOLAY
Şehrin en renkli bölgesi, alışveriş merkezlerinin bulunduğu It’aewon. Sabaha kadar açık. Gece 4’te bile alışveriş yapılıyor. Her şey dünyadaki fiyatların onda birine satılıyor. Dahası pazarlıkla yüzde 30’a kadar iniyorlar. Sokaktaki seyyar satıcılar elektronik de satıyor, yemek de. Yiyecek tezgahının önünde ısrarcı bir çocuk dikkatimi çekmişti. Nihayet annesi, kesekağıdı içinde birşeyler aldı. İştahla yiyordu çocuk. Yakından baktım, hamamböceğiydi!
Şehir çok güvenli. Sabaha kadar toplu ulaşım araçları çalışıyor. Rahatlıkla taksi de bulunuyor. Birçok yerde tabelalarda latin harfleri kullanılmış. Kore dili Japonca ve Çince gibi zor değil, çözmekte zorlanmadım.
Sanat galerileri, çay satıcıları Samch’angdonggi’de. Küçük atölyelerde el işi harika ağaç objeler, resimler üretilip, satılıyor. Halk resme meraklı, harika malzemeler satılıyor, insanın resme başlayası geliyor. Gelişkin bir grafik tekniğiyle kutu ve eşyalar üstüne çok güzel çiçek, ağaç, hayvan desenleri çiziyorlar. Renkler, üslup çok özgün. Büyük tuale rastlamadım. Boyanmış saksılarda orkide satıyorlar. Çiçek kadar saksısına da hayran kalıyor insan.
Şehirde 3-5 bin kişi alan 10-15 civarında konser, opera salonu var. Ayrıca büyük bir kültür merkezi dansla karışık geleneksel tiyatro eserlerine ayrılmış. Operada Mademe Butterfly’ı izledim. Çok iyiydi. Halk Sanatları Müzesi’ndeki renkler, figürler etkileyiciydi. Duvara asılan masklar başlıbaşına bir sanat. Herbirinin bir anlamı var. Kimi iyi evlilik dileği, kimini hayırlı evlat isteyen hamile kadınlar duvara asıyor. Çok güçlü ifadeleri var, ağaçtan yapılıyor, çok parlak renklere boyuyorlar.
ET YEMEKLERİ OLAĞANÜSTÜ
Restoranlarda çatal, bıçak ya da çubuk kullanabilirsiniz. Et yemekleri olağanüstü, fondü gibi masada pişiriyor, mangalda, soslarla ikram ediliyor. Baharatları ilginç. Yemekleri Japon mutfağından daha yakın bize. Biraz yağlı. Çoğunlukla vogue da kızartıyorar. Çok özel hazırlanmış dana, kuzu etleri tattım. Sebzelere yer fıstığı karıştırıyorlar, harika bir tat veriyor. Sebzeleri spagetti gibi kesip pişiyorlar. Tatlıyı Çin’deki kadar çok kullanmıyorlar. Tuzlu, ekşi yaygın. Pirinçten yapılan yerel alkollü içkiyi sıcak içiyorlar. Mantar çeşitleri çok zengin. Rengarenk. Eşim bir davette, canlı maymun yendiğini görmüş. Ben canlı yılan balığı pişirdiklerini gördüm. Farklı midye türleri vardı, çok lezzetliydi. İzlanda’daki balık restoranlarından sonra pek iddialı gelmedi bana. Balıkları pek lezzetli değil. Serhan YEDİG
Gülsin Onay yaklaşık 30 yıldır dünyayı geziyor. Yılda 70 konser veren sanatçı bugüne kadar Antarktika hariç tüm kıtalara ayak basmış, toplam 57 ülke görmüş. Uzakdoğu’yu daha çekici buluyor. Onay, ilk kez 1985’te konser için gittiği, 2003’te eşinin görevi nedeniyle iki ay kaldığı Seul’ü anlattı.
Çocukluğumda kışın her hafta sonu Uludağ’a, yazın Şile’ye giderdik. 5 yaşımdayken, dayım her detayını anlatarak İstanbul’u gezdirmişti. 12 yaşında eğitim için ailemle Paris’e gittim. Her yaz Türkiye’ye otomobille gider, gelirdik. Başlıbaşına serüven, eğlence olurdu. Yıl içinde Amsterdam, Güney Paris’e giderdik. Babam hızlı sürücüydü, günde 1000 kilometre yapardı. 13 yaşında gördüğüm Amsterdam evleri, kanalları, müzeleriyle beni etkilemişti. Çok istediğim için Alpleri gezdik, gelgiti merak ediyordum okyanus kıyısına götürdüler. Chartres Katedrali’nin vitraylarından etkilendiğimi hatırlıyorum. İlk yalnız yolculuğum Brugdor ve Berlin’eydi. Halalarımı ziyaret ettim. 17 yaşında Cannes’a gittim, bir arkadaşımda kaldım.
20 yaşında evlenip, Ankara’da yerleşince, yurtdışı gezilere altı yıl ara verdim. 1972’de Almanya’ya yerleştik. Eşim dört yıl sonra Türkiye’ye dönene kadar hiç seyahat etmedik. Sonrasında konser ve yarışmalar için Avustralya, ABD dahil birçok ülke gezdim. Avrupa’da ayak basmadığım Romanya, Yunanistan, Lüksemburg kaldı sadece. Yılda ortalama 50 konser veriyor, çok geziyordum. Tatillerimde Bodrum’a ve Silivri’deki evimizde geçiriyordum. 1986’da evlendiğim ikinci eşim Alman bir ekonomi profesörüydü. Gezmeyi çok sever, rotayı belirlerdi. Moğolistan, Küba gibi ülkelere konsere gittiğimde eşlik ederdi, birlikte çevreyi keşfederdik. Dünya mutfağına meraklıydı, bana bu bakış açısını kazandırdı. Beş yıldızlı Michelin restoranı için Gere’ye gitmiştik, beş saatlik yemek seramonisini unutamıyorum. 1994’te yolumuz ayrılana kadar birlikte gezilerimiz sürdü.
ÖNCE PANAROMİK BAKIŞ
Gittiğim kentte, plan program yapmadan, kimseye danışmadan sokağa çıkmayı, yürümeyi, metrolara binmeyi, şehri keşfetmeyi severim. Önce yüksek bir nokta bulur panoromik manzarayı keşfederim. Sonra turistik şehir rehberini incelerim. Yerel el işlerinin satıldığı bölgelere giderim. Parklarda yürümeyi severim. Şehrin en kalabalık noktasında, bir kafeye oturup çevreyi seyrederim. Sadece Amerika’ya gittiğimde alışverişe çok zaman ayırırım. Sahaf, antikacı gezmeyi severim. 10 yıl önce bir arkadaşıma hediye alırken, kaplumbağa biblolarına merak sardım. Şimdi gittiğim ülkelerden koleksiyonum için kaplumbağa biblosu topluyorum. Sayıları 130’u buldu. Eskiden plakçı dolaşmak büyük keyifti, şimdi çeşitler çok azaldı.
Şu anda yılın dört ayını Cambridge’deki evimde, birer ayını İstanbul ve Ankara’da, üç ayını Bodrum’da geçiriyorum. Geçen yıl ikişer kez ABD ve Uzakdoğu’ya gittim. Yılda yaklaşık 15 ülkede, 70 konser veriyorum. 57 ülke gördüm, Antarktika hariç tüm kıtalara ayak bastım. Uzakdoğu, özellikle Japonya, Kore, Çin bana Avrupa’dan çekici geliyor. Güney Amerika’da da ilk fırsatta Arjantin’e gitmek istiyorum. Unutamadığım gezilerimden biri Weimar turuydu. Uzun yıllar Liszt ve Goethe’nin izinden bu kentte yürümek istemiştim. Liszt Yarışması’nda jüri üyesi olarak gittim, 10 gün kaldım. Tüm boş zamanımı şehri keşfe ayırdım. Geçmişin atmosferini yaşadım, Liszt ve Goethe’nin evini gezerken kapıyı açıp karşıma çıkacaklarını hissettim. Bir başka unutulmaz gezim Kıbrıs’aydı. 2006 mutlu bir yıldı. Oğlum evlenmişti, ABD’deki konserlerim iyi geçmişti, sonbaharda Bellapais Manastırı’nda konsere davet edildim. Manastırın manzarası, bahçedeki atmosferden çok etkilendi. Schumann ve Mendelsohn varyasyonlarının yorumunda köklü bir dönüşüm yaşadım. Bu konserin görüntülerine daha sonra youtube’de rastladım.
SEUL’DE GECE OLMUYOR
Seul 24 saat yaşayan bir şehir. Doğal güzellikleri, tarihi dokusu, muhteşem mimari çeşitliliği, farklı dinlerin birlikteliği açısından büyüleyici. Ayrıca bir elektronik eşya merkezi. Kentin ilkbahar ve sonbaharı çok güzel.
Seul’e ilk kez 1985’te konsere gitmiştim. 2003’te Cambridge’de matematik profesörü olan eşim, Seul Üniversitesi’nde derse davet edildi, iki ay kaldık. Kore’nin özelliği diğer Uzakdoğu ülkelerine oranla turistik rotaların biraz dışında kalması, dinlerin bir arada huzur içinde yaşaması. Cami, kilise, havra, Budist tapınağını aynı sokak üstünde görmek mümkün. Korelilerin kaba oldukları söylenir. Bu doğru değil, ince ruhlu, sanatçı bir halk. Zarif ve yetenekliler. Sadece mekanik yetenekleri olduğu söylenir. Oysa şair ruhlu, sıcakkanlı, ilgili, misapirperverler. Doğaya çok düşkünler, koruyorlar.
Seul’de tarihi alanlarla gökdelenler iç içe. Kentteki sarayların çok büyük parkları var. Biri hariç hepsi halka açık. Changdokkung Sarayı’nın 32 hektarlık gizli bahçeleri rehberle geziliyor. Pullomun Kapısı’nın altından geçenler sonsuza kadar genç kalıyor. Şehrin kıyısındaki Namsan Parkı’nın tropikal botanik bahçeleri olağanüstü zengin. Dağlık alanlarından kentin müthiş panaroması görülüyor. Parkta saatlerce yürümek mümkün. Gül ile orkide arası olağanüstü sarı çiçekleri, küçük ve sıradışı şekilleri olan egzotik ağaçları, rengarenk kuşları, cıvıltılarını unutamıyorum. Her yaştan, çok yaşlı kişiler tırmanış kıyafetleri, sopalarıyla yürüyordu.
ŞEHİR GÜVENLİ, ULAŞIM KOLAY
Şehrin en renkli bölgesi, alışveriş merkezlerinin bulunduğu It’aewon. Sabaha kadar açık. Gece 4’te bile alışveriş yapılıyor. Her şey dünyadaki fiyatların onda birine satılıyor. Dahası pazarlıkla yüzde 30’a kadar iniyorlar. Sokaktaki seyyar satıcılar elektronik de satıyor, yemek de. Yiyecek tezgahının önünde ısrarcı bir çocuk dikkatimi çekmişti. Nihayet annesi, kesekağıdı içinde birşeyler aldı. İştahla yiyordu çocuk. Yakından baktım, hamamböceğiydi!
Şehir çok güvenli. Sabaha kadar toplu ulaşım araçları çalışıyor. Rahatlıkla taksi de bulunuyor. Birçok yerde tabelalarda latin harfleri kullanılmış. Kore dili Japonca ve Çince gibi zor değil, çözmekte zorlanmadım.
Sanat galerileri, çay satıcıları Samch’angdonggi’de. Küçük atölyelerde el işi harika ağaç objeler, resimler üretilip, satılıyor. Halk resme meraklı, harika malzemeler satılıyor, insanın resme başlayası geliyor. Gelişkin bir grafik tekniğiyle kutu ve eşyalar üstüne çok güzel çiçek, ağaç, hayvan desenleri çiziyorlar. Renkler, üslup çok özgün. Büyük tuale rastlamadım. Boyanmış saksılarda orkide satıyorlar. Çiçek kadar saksısına da hayran kalıyor insan.
Şehirde 3-5 bin kişi alan 10-15 civarında konser, opera salonu var. Ayrıca büyük bir kültür merkezi dansla karışık geleneksel tiyatro eserlerine ayrılmış. Operada Mademe Butterfly’ı izledim. Çok iyiydi. Halk Sanatları Müzesi’ndeki renkler, figürler etkileyiciydi. Duvara asılan masklar başlıbaşına bir sanat. Herbirinin bir anlamı var. Kimi iyi evlilik dileği, kimini hayırlı evlat isteyen hamile kadınlar duvara asıyor. Çok güçlü ifadeleri var, ağaçtan yapılıyor, çok parlak renklere boyuyorlar.
ET YEMEKLERİ OLAĞANÜSTÜ
Restoranlarda çatal, bıçak ya da çubuk kullanabilirsiniz. Et yemekleri olağanüstü, fondü gibi masada pişiriyor, mangalda, soslarla ikram ediliyor. Baharatları ilginç. Yemekleri Japon mutfağından daha yakın bize. Biraz yağlı. Çoğunlukla vogue da kızartıyorar. Çok özel hazırlanmış dana, kuzu etleri tattım. Sebzelere yer fıstığı karıştırıyorlar, harika bir tat veriyor. Sebzeleri spagetti gibi kesip pişiyorlar. Tatlıyı Çin’deki kadar çok kullanmıyorlar. Tuzlu, ekşi yaygın. Pirinçten yapılan yerel alkollü içkiyi sıcak içiyorlar. Mantar çeşitleri çok zengin. Rengarenk. Eşim bir davette, canlı maymun yendiğini görmüş. Ben canlı yılan balığı pişirdiklerini gördüm. Farklı midye türleri vardı, çok lezzetliydi. İzlanda’daki balık restoranlarından sonra pek iddialı gelmedi bana. Balıkları pek lezzetli değil.
seyahatte ne okuyor
Biyografi, edebiyat, rehber kitaplar
ne yiyor ne içiyor
Yerel lezzetler, yerel içecekler
ne giyiyor
Seyahatte bile spor giyinmem
nerede kalıyor
Asya’da büyük otellerde, Avrupa’da butik otellerde
neyle seyahat ediyor
Uçak, toplu ulaşım araçları
çantasının vazgeçilmezleri
Fotoğraf makinesi, ilaç, birkaç biblo ve fotoğraf, eşarp
kiminle seyahat ediyor
Çoğunlukla yalnız, bazen eşiyle
oradan ne alıyor
El işleri, kaplumbağa koleksiyonu için objeler
20 yaşında evlenip, Ankara’da yerleşince, yurtdışı gezilere altı yıl ara verdim. 1972’de Almanya’ya yerleştik. Eşim dört yıl sonra Türkiye’ye dönene kadar hiç seyahat etmedik. Sonrasında konser ve yarışmalar için Avustralya, ABD dahil birçok ülke gezdim. Avrupa’da ayak basmadığım Romanya, Yunanistan, Lüksemburg kaldı sadece. Yılda ortalama 50 konser veriyor, çok geziyordum. Tatillerimde Bodrum’a ve Silivri’deki evimizde geçiriyordum. 1986’da evlendiğim ikinci eşim Alman bir ekonomi profesörüydü. Gezmeyi çok sever, rotayı belirlerdi. Moğolistan, Küba gibi ülkelere konsere gittiğimde eşlik ederdi, birlikte çevreyi keşfederdik. Dünya mutfağına meraklıydı, bana bu bakış açısını kazandırdı. Beş yıldızlı Michelin restoranı için Gere’ye gitmiştik, beş saatlik yemek seramonisini unutamıyorum. 1994’te yolumuz ayrılana kadar birlikte gezilerimiz sürdü.
ÖNCE PANAROMİK BAKIŞ
Gittiğim kentte, plan program yapmadan, kimseye danışmadan sokağa çıkmayı, yürümeyi, metrolara binmeyi, şehri keşfetmeyi severim. Önce yüksek bir nokta bulur panoromik manzarayı keşfederim. Sonra turistik şehir rehberini incelerim. Yerel el işlerinin satıldığı bölgelere giderim. Parklarda yürümeyi severim. Şehrin en kalabalık noktasında, bir kafeye oturup çevreyi seyrederim. Sadece Amerika’ya gittiğimde alışverişe çok zaman ayırırım. Sahaf, antikacı gezmeyi severim. 10 yıl önce bir arkadaşıma hediye alırken, kaplumbağa biblolarına merak sardım. Şimdi gittiğimülkelerden koleksiyonum için kaplumbağa biblosu topluyorum. Sayıları 130’u buldu. Eskiden plakçı dolaşmak büyük keyifti, şimdi çeşitler çok azaldı.
Şu anda yılın dört ayını Cambridge’deki evimde, birer ayını İstanbul ve Ankara’da, üç ayını Bodrum’da geçiriyorum. Geçen yıl ikişer kez ABD ve Uzakdoğu’ya gittim. Yılda yaklaşık 15 ülkede, 70 konser veriyorum. 57 ülke gördüm, Antarktika hariç tüm kıtalara ayak bastım. Uzakdoğu, özellikle Japonya, Kore, Çin bana Avrupa’dan çekici geliyor. Güney Amerika’da da ilk fırsatta Arjantin’e gitmek istiyorum. Unutamadığım gezilerimden biri Weimar turuydu. Uzun yıllar Liszt ve Goethe’nin izinden bu kentte yürümek istemiştim. Liszt Yarışması’nda jüri üyesi olarak gittim, 10 gün kaldım. Tüm boş zamanımı şehri keşfe ayırdım. Geçmişin atmosferini yaşadım, Liszt ve Goethe’nin evini gezerken kapıyı açıp karşıma çıkacaklarını hissettim. Bir başka unutulmaz gezim Kıbrıs’aydı. 2006 mutlu bir yıldı. Oğlum evlenmişti, ABD’deki konserlerim iyi geçmişti, sonbaharda Bellapais Manastırı’nda konsere davet edildim. Manastırın manzarası, bahçedeki atmosferden çok etkilendi. Schumann ve Mendelsohn varyasyonlarının yorumunda köklü bir dönüşüm yaşadım. Bu konserin görüntülerine daha sonra youtube’de rastladım.
SEUL’DE GECE OLMUYOR
Seul 24 saat yaşayan bir şehir. Doğal güzellikleri, tarihi dokusu, muhteşem mimari çeşitliliği, farklı dinlerin birlikteliği açısından büyüleyici. Ayrıca bir elektronik eşya merkezi. Kentin ilkbahar ve sonbaharı çok güzel.
Seul’e ilk kez 1985’te konsere gitmiştim. 2003’te Cambridge’de matematik profesörü olan eşim, Seul Üniversitesi’nde derse davet edildi, iki ay kaldık. Kore’nin özelliği diğer Uzakdoğu ülkelerine oranla turistik rotaların biraz dışında kalması, dinlerin bir arada huzur içinde yaşaması. Cami, kilise, havra, Budist tapınağını aynı sokak üstünde görmek mümkün. Korelilerin kaba oldukları söylenir. Bu doğru değil, ince ruhlu, sanatçı bir halk. Zarif veyetenekliler. Sadece mekanik yetenekleri olduğu söylenir. Oysa şair ruhlu, sıcakkanlı, ilgili, misapirperverler. Doğaya çok düşkünler, koruyorlar.
Seul’de tarihi alanlarla gökdelenler iç içe. Kentteki sarayların çok büyük parkları var. Biri hariç hepsi halka açık. Changdokkung Sarayı’nın 32 hektarlık gizli bahçeleri rehberle geziliyor. Pullomun Kapısı’nın altından geçenler sonsuza kadar genç kalıyor. Şehrin kıyısındaki Namsan Parkı’nın tropikal botanik bahçeleri olağanüstü zengin. Dağlık alanlarından kentin müthiş panaroması görülüyor. Parkta saatlerce yürümek mümkün. Gül ile orkide arası olağanüstü sarı çiçekleri, küçük ve sıradışı şekilleri olan egzotik ağaçları, rengarenk kuşları, cıvıltılarını unutamıyorum. Her yaştan, çok yaşlı kişiler tırmanış kıyafetleri, sopalarıyla yürüyordu.
ŞEHİR GÜVENLİ, ULAŞIM KOLAY
Şehrin en renkli bölgesi, alışveriş merkezlerinin bulunduğu It’aewon. Sabaha kadar açık. Gece 4’te bile alışveriş yapılıyor. Her şey dünyadaki fiyatların onda birine satılıyor. Dahası pazarlıkla yüzde 30’a kadar iniyorlar. Sokaktaki seyyar satıcılar elektronik de satıyor, yemek de. Yiyecek tezgahının önünde ısrarcı bir çocuk dikkatimi çekmişti. Nihayet annesi, kesekağıdı içinde birşeyler aldı. İştahla yiyordu çocuk. Yakından baktım, hamamböceğiydi!
Şehir çok güvenli. Sabaha kadar toplu ulaşım araçları çalışıyor. Rahatlıkla taksi de bulunuyor. Birçok yerde tabelalarda latin harfleri kullanılmış. Kore dili Japonca ve Çince gibi zor değil, çözmekte zorlanmadım.
Sanat galerileri, çay satıcıları Samch’angdonggi’de. Küçük atölyelerde el işi harika ağaç objeler, resimler üretilip, satılıyor. Halk resme meraklı, harika malzemeler satılıyor, insanın resme başlayası geliyor. Gelişkin bir grafik tekniğiyle kutu ve eşyalar üstüne çok güzel çiçek, ağaç, hayvan desenleri çiziyorlar. Renkler, üslup çok özgün. Büyük tuale rastlamadım. Boyanmış saksılarda orkide satıyorlar. Çiçek kadar saksısına da hayran kalıyor insan.
Şehirde 3-5 bin kişi alan 10-15 civarında konser, opera salonu var. Ayrıca büyük bir kültür merkezi dansla karışık geleneksel tiyatro eserlerine ayrılmış. Operada Mademe Butterfly’ı izledim. Çok iyiydi. Halk Sanatları Müzesi’ndeki renkler, figürler etkileyiciydi. Duvara asılan masklar başlıbaşına bir sanat. Herbirinin bir anlamı var. Kimi iyi evlilik dileği, kimini hayırlı evlat isteyen hamile kadınlar duvara asıyor. Çok güçlü ifadeleri var, ağaçtan yapılıyor, çok parlak renklere boyuyorlar.
ET YEMEKLERİ OLAĞANÜSTÜ
Restoranlarda çatal, bıçak ya da çubuk kullanabilirsiniz. Et yemekleri olağanüstü, fondü gibi masada pişiriyor, mangalda, soslarla ikram ediliyor. Baharatları ilginç. Yemekleri Japon mutfağından daha yakın bize. Biraz yağlı. Çoğunlukla vogue da kızartıyorar. Çok özel hazırlanmış dana, kuzu etleri tattım. Sebzelere yer fıstığı karıştırıyorlar, harika bir tat veriyor. Sebzeleri spagetti gibi kesip pişiyorlar. Tatlıyı Çin’deki kadar çok kullanmıyorlar. Tuzlu, ekşi yaygın. Pirinçten yapılan yerel alkollü içkiyi sıcak içiyorlar. Mantar çeşitleri çok zengin. Rengarenk. Eşim bir davette, canlı maymun yendiğini görmüş. Ben canlı yılan balığı pişirdiklerini gördüm. Farklı midye türleri vardı, çok lezzetliydi. İzlanda’daki balık restoranlarından sonra pek iddialı gelmedi bana. Balıkları pek lezzetli değil. Serhan YEDİG
Gülsin Onay yaklaşık 30 yıldır dünyayı geziyor. Yılda 70 konser veren sanatçı bugüne kadar Antarktika hariç tüm kıtalara ayak basmış, toplam 57 ülke görmüş. Uzakdoğu’yu daha çekici buluyor. Onay, ilk kez 1985’te konser için gittiği, 2003’te eşinin görevi nedeniyle iki ay kaldığı Seul’ü anlattı.
Çocukluğumda kışın her hafta sonu Uludağ’a, yazın Şile’ye giderdik. 5 yaşımdayken, dayım her detayını anlatarak İstanbul’u gezdirmişti. 12 yaşında eğitim için ailemle Paris’e gittim. Her yaz Türkiye’ye otomobille gider, gelirdik. Başlıbaşına serüven, eğlence olurdu. Yıl içinde Amsterdam, Güney Paris’e giderdik. Babam hızlı sürücüydü, günde 1000 kilometre yapardı. 13 yaşında gördüğüm Amsterdam evleri, kanalları, müzeleriyle beni etkilemişti. Çok istediğim için Alpleri gezdik, gelgiti merak ediyordum okyanus kıyısına götürdüler. Chartres Katedrali’nin vitraylarından etkilendiğimi hatırlıyorum. İlk yalnız yolculuğum Brugdor ve Berlin’eydi. Halalarımı ziyaret ettim. 17 yaşında Cannes’a gittim, bir arkadaşımda kaldım.
20 yaşında evlenip, Ankara’da yerleşince, yurtdışı gezilere altı yıl ara verdim. 1972’de Almanya’ya yerleştik. Eşim dört yıl sonra Türkiye’ye dönene kadar hiç seyahat etmedik. Sonrasında konser ve yarışmalar için Avustralya, ABD dahil birçok ülke gezdim. Avrupa’da ayak basmadığım Romanya, Yunanistan, Lüksemburg kaldı sadece. Yılda ortalama 50 konser veriyor, çok geziyordum. Tatillerimde Bodrum’a ve Silivri’deki evimizde geçiriyordum. 1986’da evlendiğim ikinci eşim Alman bir ekonomi profesörüydü. Gezmeyi çok sever, rotayı belirlerdi. Moğolistan, Küba gibi ülkelere konsere gittiğimde eşlik ederdi, birlikte çevreyi keşfederdik. Dünya mutfağına meraklıydı, bana bu bakış açısını kazandırdı. Beş yıldızlı Michelin restoranı için Gere’ye gitmiştik, beş saatlik yemek seramonisini unutamıyorum. 1994’te yolumuz ayrılana kadar birlikte gezilerimiz sürdü.
ÖNCE PANAROMİK BAKIŞ
Gittiğim kentte, plan program yapmadan, kimseye danışmadan sokağa çıkmayı, yürümeyi, metrolara binmeyi, şehri keşfetmeyi severim. Önce yüksek bir nokta bulur panoromik manzarayı keşfederim. Sonra turistik şehir rehberini incelerim. Yerel el işlerinin satıldığı bölgelere giderim. Parklarda yürümeyi severim. Şehrin en kalabalık noktasında, bir kafeye oturup çevreyi seyrederim. Sadece Amerika’ya gittiğimde alışverişe çok zaman ayırırım. Sahaf, antikacı gezmeyi severim. 10 yıl önce bir arkadaşıma hediye alırken, kaplumbağa biblolarına merak sardım. Şimdi gittiğim ülkelerden koleksiyonum için kaplumbağa biblosu topluyorum. Sayıları 130’u buldu. Eskiden plakçı dolaşmak büyük keyifti, şimdi çeşitler çok azaldı.
Şu anda yılın dört ayını Cambridge’deki evimde, birer ayını İstanbul ve Ankara’da, üç ayını Bodrum’da geçiriyorum. Geçen yıl ikişer kez ABD ve Uzakdoğu’ya gittim. Yılda yaklaşık 15 ülkede, 70 konser veriyorum. 57 ülke gördüm, Antarktika hariç tüm kıtalara ayak bastım. Uzakdoğu, özellikle Japonya, Kore, Çin bana Avrupa’dan çekici geliyor. Güney Amerika’da da ilk fırsatta Arjantin’e gitmek istiyorum. Unutamadığım gezilerimden biri Weimar turuydu. Uzun yıllar Liszt ve Goethe’nin izinden bu kentte yürümek istemiştim. Liszt Yarışması’nda jüri üyesi olarak gittim, 10 gün kaldım. Tüm boş zamanımı şehri keşfe ayırdım. Geçmişin atmosferini yaşadım, Liszt ve Goethe’nin evini gezerken kapıyı açıp karşıma çıkacaklarını hissettim. Bir başka unutulmaz gezim Kıbrıs’aydı. 2006 mutlu bir yıldı. Oğlum evlenmişti, ABD’deki konserlerim iyi geçmişti, sonbaharda Bellapais Manastırı’nda konsere davet edildim. Manastırın manzarası, bahçedeki atmosferden çok etkilendi. Schumann ve Mendelsohn varyasyonlarının yorumunda köklü bir dönüşüm yaşadım. Bu konserin görüntülerine daha sonra youtube’de rastladım.
SEUL’DE GECE OLMUYOR
Seul 24 saat yaşayan bir şehir. Doğal güzellikleri, tarihi dokusu, muhteşem mimari çeşitliliği, farklı dinlerin birlikteliği açısından büyüleyici. Ayrıca bir elektronik eşya merkezi. Kentin ilkbahar ve sonbaharı çok güzel.
Seul’e ilk kez 1985’te konsere gitmiştim. 2003’te Cambridge’de matematik profesörü olan eşim, Seul Üniversitesi’nde derse davet edildi, iki ay kaldık. Kore’nin özelliği diğer Uzakdoğu ülkelerine oranla turistik rotaların biraz dışında kalması, dinlerin bir arada huzur içinde yaşaması. Cami, kilise, havra, Budist tapınağını aynı sokak üstünde görmek mümkün. Korelilerin kaba oldukları söylenir. Bu doğru değil, ince ruhlu, sanatçı bir halk. Zarif ve yetenekliler. Sadece mekanik yetenekleri olduğu söylenir. Oysa şair ruhlu, sıcakkanlı, ilgili, misapirperverler. Doğaya çok düşkünler, koruyorlar.
Seul’de tarihi alanlarla gökdelenler iç içe. Kentteki sarayların çok büyük parkları var. Biri hariç hepsi halka açık. Changdokkung Sarayı’nın 32 hektarlık gizli bahçeleri rehberle geziliyor. Pullomun Kapısı’nın altından geçenler sonsuza kadar genç kalıyor. Şehrin kıyısındaki Namsan Parkı’nın tropikal botanik bahçeleri olağanüstü zengin. Dağlık alanlarından kentin müthiş panaroması görülüyor. Parkta saatlerce yürümek mümkün. Gül ile orkide arası olağanüstü sarı çiçekleri, küçük ve sıradışı şekilleri olan egzotik ağaçları, rengarenk kuşları, cıvıltılarını unutamıyorum. Her yaştan, çok yaşlı kişiler tırmanış kıyafetleri, sopalarıyla yürüyordu.
ŞEHİR GÜVENLİ, ULAŞIM KOLAY
Şehrin en renkli bölgesi, alışveriş merkezlerinin bulunduğu It’aewon. Sabaha kadar açık. Gece 4’te bile alışveriş yapılıyor. Her şey dünyadaki fiyatların onda birine satılıyor. Dahası pazarlıkla yüzde 30’a kadar iniyorlar. Sokaktaki seyyar satıcılar elektronik de satıyor, yemek de. Yiyecek tezgahının önünde ısrarcı bir çocuk dikkatimi çekmişti. Nihayet annesi, kesekağıdı içinde birşeyler aldı. İştahla yiyordu çocuk. Yakından baktım, hamamböceğiydi!
Şehir çok güvenli. Sabaha kadar toplu ulaşım araçları çalışıyor. Rahatlıkla taksi de bulunuyor. Birçok yerde tabelalarda latin harfleri kullanılmış. Kore dili Japonca ve Çince gibi zor değil, çözmekte zorlanmadım.
Sanat galerileri, çay satıcıları Samch’angdonggi’de. Küçük atölyelerde el işi harika ağaç objeler, resimler üretilip, satılıyor. Halk resme meraklı, harika malzemeler satılıyor, insanın resme başlayası geliyor. Gelişkin bir grafik tekniğiyle kutu ve eşyalar üstüne çok güzel çiçek, ağaç, hayvan desenleri çiziyorlar. Renkler, üslup çok özgün. Büyük tuale rastlamadım. Boyanmış saksılarda orkide satıyorlar. Çiçek kadar saksısına da hayran kalıyor insan.
Şehirde 3-5 bin kişi alan 10-15 civarında konser, opera salonu var. Ayrıca büyük bir kültür merkezi dansla karışık geleneksel tiyatro eserlerine ayrılmış. Operada Mademe Butterfly’ı izledim. Çok iyiydi. Halk Sanatları Müzesi’ndeki renkler, figürler etkileyiciydi. Duvara asılan masklar başlıbaşına bir sanat. Herbirinin bir anlamı var. Kimi iyi evlilik dileği, kimini hayırlı evlat isteyen hamile kadınlar duvara asıyor. Çok güçlü ifadeleri var, ağaçtan yapılıyor, çok parlak renklere boyuyorlar.
ET YEMEKLERİ OLAĞANÜSTÜ
Restoranlarda çatal, bıçak ya da çubuk kullanabilirsiniz. Et yemekleri olağanüstü, fondü gibi masada pişiriyor, mangalda, soslarla ikram ediliyor. Baharatları ilginç. Yemekleri Japon mutfağından daha yakın bize. Biraz yağlı. Çoğunlukla vogue da kızartıyorar. Çok özel hazırlanmış dana, kuzu etleri tattım. Sebzelere yer fıstığı karıştırıyorlar, harika bir tat veriyor. Sebzeleri spagetti gibi kesip pişiyorlar. Tatlıyı Çin’deki kadar çok kullanmıyorlar. Tuzlu, ekşi yaygın. Pirinçten yapılan yerel alkollü içkiyi sıcak içiyorlar. Mantar çeşitleri çok zengin. Rengarenk. Eşim bir davette, canlı maymun yendiğini görmüş. Ben canlı yılan balığı pişirdiklerini gördüm. Farklı midye türleri vardı, çok lezzetliydi. İzlanda’daki balık restoranlarından sonra pek iddialı gelmedi bana. Balıkları pek lezzetli değil.
seyahatte ne okuyor
Biyografi, edebiyat, rehber kitaplar
ne yiyor ne içiyor
Yerel lezzetler, yerel içecekler
ne giyiyor
Seyahatte bile spor giyinmem
nerede kalıyor
Asya’da büyük otellerde, Avrupa’da butik otellerde
neyle seyahat ediyor
Uçak, toplu ulaşım araçları
çantasının vazgeçilmezleri
Fotoğraf makinesi, ilaç, birkaç biblo ve fotoğraf, eşarp
kiminle seyahat ediyor
Çoğunlukla yalnız, bazen eşiyle
oradan ne alıyor
El işleri, kaplumbağa koleksiyonu için objeler