Sanat, tarih ve doğa şehri: Salzburg
Her mevsim ayrı güzel, her mevsim çok özel… Yeşilin tarihle buluşup, muhteşem Alp Dağları manzarasıyla sunulduğu yer. Fotoğrafların kartpostal tadında olduğu şehir… Haydi, birlikte Salzburg’u gezelim.
Viyana, Münih ve hatta Ljubljana seyahatlerimizde yönümüzü çevirmek için içimizin gittiği, yol tabelalarının bizi sürekli gitmek için teşvik ettiği ve “yine gidelim, her fırsatta gidelim” dediğimiz şehir. Avusturya’nın kuzeyinde Almanya sınırında, Alp dağlarının eteğindeki sanat, kültür ve tarihin birleştiği kent Salzburg, Barok yapıları, meydanları ve dar sokakları ile UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan, aynı zamanda dünyaca ünlü besteci Mozart’ın da doğduğu yer. Şehrin, Salzburg Kale’sinden sunduğu muhteşem görselliğinden etkilenmemek mümkün değil. İlk olarak tarihi şehirden bahsedelim size. İlk durağımız Mirabell Saray ve Bahçeleri. Saray, 1606 prens-başpiskopos Wolf Dietrich tarafından yaptırılmış. Mozart’ın da içinde konserler verdiği saray, inşa edildiğinden beri birçok aktivite ve sergiye ev sahipliği yaptı. Zamanının ihtişamını günümüzde de devam ettiren sarayın ziyaretçilerini ilk olarak, ağaçlar ve rengârenk çiçeklerle bezeli geniş bahçesi karşılıyor.
Kuş seslerinin hiç eksik olmadığı saray bahçesinde, sinemaseverlerin yakından bileceği 1965 yapımı “The Sound of Music” (Neşeli Günler) filminin bazı sahnelerinin çekimleri de yapılmış. Bahçe boyunca yürüdükten sonra çiçek açan ağaçların sunduğu görsellik eşliğinde yavaşça şehrin içine doğru giriyoruz. Şehrin ortasından geçen Salzach nehrine ulaştığımızda çok sayıda insanın nehrin kenarında çimlere uzandığı capcanlı bir yer ile karşılaşıyoruz. Salzburg’a ilk seyahatimizde de aynı manzarayı görmüştük, yine bu manzara ile karşılaşmak, burada vakit geçirmenin ne kadar keyifli olduğunu bize anımsatıyor ve yüzümüzde bir gülümsemeye sebep oluyor.
Hemen yakınımızda, 1756 yılında Mozart’ın doğduğu ev. Büyük bir sessizlik eşliğinde merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. Mozart’ın gençliğinde yaşadığı ev günümüzde müze olarak kullanılıyor. Müzeden çıkınca, şehrin turist kalabalıkları ile dolu, tarihi bölgesine varıyoruz. Burada ister sağa ister sola dönün her sokak ayrı güzellikte.
Küçük şehir pazarı, üniversite binaları ve parkların önünden geçerek Salzburg Kalesi’ne çıkmak üzere fünikelere ulaşıyoruz. Kaleden bütün şehri görmenin ayrıcalığını yaşamak ve bu muhteşem manzaraya saatlerce bakmanın şansını yakalamış olmak bizim içi unutulmaz bir deneyim oldu. Kaleden indikten sonra dinlenmeye ihtiyacınız varsa tarihi 300 yıldan eskiye giden meşhur Cafe Tomasseli’de güzel bir melanj içebilir ve az önce gördüğünüz manzaranın gerçekliğine kendinizi inandırmaya çalışabilirsiniz.
Şimdiki durağımız yazlık saray Hellbrunn. Burası Prens-Başpsikopos Markus Sittikus tarafından yaptırılmış. Yaklaşık 60 hektarlık bir alana yayılan yemyeşil Hellbrunn Parkı, civar bölgelerde yaşayan insanların rahatlamak için geldiği uğrak rotalardan biri haline gelmiş. Seyahatlerimizde sıkça karşılaştığımız minik anaokulu öğrenci kafileleriyle burada da karşılaştık. Büyümek için ne kadar iyi bir yer olduğunu düşünmeden edemedik. Sarayın bahçesinde önemli üç adet yapı var, bunlar; Schloss Freisaal, Gwandhaus ve Schloss Frohnburg. Aynı zamanda restoran olan Gwandhaus’ta vakit geçirmek iyi bir tercih olabilir. Yan masalarda oturan insanlardan gördüğümüz üzere karşılaştığımız Salzburgluların sempatik ve rahat tavırlarının sebebinin, şehrin huzur dolu atmosferi olduğunu düşünüyoruz.
Salzburg bizim için her zaman çok özel bir yer. Bol yeşili, huzurlu ortamı ve tarihiyle her zaman tercih edeceğimiz bir rota. Nehir boyunca yürüyüş yapmak, kaleye tırmanmak, sanat, tarih, doğa ve yeşil, yeşil, yeşil… Her mevsim ayrı güzellik sunan bu şehir, henüz turist kalabalıklarından uzak gizli kalan yerlere de sahip, şanslıyız ki biz birçoğunu keşfettik ve bunun haklı sevinciyle en kısa zamanda tekrar görüşmek üzere bu güzel kente veda ettik.