Şarköy’de 1970’lerden kalma bir gün
Okullar açıldı, ufukta uzun bayram tatili de yok. Dolayısıyla şehre kısa mesafedeki sayfiyeler ufak kaçamaklar için büyük önem kazandı! Tekirdağ’ın Şarköy ilçesi, İstanbullulara iki saat uzaklıkta ‘nostaljik bir Toskana’ ortamı sunuyor. Zamanın adeta 1970’lerde durduğu sevimli köyleri ve romantik bağlarıyla Şarköy haftasonu kaçışlarına çok uygun. Üstelik, bölgede bugünlerde bağbozumu heyecanı var.
Bir pazar sabahı, erken saatlerde yola koyuluyoruz... Hedefimiz, Tekirdağ’ın sayfiye ilçesi Şarköy. İstanbul’dan 250 kilometre uzaklıktaki Şarköy’e vardığımızda, zamanda da bir yolculuk yapmış gibi oluyoruz. Burada yapılaşma 1970’lerden sonra başlamış. Deniz kıyısına iki katlı binalardan oluşan tatil köyleri kurulmuş ama ilçe otantikliğini korumuş. Merkezindeki yedi kilometrelik sahilde dört mavi bayraklı plaj var. Rehberimiz gazeteci Yakup Önal, “Buraya ‘Trakya’nın Bodrum’u da deniyor” diye bilgi veriyor. Ancak plajlar Bodrum’a hiç benzemiyor! Yaş ortalaması hayli yüksek. 32 bin civarındaki nüfusun da tatilcilerin de çoğunluğu yaşlı insanlar. Tatilciler de yaşlı” diye anlatıyor. Plajdaki büfeler de ‘Bodrum beach club’larından daha mütevazı. Kalan son yazlıkçılar, gazozlarını alıp kumların üzerinde keyiflerine bakıyor... Yanımızdan geçen mısırcı, “E haydi bakalım, Şarköy’de deniz sezonunun son günleri bunlar!” diye sesleniyor.
Burada bir yılda üç mevsim var
Deniz sezonu bitiyor ama Şarköy’de mevsimler ‘bahar, yaz, güz’ diye değil ‘deniz, bağbozumu ve zeytin zamanı’ diye ayrılıyor! Deniz sezonu biterken, bölgede bağbozumu heyecanı yaşanıyor. Biz de Şarköy’den ayrılıp, 10 kilometre ilerisindeki Mürefte’ye geçiyoruz. Mürefte, Rumlardan kalma bir ‘şarapçılık köyü’. Terk edilmiş şaraphanelerin önünden geçerken gözünüzde hararetle pazarlık eden tüccarları canlandırabiliyorsunuz. Keza burnunuza gelen buruk üzüm kokusu da bu tecrübeyi pekiştiriyor. Kokunun kaynağı ise biraz ilerideki şaraphane. İşçiler üzümleri imalathaneye aktarıyor.
Mürefte bağlarından Avrupa sofralarına
Hemen yanında yer alan Kutman Şarap Müzesi’nin bahçesi de kalabalık. Ziyaretçiler üretim sürecini izliyor. Müzede bölgenin en eski bağcılarından Kutman ailesinin şarap yapımında kullandığı ilk aletler, 1911 yılına ait muhasebe kayıtları, Osmanlı dönemine ait tapu ve nüfus kâğıtları ile dev fıçılar var. Müzenin kurucusu Adnan Kutman da orada. Bize bölgedeki şarap üretiminin 2 bin yıl öncesine gittiğini anlatıyor: “Traklar tarafından kurulan Mürefte, çokkültürlü yaşam tarzına sahip bir kasaba olarak biliniyor. Mürefte’nin karayolu yoktu, şaraplar denizyoluyla her yere yollanırdı. Bu sebeple tüm şaraphaneler deniz kenarındadır.
Hâkim rüzgârlar, doğal bir klima sağlar. İstanbul’a yollanacak şaraplar fıçılara doldurulup buradan ufak tenekelerle denize fırlatılırmış. Avrupa’da tarım krizi varken Osmanlı şarap ihracatından çok para kazanmış. 2000’li yılların başında Türkiye’de şarapçılık çok güzel bir ivme yakalamıştı. Köylü ve üretici işbirliğiyle şarap yapımına elverişli üzümler yetiştirildi. Dünyanın en iyi şaraplarını yaptığını iddia eden Bordeaux’ya ilk üzüm Foça’dan gitmiş. Onlar üzüm cinslerini ıslah etmiş ve kendilerini geliştirmişler. Benim çocukluğumda sadece Mürefte’de 35 şaraphane varken şimdi bu sayı 4’e düşmüş durumda. Bağlar zeytinliğe dönüyor. Bağ turizmi de çok geriledi. Mevcut yasalarla şarap turizmine yönelik geziler düzenlemek mümkün değil.”
Gastronomi meraklılarına
Şaraphanelerin bulunduğu Mürefte’den sonraki durağımızsa komşu köy Hoşköy’deki bağlar. Yol üzerinde terk edilmiş şarap fabrikaları dikkat çekiyor. Aslen bir balıkçı kasabası olan Hoşköy’ün merkezindeki ufak limanda kayıklar demirli. Bir zamanlar, tıpkı Mürefte’deki gibi, kıyıdaki şaraphanelerden ürünler buradan denizyoluyla hem İstanbul hem de Avrupa’ya gönderilirmiş. Bölgedeki en eski üzüm üreticilerinden Cem Çetintaş’ın bağlarına geçiyoruz. Uçsuz bucaksız yeşillikler içinde işçiler üzüm topluyor. Bağların ortasında tarihi bina kalıntıları var; St. Ioannis Theologos Manastırı. Antik dönemde, ‘ışığın merkezi’ anlamına gelen ‘Ganohora’ olarak anılan bölgede çok sayıda manastır bulunuyormuş. Aralarından yalnızca St. Ioannis Theologos Manastırı günümüze kadar gelebilmiş. Çetintaş’ın burayı bir tarım okulu yapma projesi varmış. O zamana kadar bireysel ziyaretçileri kabul ediyorlar.
Manastırın bir yanında pastoral Toskana tablolarını aratmayan bağlar, diğer yanda masmavi Marmara Denizi manzarası var. Cem Çetintaş ve eşi Funda Hanım anlatıyor: “Şaraphanelerde ve manastırda gezebilir, kıyıdaki balıkçı kahvehanelerinde çay içebilirsiniz. Amerikalı ve Alman turistler gelse de aslında çok da keşfedilmemiş bir bölgedeyiz. Bağbozumu gezileri için ideal grup sayısı 25-30. Tadımlarda hem şarap hem de üzümün tadına bakılıyor. Gastronomi ve doğayı merak edenler geliyor. Alkol tüketmeyenler de katılıyor. Bu bölgenin topraklarında mineraller zengin olduğundan yüksek kalite şaraba çok uygun. Ganohora, Bizans döneminin popüler sofra şarabıymış. Umberto Eco’nun kitaplarında da geçer. Ganos amforaları da ünlü.”
Önü deniz, arkası orman
Şarköy’den Tekirdağ’a doğru, kıyı boyunca deniz manzarasıyla yol alıyorsunuz. Zaten bu rota bisiklet ve motorsikletçiler için de çok popüler. Tekirdağ’dan önceki son durak Uçmakdere de son yıllarda özellikle doğaseverlerin radarında. Bir tarafı orman, diğer tarafı deniz olan ilçede kampçılık ve yamaç paraşütü yapılıyor. Bu tip maceraları sevmiyorsanız kenardaki dalyanlarda piknik yapabilir veya köyde gözleme yiyebilir, adaçayı ve kekik alışverişi yapabilirsiniz.