Hüseyin YURTTAŞ
Son Güncelleme:
Serhaddimiz Edirne
Edirne’ye yolum ilk kez 1961 yılında düşmüştür. İstanbul’da bile henüz garaj mefhumu yokken, Sirkeci sokaklarından bindiğim otobüs, hayli sıkıntılı bir yolculuktan sonra beni oraya götürmüştür. Selimiye’nin minarelerini karşıdan önce iki, sonra üç, şehre girince de dört görünce; ağzım bir karış açık kalmıştır ki, tevatür bir şaşkınlıktır.
Siz şimdi diyeceksiniz ki, "Kardeşim, bizim bildiğimiz Selimiye’nin dört minaresi vardır ve de her biri üç şerefelidir." Bilmez olur muyum? Hem nereye kadar bilirim, bilir misiniz; o öndeki minarelerin sağdaki ilkinin kapısından girdiğinizde, sizi üç merdivenin karşılayacağına ve bu üç merdivenin de ayrı ayrı üç şerefeye çıkacağına kadar... Öteki minarelerde ise tek merdiven olduğunu ve üç şerefeye de onunla çıkıldığını bilirim. 16 yaşımın zıpırlığıyla çıktığım bu minarenin sanki ilk şerefesine değil de, uzayda bir yerlere ulaşmıştım; oradan biliyorum. Yükseklik korkumun temeli orada atıldı çünkü. O dört minare iki görünerek, yeni kod numarasını bilmediğim, eski adıyla E-5 Karayolu’ndan öyle azametle dikilmiş iki mızrak gibi karşılardı sizi. 1961’de beni karşıladığı gibi. Az bir fireyle, yine öyle.
Bir daha ve bin kez Merhaba!
Hoş buldum, hoşça buldum seni Edirne şehri.
Serhaddin öksüzü, Batı’nın unutulmuşu; merhaba!
İşte, usul usul Selimiye’nin öteki minareleri: 3. ve 4.
Esselam Edirne şehri!
Kim bilir kaçıncı kez Edirne’deydim. Dedim: "Usul dur çocuk. Çocukluğun da bir sınırı vardır. Hele şimdi, altmışını aşmış bir çocukken..."
O Edirne şehri ki, karşımdadır ve tarihin içinden sıyrılıp gelen görkemli kimliğiyle pehlivan pehlivan ortada dolanmakta, peşrev çekmektedir.
Şimdi onu adımlamakta iş. Üşenmek ne demek, sevdalının büyülenmiş gözlerinin görmek istediğine ayaklar diretir mi hiç!
Hiç bakmadım. Mimar Sinan’ın elini öptüm heykelinde, Selimiye’yi döne dolaşa gezdim. Öyle ki, "müezzin mahfili"nin ayaklarından birine işlenmiş Ters Lale’yi bile arayıp buldum.
Eski Cami, Üç Şerefeli... Mezit Bey Hamamı... Külliyen külliyeler. Bedesten. Kervansaray.
Derler ki: "Eski Cami’nin yazısı / Üç Şerefeli’nin kapısı/Selimiye’nin yapısı..."
Ünlü kervansaray karşımda. Şimdi otel. Geçen yıllarda birkaç gün orada konakladım. Benim Edirne’ye ilk adımımı attığım 1961 yılında bir harabeydi burası. 1964 yılında buradan ayrılırken Kervansaray’a bakan "kafe"lerin yerinde şehrin garajı vardı.
Şimdi hayli canlanmış çarşı içlerinden vurup Saraçlar Caddesi’ne, oradan Alipaşa Çarşısı’na ulaşıyorum. Yağmur kaçkınlıklarının özel kokularla dolu hazinesinin şimdiki kokuları farklı. Dükkánlar, dükkánlar... Edirne’nin meyve biçimindeki sabunları ve "aynalı süpürgeleri" hemen her hediyelikçi dükkánında var. Almamak olmaz. Andaç gerek.
Alipaşa Çarşısı’nın orta kapısının batı kesimi ciğercilerle dolmuş. Yaprak ciğer, Edirne tarihine yenilerde yazılmış. Kim bulmuş, kim getirip ünlendirmişse helal olsun! Şimdi Edirne’ye varıp da yaprak ciğer yememek olmaz! Yalnız ciğercilerimiz, ciğerin yanında soğan vermeyi henüz benimsememişler, hatta düşünememişlerdir ya; severseniz söyleyin, öbür lokantadan da olsa, bulup getirirler!
Ciğercilerden batıya, kadim Edirne şehrinin mahallelerine doğru yürüdüğünüzde sizi eski yapılar karşılayacaktır. İki adım sonra vardığınız yer Koca Yusuf’un kabridir oysa. Vaktiyle bakıp bakıp, "Eskinin acar adamlarının eni boyu eğer bu mezardaki kadarsa, vah onların karşısına çıkana!" dediğimi anımsıyorum ya, essahtan öyle!
Koca Yusuf, Edirne tarihine gömülmüş nice devden biri! Öyle upuzun, gepgeniş yatıyor orda.
Kaleiçi’nin eski evlerinin önemli bölümü bütünüyle ahşap. Onları korumak bir sorun. Mirasçılar arasındaki anlaşmazlıklar, bırakıp gitmeler, kolay evlere göçlerle yeni düzen tutturmalar, bu kocaman eski mahalleleri kargalara teslim etmiş. Oysa geçmişin Vali Konağı bile buradaydı. Kala kala İstiklal İlkokulu kalmış o günlerden bugünlere ve de bazı evler. Ötesi, geçmişiyle övünmeye fırsat bulamayan düşkün ihtiyarlar gibi gözleri derinlerde yüzen bakışlarıyla göçkün evler...
DÜŞ DOLU TARİH
Bu şehrin inceliklerle yüklü, düş dolu bir tarihi vardır: Benim tarihime yazılan Ayvazoğlu, Maarif ve Serhat sinemalarının hanidir yerinde yeller esiyor. Serhat Sineması’nı işleten aktör Özdemir Han’ı başında beresiyle orada, duvarları hasır kaplı o salonda defalarca gördüğümü anımsıyorum.
Saraçlar Caddesi’nden aşağılara insem şimdi, orada sağdaki sokaklardan birinde artık harap olmuş havrayı bulacağım. Solda bir yerlerde Tahtakale Hamamı olacak.
Peynirciler artık bu tarafta kümelenmiş. Tam yağlı merhem gibi Edirne peynirini de oradan olmak en iyisi.
Gel dostum, biz haberi öteden verek! Avrupa yollarına düşmeden E-5 üzerinde göreceğiniz son köprü, Gazimihal Köprüsü’dür. Onun berisindeki, bugün yere batmış gibi duran Gazimihal Camii artık sessizliğin nöbetçisi gibidir. Tunca’nın bulanık suları orada usul usul akadursun, biz köprüden geçip yolumuza devam edebiliriz. Setler üzerinden Tunca’yı seyrederek seyrana çıkacaksak, o türküyü unamsayıp mırıldanmanın zamanıdır:
"Tunca da boyuna aman amman, Tunca da boyuna,
Tunca boyları kalabalık Hatice’m, gel gir koynuma!"
E/5’in ucu Kapıkule’ye çıkar ve ötesi Frengistan"dır.
Köprüden sonra sağa sapacak olursanız, Yeniimaret ve Yıldırım yolundasınızdır.
Yıldırım Külliyesi, insanların kimi ilaçlar yanında özellikle moral verilerek ve müzik dinletilerek iyileştirilmeye çalışıldığı bir yerdir. Bugün hastaların, tabiplerin ve hastabakıcıların, sazende ve hanendelerin odalarında maketlerinin durduğu bir yer burası. Çılgına çarenin, sanat olduğunu Osmanlı da görmüş... Bergama Asklepion’dekinden yüzlerce yıl sonra olsa da.
Fatih Köprüsü’nden geçince, Kanuni’nin Adalet Kasrı’nı karşınızda bulursunuz! Efendim, burası ünlü Sarayiçi’dir. Eski saraydan, saraylardan bugüne kalan birkaç duvar kalıntısını fark etmeniz bile zordur. Ama şu kasr ve önünde dikili iki taş, o günleri size yeniden yaşatır. Bu taşlardan biri dilek taşıdır. İsteyen dileklerini yazar, getirir onun üzerine bırakır imiş. İbret taşı ise ürkütücüdür. Orada, cezalandırılıp kesilmiş kelleler ibret olsun diye sergilenirmiş. Viyana’dan yenilgiyle dönen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Belgrad’da kesilen kellesi de orada sergilenmiş.
Sarayiçi, bir diğer adıyla "Er Meydanı" Kırkpınar, tam da orada zümrüt yeşilliğiyle karşılar sizi. Yüzlerce yıldır pehlivanlar peşrev çekip güreş tutar bu meydanda. Yiğidin harman olduğu yerdir burası.
Orada Sarayiçi Köprüsü’nden geçip şehrin kuzey mahallelerine girecek olursanız Muradiye Camii’nin görkemi karşılayacaktır sizi.
EDİRNE’NİN KÖPRÜLERİ
Edirne köprülerinin, ırmakları sessizlikle karşılayan gururlu duruşlarını görmelisiniz. Irmakların bileklerine altın bilezikler gibi geçirilmiş köprülerin edebiyatımıza taşıyan Füruzan’ın ünlü öyküsü "Edirne’nin Köprüleri"ni anımsamamak olmaz. Bir de tabii Niyazi Akıncıoğlu’nun güzelim Edirne şiirin o dizelerini:
"Bir yerde görürsen ki:
Ağır ve edalı akar
dal dal söğütleri öperek
samur üç belik gibi
üç koldan sular;
müjdeler olsun efendim:
Edirne’desin!"
Gazimihal Köprüsü’nden sola sapıp Tunca boyunca uzanan yoldan Meriç kenarına, oradan da Karaağaç’a da uzanabilirsiniz ama asıl yol, stadyumun yanından ilerleyip, Tunca Köprüsü’nden geçip, Meriç Köprüsü’nün görkemine merhaba deyip, Karaağaç yolunun düş güzelliğine kendinizi bıraktığınız yoldur.
Tunca’nın, Meriç"in kıyısına kurulmuş çay bahçelerinde, lokantalarda, "sosyal tesis"lerde, Söğütlük"e serilmiş piknik alanlarında yiyip içmenin keyfine diyecek yoktur. Irmakların ırıl ırıl ırıladığı, suların dallara değdiği, baharda/yazda yeşilin bin bir türlüsünün köpüre kaynaşa birbirini çiğnediği o cümbüş içinde çiğnenen her lokma "cennet taamı" değil de nedir ki?
Irmak boyları, Söğütlük, resimmiş gibi duran, gerçekliği kuşkuluymuş gibi gelen Karağaç yolu ve nihayet Karağaç! Eski Edirne istasyonunun bugün Trakya Üniversitesi Rektörlüğüne ev sahipliği yaptığı, doğayla görkemli tarihin buluştuğu yer!
Her mevsimi ayrı güzeldir buraların. Sonbahar dedi mi, yapraklar sarının bin çeşidinden usul usul turuncuya, paslı kızıla, bordoya döner. Kış çöktüyse, hele bir de kar yağdıysa, amanın, "kış masalları"nın büyüsüyle karşı karşıya kalırsınız. (Bunun için benim Kış Masalları adlı kitabımın kapağını karlı Karaağaç yolu fotoğrafı süsler)
Söze, sayfalara sığmaz bir şehir Edirne. Anlatmanın en usta adları bile bir ucundan girseler, öbür ucundan ciltler sonra çıkarlar. Nice tarihi yapısı, semti, eseri, değeri vardır ki; böyle bir yazıda onları anlatmanın, özetin özeti olarak dahi sunmanın olanağı yoktur.
Serhaddin bu babayiğit çocuğu söze sığacak gibi değildir; gidin, görün; yaşayın onu!
Sonbaharda yapraklar Van Gogh sarılarından kızıla dönerken ve de ağaçlar soyunurken orada olun.
Bir daha ve bin kez Merhaba!
Hoş buldum, hoşça buldum seni Edirne şehri.
Serhaddin öksüzü, Batı’nın unutulmuşu; merhaba!
İşte, usul usul Selimiye’nin öteki minareleri: 3. ve 4.
Esselam Edirne şehri!
Kim bilir kaçıncı kez Edirne’deydim. Dedim: "Usul dur çocuk. Çocukluğun da bir sınırı vardır. Hele şimdi, altmışını aşmış bir çocukken..."
O Edirne şehri ki, karşımdadır ve tarihin içinden sıyrılıp gelen görkemli kimliğiyle pehlivan pehlivan ortada dolanmakta, peşrev çekmektedir.
Şimdi onu adımlamakta iş. Üşenmek ne demek, sevdalının büyülenmiş gözlerinin görmek istediğine ayaklar diretir mi hiç!
Hiç bakmadım. Mimar Sinan’ın elini öptüm heykelinde, Selimiye’yi döne dolaşa gezdim. Öyle ki, "müezzin mahfili"nin ayaklarından birine işlenmiş Ters Lale’yi bile arayıp buldum.
Eski Cami, Üç Şerefeli... Mezit Bey Hamamı... Külliyen külliyeler. Bedesten. Kervansaray.
Derler ki: "Eski Cami’nin yazısı / Üç Şerefeli’nin kapısı/Selimiye’nin yapısı..."
Ünlü kervansaray karşımda. Şimdi otel. Geçen yıllarda birkaç gün orada konakladım. Benim Edirne’ye ilk adımımı attığım 1961 yılında bir harabeydi burası. 1964 yılında buradan ayrılırken Kervansaray’a bakan "kafe"lerin yerinde şehrin garajı vardı.
Şimdi hayli canlanmış çarşı içlerinden vurup Saraçlar Caddesi’ne, oradan Alipaşa Çarşısı’na ulaşıyorum. Yağmur kaçkınlıklarının özel kokularla dolu hazinesinin şimdiki kokuları farklı. Dükkánlar, dükkánlar... Edirne’nin meyve biçimindeki sabunları ve "aynalı süpürgeleri" hemen her hediyelikçi dükkánında var. Almamak olmaz. Andaç gerek.
Alipaşa Çarşısı’nın orta kapısının batı kesimi ciğercilerle dolmuş. Yaprak ciğer, Edirne tarihine yenilerde yazılmış. Kim bulmuş, kim getirip ünlendirmişse helal olsun! Şimdi Edirne’ye varıp da yaprak ciğer yememek olmaz! Yalnız ciğercilerimiz, ciğerin yanında soğan vermeyi henüz benimsememişler, hatta düşünememişlerdir ya; severseniz söyleyin, öbür lokantadan da olsa, bulup getirirler!
Ciğercilerden batıya, kadim Edirne şehrinin mahallelerine doğru yürüdüğünüzde sizi eski yapılar karşılayacaktır. İki adım sonra vardığınız yer Koca Yusuf’un kabridir oysa. Vaktiyle bakıp bakıp, "Eskinin acar adamlarının eni boyu eğer bu mezardaki kadarsa, vah onların karşısına çıkana!" dediğimi anımsıyorum ya, essahtan öyle!
Koca Yusuf, Edirne tarihine gömülmüş nice devden biri! Öyle upuzun, gepgeniş yatıyor orda.
Kaleiçi’nin eski evlerinin önemli bölümü bütünüyle ahşap. Onları korumak bir sorun. Mirasçılar arasındaki anlaşmazlıklar, bırakıp gitmeler, kolay evlere göçlerle yeni düzen tutturmalar, bu kocaman eski mahalleleri kargalara teslim etmiş. Oysa geçmişin Vali Konağı bile buradaydı. Kala kala İstiklal İlkokulu kalmış o günlerden bugünlere ve de bazı evler. Ötesi, geçmişiyle övünmeye fırsat bulamayan düşkün ihtiyarlar gibi gözleri derinlerde yüzen bakışlarıyla göçkün evler...
DÜŞ DOLU TARİH
Bu şehrin inceliklerle yüklü, düş dolu bir tarihi vardır: Benim tarihime yazılan Ayvazoğlu, Maarif ve Serhat sinemalarının hanidir yerinde yeller esiyor. Serhat Sineması’nı işleten aktör Özdemir Han’ı başında beresiyle orada, duvarları hasır kaplı o salonda defalarca gördüğümü anımsıyorum.
Saraçlar Caddesi’nden aşağılara insem şimdi, orada sağdaki sokaklardan birinde artık harap olmuş havrayı bulacağım. Solda bir yerlerde Tahtakale Hamamı olacak.
Peynirciler artık bu tarafta kümelenmiş. Tam yağlı merhem gibi Edirne peynirini de oradan olmak en iyisi.
Gel dostum, biz haberi öteden verek! Avrupa yollarına düşmeden E-5 üzerinde göreceğiniz son köprü, Gazimihal Köprüsü’dür. Onun berisindeki, bugün yere batmış gibi duran Gazimihal Camii artık sessizliğin nöbetçisi gibidir. Tunca’nın bulanık suları orada usul usul akadursun, biz köprüden geçip yolumuza devam edebiliriz. Setler üzerinden Tunca’yı seyrederek seyrana çıkacaksak, o türküyü unamsayıp mırıldanmanın zamanıdır:
"Tunca da boyuna aman amman, Tunca da boyuna,
Tunca boyları kalabalık Hatice’m, gel gir koynuma!"
E/5’in ucu Kapıkule’ye çıkar ve ötesi Frengistan"dır.
Köprüden sonra sağa sapacak olursanız, Yeniimaret ve Yıldırım yolundasınızdır.
Yıldırım Külliyesi, insanların kimi ilaçlar yanında özellikle moral verilerek ve müzik dinletilerek iyileştirilmeye çalışıldığı bir yerdir. Bugün hastaların, tabiplerin ve hastabakıcıların, sazende ve hanendelerin odalarında maketlerinin durduğu bir yer burası. Çılgına çarenin, sanat olduğunu Osmanlı da görmüş... Bergama Asklepion’dekinden yüzlerce yıl sonra olsa da.
Fatih Köprüsü’nden geçince, Kanuni’nin Adalet Kasrı’nı karşınızda bulursunuz! Efendim, burası ünlü Sarayiçi’dir. Eski saraydan, saraylardan bugüne kalan birkaç duvar kalıntısını fark etmeniz bile zordur. Ama şu kasr ve önünde dikili iki taş, o günleri size yeniden yaşatır. Bu taşlardan biri dilek taşıdır. İsteyen dileklerini yazar, getirir onun üzerine bırakır imiş. İbret taşı ise ürkütücüdür. Orada, cezalandırılıp kesilmiş kelleler ibret olsun diye sergilenirmiş. Viyana’dan yenilgiyle dönen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Belgrad’da kesilen kellesi de orada sergilenmiş.
Sarayiçi, bir diğer adıyla "Er Meydanı" Kırkpınar, tam da orada zümrüt yeşilliğiyle karşılar sizi. Yüzlerce yıldır pehlivanlar peşrev çekip güreş tutar bu meydanda. Yiğidin harman olduğu yerdir burası.
Orada Sarayiçi Köprüsü’nden geçip şehrin kuzey mahallelerine girecek olursanız Muradiye Camii’nin görkemi karşılayacaktır sizi.
EDİRNE’NİN KÖPRÜLERİ
Edirne köprülerinin, ırmakları sessizlikle karşılayan gururlu duruşlarını görmelisiniz. Irmakların bileklerine altın bilezikler gibi geçirilmiş köprülerin edebiyatımıza taşıyan Füruzan’ın ünlü öyküsü "Edirne’nin Köprüleri"ni anımsamamak olmaz. Bir de tabii Niyazi Akıncıoğlu’nun güzelim Edirne şiirin o dizelerini:
"Bir yerde görürsen ki:
Ağır ve edalı akar
dal dal söğütleri öperek
samur üç belik gibi
üç koldan sular;
müjdeler olsun efendim:
Edirne’desin!"
Gazimihal Köprüsü’nden sola sapıp Tunca boyunca uzanan yoldan Meriç kenarına, oradan da Karaağaç’a da uzanabilirsiniz ama asıl yol, stadyumun yanından ilerleyip, Tunca Köprüsü’nden geçip, Meriç Köprüsü’nün görkemine merhaba deyip, Karaağaç yolunun düş güzelliğine kendinizi bıraktığınız yoldur.
Tunca’nın, Meriç"in kıyısına kurulmuş çay bahçelerinde, lokantalarda, "sosyal tesis"lerde, Söğütlük"e serilmiş piknik alanlarında yiyip içmenin keyfine diyecek yoktur. Irmakların ırıl ırıl ırıladığı, suların dallara değdiği, baharda/yazda yeşilin bin bir türlüsünün köpüre kaynaşa birbirini çiğnediği o cümbüş içinde çiğnenen her lokma "cennet taamı" değil de nedir ki?
Irmak boyları, Söğütlük, resimmiş gibi duran, gerçekliği kuşkuluymuş gibi gelen Karağaç yolu ve nihayet Karağaç! Eski Edirne istasyonunun bugün Trakya Üniversitesi Rektörlüğüne ev sahipliği yaptığı, doğayla görkemli tarihin buluştuğu yer!
Her mevsimi ayrı güzeldir buraların. Sonbahar dedi mi, yapraklar sarının bin çeşidinden usul usul turuncuya, paslı kızıla, bordoya döner. Kış çöktüyse, hele bir de kar yağdıysa, amanın, "kış masalları"nın büyüsüyle karşı karşıya kalırsınız. (Bunun için benim Kış Masalları adlı kitabımın kapağını karlı Karaağaç yolu fotoğrafı süsler)
Söze, sayfalara sığmaz bir şehir Edirne. Anlatmanın en usta adları bile bir ucundan girseler, öbür ucundan ciltler sonra çıkarlar. Nice tarihi yapısı, semti, eseri, değeri vardır ki; böyle bir yazıda onları anlatmanın, özetin özeti olarak dahi sunmanın olanağı yoktur.
Serhaddin bu babayiğit çocuğu söze sığacak gibi değildir; gidin, görün; yaşayın onu!
Sonbaharda yapraklar Van Gogh sarılarından kızıla dönerken ve de ağaçlar soyunurken orada olun.