Şehirde tükendiğini hisseden Alaçatı'ya koşuyor
Hafta sonu diyet defterini kapatıp, kendimi Alaçatı sokaklarına attım ve soluğu ‘1. Uluslararası Kaybolan Lezzetler Festivali’nde aldım.
Özlemişim Alaçatı’yı. Ara sokaklarında dolaştım, yeni dükkânları, restoranları keşfettim, eskileriyle hasret giderdim. Herkesin bir Alaçatı hikâyesi var. Benimkisi biraz daha farklı... 90’lı yılları hatırlıyorum. İzmirliler bilir, o yıllarda Alaçatı unutulmuş, yalnız bir köydü. Bir yerlisi vardı, bir de rüzgâr âşığı sörfçüler. Sonra ne mi oldu? Bu yalnız köye çiçek düzenleme ustası muhteşem bir kadın geldi. Dokunduğu her şeyi sanata dönüştürüyordu. Ve Alaçatı’ya da dokundu. Aşkla, tutkuyla, sevgiyle... Ve geri dönmemek üzere Alaçatı’ya tutundu; taş sokaklarına, evlerine, insanlarına inandı... 2002 yılında aramızdan ayrılan Leyla Figen, eşini de inandırdı ve Alaçatı’dan tatlı, küçük bir ev almaya ikna etti. Hayallerinin peşinden giden bir kadındı. Önce evlerinin karşısındaki eski yem deposunu temizletti. Deponun dokusuna dokunmadı. Olduğu gibi kalsın istedi. Atmosferi ve tarzıyla Agrilia işte böyle doğdu. Ona yalnızca ‘kafe’ demek büyük haksızlık olurdu. Daha sonra eşi gibi dostu Zeynep Öziş’i de ikna etti. Alaçatı’nın ilk oteli ‘Taş Otel’ hayat buldu. Ve ‘Tuval’...
Semra Erdoğan’ın dokunuşlarıyla hayata karışan Alaçatı’nın ilk restoranı. Oranın eskiden metruk bir ahır olduğunu söylesem, inanır mısınız?
ALAÇATI’NIN KADINLARI
Alaçatı’nın kadınları hep farklıdır, sihirlidir... Köşe Kahve’nin sahibi sevgili Tomris Maravent de onlardan biri. İstanbul’da tükendiğini hissedip, Alaçatı’nın kollarına koşanlardan... Alaçatı’ya ilk geldiğinde etrafında terziler, nalburlar olan Metin Akalın’ın köy kahvesinde oturuyor. Ve 2004 yılından sonra o küçük mola durağı Tomris’in Köşe Kahvesi oluyor. O dönemde Alaçatı’nın yerlisinden başka kimse yok. Elektrik kesiliyor. Kahvenin eski sahibi, Tomris’in ‘Metin Abisi’, ‘lüks lambasını’ kapıp geliyor. Alaçatılılar bu tatlı, cesur kadını çok seviyor. Ve bir yıl sonra değişim başlıyor. Tomris, Köşe Kahve’yi yaz-kış açık tutuyor. Ve zamanla Alaçatı da canlanıyor. Hayatına farklı bir ses, farklı renk katmak isteyenlerin ikinci evi oluyor. Bir gelen bir daha dönmüyor. Buranın ruhu, havası, toprağı insanı içine çekiyor. Alaçatı’nın yüzü her yıl değişiyor. Ama değişmeyen bir şey varsa o da Tomris ve Köşe Kahve. Köşe Kahve’de soluklanmaya, limonatamı yudumlayıp Tomris’le sohbet etmeye bayılırım. Ve bilirim ki; o hep o köşede, Köşe Kahve’dedir. Alaçatı’nın kadınlarını anlat anlat bitmez... Ama insan unutuyor işte. Alaçatı’nın geçmişini, sokaklarını, hikâyelerini, insanlarını, lezzetlerini... ‘1. Uluslararası Kaybolan Lezzetler Festivali’ işte tam da bunları hatırlattı bana. Ne çok şeyi unuttuk, ne çok şeyi kaybettik aslında. Hem de bilerek ve isteyerek... Eski aşklar, eski filmler, gelenekler-görenekler, alışkanlıklarımız, komşuluklar, dostluklar, sohbetler, sofralar, lezzetler... Şimdi neredeler? Hepsini bulmak imkânsız. Biz işe lezzetlerle başladık. Çok da kalabalıktık.
İSTANBULLULAR YİNE ÇOĞUNLUKTAYDI
Festivale gelince: Yöresel ürün standları, söyleşiler, sergiler, etkinlikler, gurmeler, Michelin yıldızlı şefler, renk renk tezgâhlar, kaybolan lezzetlerle kucaklaşma, eski dostlarla buluşma, Sakız ve Girit’ten gelen Rebetiko sanatçıları... Her şey çok keyifliydi. Eksiklikler yok muydu? Elbette vardı. Doğrusu daha iyi bir organizasyon beklerdim. Kaybolan lezzetleri elimle koymuş gibi bulmak isterdim. Sanki festival de lezzetler gibi bir parça kaybolmuştu. Ama yine de güzeldi, gelecek yıl için daha umutluyum. “Peki, hangi lezzetleri kaybetmişiz” derseniz... Liste bir hayli uzun. Kapamalı İzmir köfte, kırmızı biberli lorlu zom patlıcan, sütte levrek, arapsaçlı kurufasulye, pirpirim piyazı, fasulyeli kuzu güveç, kaburga dolması, sini pidesi, göce, çardak kebabı, etli güveç, zahter salatası, radikalı fava, iç baklalı turp filizi, sübye (mürekkepbalığı), ıspanaklı boyoz, damla sakızlı kaymaklı ay çöreği, sakız tatlısı, damat katmeri, likör... Festivalde ‘Hatırlamak Gerek Bazen’ diye çok nostaljik bir likör söyleşisine katıldım. Yazar Sema Temizkan, bize kahvenin yanında ikram edilen ev yapımı likörleri, artık antika olan likör bardaklarını, o kültürü yeniden hatırlattı. Bir dönem bayramların olmazsa olmazıydı likörler. Portakal, mandalina, turunç, şeftali, gül, muz, ahududu, çilek, nane, altın likörü... En güzel şişelerde saklanır, en özel misafirlere ikram edilirdi. Anneler, anneanneler dolapta kalan reçelleri değerlendirir, mis gibi el emeği, ev yapımı likörler yapardı. Bu renk renk lezzetler iştah açar ve hazmı da kolaylaştırırdı. Ama sonra komşuluklar, misafirlikler bitti, bayram gezmelerinin yerini tatiller aldı, likörler ve likör bardakları da süs gibi büfelere kalktı.
Bir yemek kitabı yazarı olarak festivaldeki her lezzet, her sohbet, her etkinlik ilgimi çekti. Ve tabii ki tarifler... Küçük küçük notlar aldım. Sonra hepsinden biraz biraz tattım ve oturdum halimize yandım. Evet, belki sofralarımızın lezzetlerini kaybettik ama onları bulmak, yeniden hayata döndürmek elimizde. Ve sadece lezzetleri değil, hayatımızdaki tüm güzellikleri, aşkları, sohbetleri, dostlukları, arkadaşlıkları, geçmişi hatırlamak gerek bazen...