Şair Adnan ÖZER yazdı
Son Güncelleme:
Romantizme seyahat
İstanbul’un Kızkulesi manzaralı Salacak sahili, Ankara’nın Eymir Gölü, İzmir’in Kordonboyu, Bodrum’un kalesi hafızalarımızda sevdayla, romantizmle özdeşleşen mekanlar. Nice aşık sevgilisiyle ilk kez buralarda buluştu, el ele tutuştu, kalbinin hiç beklemediği kadar hızlı çarpabileceğini keşfetti. Eğer romantizmi kartpostallarda pek rastlamadığınız mekanlarda yaşamak, farklı kentleri keşfetmek istiyorsanız yola düşmenin tam zamanı. İşte beş kentten romantizmi yaşayabileceğiniz beş farklı mekan.
BURSA / YEŞİL KAHVE
Erguvani akşamların mekanı
Yemyeşil gürlük içindeki sırtlar ve taraçaların geniş bir ovaya bakan balkonu: Yeşil. O balkondan gözümüz erişse bütün Güneydoğu Marmara’yı, Anadolu’ya teslim olduğu yerden geçerek İstanbul’u göreceğiz. Yeşil’den böyle bir kartal gözüyle bakıyoruz; Karacabey ovası sereserpe, Ulubat Gölü, uzaklığın sisi altında görünmese de orada ve onların da ötesinde sıradağların bir ucu. İşte o Samanlı Dağları’nın güney uçları İstanbul ile Bursa arasında engel.
Bursa’daki Yeşil Kahve panorama zengini açık hava kahveleri içinde, belki de en başta gelenler arasındadır. Yeşil adını nereden alıyor? Yeşil Mahallesi’nin ucunda, Yeşil Cami’nin yanıbaşında, şehre doğru çaprazında Yeşil Türbe var, daha ne olsun...
ZAMAN BİLLUR BİR AVİZE
Bazı yerler tasarlanmamıştır, doğanın ve coğrafyanın bir nimeti olarak vardır. O yerler mekanlaşır. İnsanı yaratıcı düşlere, anılara, bilinçdışına sürükler. Yeşil Kahve tam da böyle bir yer, modern gezginlerin "potansiyel mekan" dedikleri türden. Oradan bakınca, deniz görmeseniz de, gönül gözüyle denizi koyuyorsunuz. "Vadi bir deniz gibi uzanıyordu" benzetmesi boşuna değildir. Bursa, Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre bir "zaman mekan"dır; "Bursa’da Zaman" adlı şiirinde söylüyor zaten: "Su sesi ve kanat şıkırtısından / billur bir avize Bursa’da zaman". Böyle olunca, Troya savaşı sırasında kaçıp buralara gelen atları da görmek mümkün, düşleyerek. Efsaneye göre o atlar Bursa ovasına; yeşilliğe, dinginliğe gelmişler. Karacabey’de o atların soyu devam ediyor olmalı diye düşünüyorsunuz. Türbelerde padişahlar, şehzadeler, onların yakınları yatmakta. Güzellik üstünde tarih, ölüm; şiirler... Burada manzara kendi yaban büyüsünü bütün bunlarla dönüştürüyor.
Yeşil Mahallesi, Bursa’nın en eski mahallelerinden. Eski belgelerde "Çelebimehmed", "İmaretisultaniye" olarak geçiyor. Cumhuriyet döneminde bugünkü adını alıyor. Şimdi Yıldırım ilçesine bağlı. Mahallenin sakinleri, daha çok eski Bursalılar.
RENGİNİ UTANÇ DEĞİŞTİRDİ
Olempea, Olimpos, Keşiş Dağı, bugünkü adıyla Uludağ’ın eteğindeki Bursa’ya gitmek için sayısız neden var, çağlar boyunca pekçok gezgin de burayı ziyaret etmekten kendini alamamış. Tanpınar Bursa için, "içimizdeki aynaların aksi" diyor. Yeşil Kahve’de yaşayacağımız bir günbatımı bu ruh haline erguvan rengini de katar. Bursa’nın bir simgesi de, Hıristiyan anlatılarına göre İsa’nın ihbarcı müridi Yahuda kendini astığında çiçeği utançtan beyazdan mora dönen, bu ağaçtır. Evliya Çelebi’nin Emir Sultan Türbesi etrafında kutlanan "Erguvan Bayramı"ndan söz ettiğini biliyoruz.
Yeşil Kahve’de, aralıklı yıllarda, birkaç erguvani akşam yaşadım, tasvir etmesi imkansız.
MARDİN
Şairler bazen imgelemin manzaranın gerçek güzelliğini bozduğundan şikayet eder. Ergenlik çağımın başında gitmiştimMardin’e, 1973 yılı güzüydü, güneşin batışını seyrettik; en yakın, en hakiki Mezopotamya günbatımını. O zaman bir bilinç yarılması oldu ve görüntüden imgeye düşmüştüm. Yıllar sonra aynı yerden, PTT’ye dönüştürülen Karsas Konağı’nın terasından, yine günbatımını, karikatürist dostum Tuncay Akgün ve Batmanlı yazar Yavuz Ekinci ile seyrettik. Onları dinledim, çünkü imge tasavvurundan gerçekliği yitirmiş gibiydim... Bazı yerlerde böyle oluyor, gezi kitapları uyarsa da oradaki büyünün gücü sizi ele geçiriveriyor. O yüzden Mardin’e daha çok gitmeli. İyi bir gezgin olabilmek için öncelikle karşılaştığınız yerleri tüm boyutlarıyla, doğru algılamanız gerekiyor. Dönüşte dostlarınız, ne gördün, diye soracak çünkü. İmgelemin yol açtığı görüntü sayıklaması diyemezsiniz ki...
Yöre halkı şehrin adını "e" ile telaffuz ediyor. Merdin, bir dağın tepesindeki kaleler anlamına geliyor. Ağız, sanılmasın. Asur Kralı Tığlat Ninip, Ninve’ye dönerken bir süre Ardobe şehrinde kalır. İşte o Ardobe, bugünkü Mardin’dir. Şehrin en eski ismi bu olsa gerektir. Bugün özenle restore edilmiş Erdoba Konakları’nda yaşıyor bu isim.
Mardin’in şehir olarak ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemekte. Bir tarihte Londra’daki British Museum’un eski Mısır ve Asuri eserleri bölümünün müdürlüğünü yapmış olan Hall’ın "Yakındoğu’nun Eski Tarihi" adlı eserinde; "Mardin’in kuruluşu M.Ö. 2850 tarihinden daha önce olmalı, zira bu tarihte Sümer Kralı Logazekiz, Mardin’i istila edip Akdeniz’e uzanmıştır" denilmekte.
TAŞA SİNEN ÇIĞLIK
Kaleler’den söz etmiştik; Kartal Kalesi, bu şehrin dayandığı kale, Kalıtmara köyünün Kadın Kalesi, Deyrülzaferan’ın kuzeydoğusundaki Arur Kalesi ve onun yakınındaki Erdemeşt Kalesi’dir bunlar.
Mardin’in mimari bir imgesi var: Bir evin çatısı öbür evin avlusu. Endülüs şehirlerinin bazılarına özgü daracık sokakları, burada sonsuzca dolaşabilecekmişsiniz hissine kapılmanıza yol açıyor. 900’lü yıllarda yaşadığı söylenen ünlü Süryani şairi Şeyhmus Konstantin dolambaçlı şiir mantığını buradan almış olsa gerek: "Dolanıyorum, aklımın her köşesinde seni yitirmenin çığlığı taşlar" demiş.
Kimi şehre bakar, kimi şehirden bakar. Böyle bir yerden Mezopotamya ovasının, o bir zamanlar yeşil olan kuzey ucuna bakmak bambaşka; ışık Doğu’dan gelir derler ya, ışığın gelişini, taşlardaki dile gelişi yatıştırırcasına ağır ağır sönümlenişini seyretmek Mardin’de eşi benzeri olmayan bir deneyim.
ANTALYA KARAALİOĞLU PARKI
Güneşin kır kokusuyla battığı park
Batı Toroslar’ın ardından Türk’ün denizi ilk gördüğü kıyılara inmenin keyfini yaşatan bir gezi programı düzenlenmeli, mesala Burdur üzerinden. 900 yıl önce Çaka Bey’in yaptığı gibi. Denizin değerini daha iyi anlamamız için. Anadolu’dan Akdeniz bilincine erişmek için, kesinkes hem de, güzel yollardan biri. Antalya, her şeyi silip kendisini ortaya koyuyor. Eski Antalya’dan söz ediyorum tabii, Kaleiçi’nden. Kaleiçi yarım hilal gibi limanı çevrelemiş. Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı olmuş eski liman kent. Eski Teke sancağımız.
Burdur’da askerlik günlerimi, hemen her hafta sonu aynı bilinci tazelemek için Antalya’ya inişimi hatırlıyorum. Hiçbir turist rehberinde Karaalioğlu Parkı’nın fotoğrafı yok, bunca turistik marka olmuş yer, eser varken, bu yerli (!), halkla bütünleşmiş güzelliğe yer kalmamış. Karaalioğlu Anadolu kırlarının Akdeniz çıpası gibi, ona tutunuyorum, ne Hadrianus Kapısı, ne Yivli Minare -o da kartpostal-, ne falezler -zaten üzerlerinde blok apartmanlar yükseliyor-, plajlar hiç değil, Türk’ün denizi ilk görüşünün tekrarı, orada batan Anadolu’nun toprak güneşi, kır kokulu.
VARSIN ŞİİR OKUNMASIN
Şiirin turistik görüntülere tahammülü yok, onlar gidince gelecek... Kendi olmak bilinci için böyle mekanları esirgemeli. Yerli gezginler adına böyle bir felsefe yapıyorum. Daha sonra bir gezimizde şair büyüğüm Arif Damar ile oturduk burada, bütün bir öğleden sonra güneşin, İspanyol şair Garcia Lorca’nın deyişiyle "yaralı bir hayvan gibi" sularda can çekişmesini seyrederek. Kahve felsefesi yaptık, Anadolu kıyıları, tatilci şair duygusallıkları üzerine. Bir gezi rehberinde yazıyor; Karaalioğlu Parkı’nda, günbatımı için gelen Antalyalılarla tanışmayı tavsiye ediyor. Günbatımını seyreden yerli halk, birlik duygusu, günbatımı kadar güzel, varsın şiir okumasınlar.
Karaalioğlu Parkı dünyanın en güzel geniş kent teraslarından biri ve güneş orada göz alabildiğine geniş bir sahnede batıyor.
ORDU / BOZTEPE
Fındıkların yeşilinde kiraz renkli gün batımları
Daha fazla Karadeniz için Çarşamba’yı geçmek yetmez, Perşembe’yi de ardınızda bırakmanız gerekir. Arada Ünyeve Fatsa birbiri ardına size el eder. Boztepe’ye çıkıp, türküde olduğu gibi oradan Ordu’ya bakacağız.
Ordu, Karadeniz’in yerleşim alanı bakımından en şanslı ili sayılabilir aslında; çünkü hiçbir Karadeniz şehri bu kadar geniş düzlüğe sahip değildir. Bu yüzden Boztepe’nin eteğine kurulmuş şirin bir kent görüntüsüne bürünmüştür Ordu. Fındıklıklar neredeyse şehre çit olmuş, ziraatin böyle yakın olması, şehirdeki blok apartmanlar görüldüğünde bir tezat oluşturuyor gibi. Ama her derdin devası yeşil, şehre iyicene sokulmuş bunu da örtüyor. Boztepe’ye varınca onun misyonunu anlıyorum: Denizden yaklaşık 450 m. yükseklikteki Boztepe şehre kuşbakışı bir vitrin sağlıyor. Yeşil-mavi bir alem, ara tonları da yumuşak, baharda böyle olurmuş. Yaz ya da güz vakti gelsem bunun değişeceğine dair bir umudum yok, buraları görünce aklınıza bir tek turkuvaz bir sentez yapmak kalıyor, imgeler oradan çıkacak.
YOLU PARKE TAŞLI
Peki niye Boztepe? Nerede bu bozluk?.. Bunu pek aklınız almasa da, zamanında bitki örtüsünün fazla olmaması tepenin Boztepe adını almasına neden olmuş. Sonradan dikilen ağaçlar, tepeye kadar uzanan fındık bahçeleri yemyeşil bir mesire yerini ortaya çıkarmış.
Boztepe’ye şehrin içinden, Keçiköy üzerinden, Taşbaşı Mahallesi’ndeki eski Ordu evlerinin, Kültür Merkezi ve sahne olarak kullanılan eski kilisenin önünden geçilerek çıkılan yoldan ulaşıyoruz, tırmanırcasına. Bu yol eski vali (Kemal Yazıcıoğlu) döneminde belediyenin de katkılarıyla parke taş döşenerek ve ışıklandırılarak trafiğe açılmış, her noktasından şehri gözleyerek kıvrıla kıvrıla çıkmaya olanak sağlamış. Araç trafiğinin yoğunlukla sağlandığı tepe üzerindeki, ardındaki köylere de ulaşımı sağlayan asfalt yol ise Selimiye Mahallesi’nin devamında Boztepe’ye arkadan ulaşmakta ve şehrin kuşbakışı görüntüsünü en tepede yakalamaktadır.
AKŞAM ERKEN ÇÖKER
Tepede İl Özel İdaresi tarafından yapılmış restoran ve çay bahçesi, halka açık özel mesire yerleri bulunuyor.
Bir kere çıkınca hakkını veresiye kalmak gerek. Günbatımı kızıllığı bile yeşil-mavi egemenliğini kıramıyor; yeşil ve mavi daha sertleşiyor, ötelerden bir kiraz rengi gelip onlarla boğuşuyor. Giresun yakın ya, Romalı komutan Lucellus kirazı ilk defa orada tatmış, Roma’nın ilk kirazları buradan gitmiş. Her serinlik yağmurun fikri gibi, hava ataklaşıyor, şehre inme vakti, fındıklıklar şaşılası bir yabanlıkla kararıyor. "Çakal kararması" diyor şair dostum İrfan Yıldız. Ünyeli, iyi biliyor.
BATMAN / HASANKEYF
Zamanın durduğu nehir
Bismil-Batman ovası doğu tarafında son bulurken manzara değişmeye başlar. Batman’da, elinizi gözlerinize siperlikederek, uzaktan seçtiğiniz Raman Dağı’nın eteklerine yakınsınız artık. Fakat sıkı durun, dağdaki dar geçidin ardında sizi bir masal ülkesi bekliyor. Fotoğrafını daha önce görmüş olsanız bile şaşkınlığa düşeceksiniz. Bence, gezi literatürüne "Hasankeyf şaşkınlığı" kavramı eklenmeli. Nedir o? Bir anda tarih öncesine geçiş; binlerce mağara ev, uçurumun beline saplanmışçasına duran yüksek taşköprü, önüne Dicle’nin havuz kurduğu saklıkent, mitolojik tanrıların bıçağıyla kesilmişçesine düz kayalık, ırmak yatağından 100 metre yükseklikte inşa edilmiş kalenin kalıntıları, kale üstündeki tapınak, Artukoğullarından kalma, şimdi birer harabe olan cami, medrese, kervansaray, şifa yurtları.
Asıl adı Hısın-Keyfe olan kent, İlk Çağ’da Cephacefa adlı Süryani Piskoposluğunun merkezi olmuş. Hasankeyf, İslam egemenliğine girdikten sonra, sırasıyla Abbasiler, Hamdeniler, Mervaniler’ce yönetilmiş. Artukoğulları’nın egemenliğine geçişi M.S. 1101’e rastlar. Burası aynı zamanda bir "kaleşehir." Sur içindeki binalardan sadece Ulu Cami ayakta. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Uzeyme’nin türbesi de burada.
Rivayete göre, "yolgeçen hanı" deyimi Hasankeyf’te doğmuş. Dicle kıyısındaki "mağarahan"da konaklarmış, İluh’a (Batman) geçecek yolcular. Yolgeçenhanı şimdi restoran. Yukarıda, kaleiçine doğru bu mağara restoranlardan birkaç tane bulunuyor. İrtifa tercihinizi kullanıp, Dicle manzarasında gönlünüzce yiyip içebilirsiniz. Su üstündeki salsedirlerde çay, kahve keyfini uzattıkça uzatın, çağların sesiyle akan suların tadını çıkarın. Hasankeyf sularında yakalanan Şabot (Kürtçe) balığının ızgarasını tatmadan dönmeyin.
Hasankeyf, Diyarbakırlıların deyişiyle sizin keyfiniz. Keyif bir yana burada gezginliğin bilinci yarılıyor, fantastik bir dünyaya düşüyorsunuz, geçmiş çağların büyüsü karşısında çocuklaşıyorsunuz. Ardından delice bir fikir geliyor, buraya yerleşmek! Zamanın akışından kurtulmanın, hırslardan arınmanın çaresi sanki... Bu zümrüt yeşili fikir yerleşiyor aklınıza. Masal kapısından tekrar gerçekliğin çölüne çıkmak Hasankeyf’in bıraktığı büyük hüzün...
Erguvani akşamların mekanı
Yemyeşil gürlük içindeki sırtlar ve taraçaların geniş bir ovaya bakan balkonu: Yeşil. O balkondan gözümüz erişse bütün Güneydoğu Marmara’yı, Anadolu’ya teslim olduğu yerden geçerek İstanbul’u göreceğiz. Yeşil’den böyle bir kartal gözüyle bakıyoruz; Karacabey ovası sereserpe, Ulubat Gölü, uzaklığın sisi altında görünmese de orada ve onların da ötesinde sıradağların bir ucu. İşte o Samanlı Dağları’nın güney uçları İstanbul ile Bursa arasında engel.
Bursa’daki Yeşil Kahve panorama zengini açık hava kahveleri içinde, belki de en başta gelenler arasındadır. Yeşil adını nereden alıyor? Yeşil Mahallesi’nin ucunda, Yeşil Cami’nin yanıbaşında, şehre doğru çaprazında Yeşil Türbe var, daha ne olsun...
ZAMAN BİLLUR BİR AVİZE
Bazı yerler tasarlanmamıştır, doğanın ve coğrafyanın bir nimeti olarak vardır. O yerler mekanlaşır. İnsanı yaratıcı düşlere, anılara, bilinçdışına sürükler. Yeşil Kahve tam da böyle bir yer, modern gezginlerin "potansiyel mekan" dedikleri türden. Oradan bakınca, deniz görmeseniz de, gönül gözüyle denizi koyuyorsunuz. "Vadi bir deniz gibi uzanıyordu" benzetmesi boşuna değildir. Bursa, Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre bir "zaman mekan"dır; "Bursa’da Zaman" adlı şiirinde söylüyor zaten: "Su sesi ve kanat şıkırtısından / billur bir avize Bursa’da zaman". Böyle olunca, Troya savaşı sırasında kaçıp buralara gelen atları da görmek mümkün, düşleyerek. Efsaneye göre o atlar Bursa ovasına; yeşilliğe, dinginliğe gelmişler. Karacabey’de o atların soyu devam ediyor olmalı diye düşünüyorsunuz. Türbelerde padişahlar, şehzadeler, onların yakınları yatmakta. Güzellik üstünde tarih, ölüm; şiirler... Burada manzara kendi yaban büyüsünü bütün bunlarla dönüştürüyor.
Yeşil Mahallesi, Bursa’nın en eski mahallelerinden. Eski belgelerde "Çelebimehmed", "İmaretisultaniye" olarak geçiyor. Cumhuriyet döneminde bugünkü adını alıyor. Şimdi Yıldırım ilçesine bağlı. Mahallenin sakinleri, daha çok eski Bursalılar.
RENGİNİ UTANÇ DEĞİŞTİRDİ
Olempea, Olimpos, Keşiş Dağı, bugünkü adıyla Uludağ’ın eteğindeki Bursa’ya gitmek için sayısız neden var, çağlar boyunca pekçok gezgin de burayı ziyaret etmekten kendini alamamış. Tanpınar Bursa için, "içimizdeki aynaların aksi" diyor. Yeşil Kahve’de yaşayacağımız bir günbatımı bu ruh haline erguvan rengini de katar. Bursa’nın bir simgesi de, Hıristiyan anlatılarına göre İsa’nın ihbarcı müridi Yahuda kendini astığında çiçeği utançtan beyazdan mora dönen, bu ağaçtır. Evliya Çelebi’nin Emir Sultan Türbesi etrafında kutlanan "Erguvan Bayramı"ndan söz ettiğini biliyoruz.
Yeşil Kahve’de, aralıklı yıllarda, birkaç erguvani akşam yaşadım, tasvir etmesi imkansız.
MARDİN
Şairler bazen imgelemin manzaranın gerçek güzelliğini bozduğundan şikayet eder. Ergenlik çağımın başında gitmiştimMardin’e, 1973 yılı güzüydü, güneşin batışını seyrettik; en yakın, en hakiki Mezopotamya günbatımını. O zaman bir bilinç yarılması oldu ve görüntüden imgeye düşmüştüm. Yıllar sonra aynı yerden, PTT’ye dönüştürülen Karsas Konağı’nın terasından, yine günbatımını, karikatürist dostum Tuncay Akgün ve Batmanlı yazar Yavuz Ekinci ile seyrettik. Onları dinledim, çünkü imge tasavvurundan gerçekliği yitirmiş gibiydim... Bazı yerlerde böyle oluyor, gezi kitapları uyarsa da oradaki büyünün gücü sizi ele geçiriveriyor. O yüzden Mardin’e daha çok gitmeli. İyi bir gezgin olabilmek için öncelikle karşılaştığınız yerleri tüm boyutlarıyla, doğru algılamanız gerekiyor. Dönüşte dostlarınız, ne gördün, diye soracak çünkü. İmgelemin yol açtığı görüntü sayıklaması diyemezsiniz ki...
Yöre halkı şehrin adını "e" ile telaffuz ediyor. Merdin, bir dağın tepesindeki kaleler anlamına geliyor. Ağız, sanılmasın. Asur Kralı Tığlat Ninip, Ninve’ye dönerken bir süre Ardobe şehrinde kalır. İşte o Ardobe, bugünkü Mardin’dir. Şehrin en eski ismi bu olsa gerektir. Bugün özenle restore edilmiş Erdoba Konakları’nda yaşıyor bu isim.
Mardin’in şehir olarak ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemekte. Bir tarihte Londra’daki British Museum’un eski Mısır ve Asuri eserleri bölümünün müdürlüğünü yapmış olan Hall’ın "Yakındoğu’nun Eski Tarihi" adlı eserinde; "Mardin’in kuruluşu M.Ö. 2850 tarihinden daha önce olmalı, zira bu tarihte Sümer Kralı Logazekiz, Mardin’i istila edip Akdeniz’e uzanmıştır" denilmekte.
TAŞA SİNEN ÇIĞLIK
Kaleler’den söz etmiştik; Kartal Kalesi, bu şehrin dayandığı kale, Kalıtmara köyünün Kadın Kalesi, Deyrülzaferan’ın kuzeydoğusundaki Arur Kalesi ve onun yakınındaki Erdemeşt Kalesi’dir bunlar.
Mardin’in mimari bir imgesi var: Bir evin çatısı öbür evin avlusu. Endülüs şehirlerinin bazılarına özgü daracık sokakları, burada sonsuzca dolaşabilecekmişsiniz hissine kapılmanıza yol açıyor. 900’lü yıllarda yaşadığı söylenen ünlü Süryani şairi Şeyhmus Konstantin dolambaçlı şiir mantığını buradan almış olsa gerek: "Dolanıyorum, aklımın her köşesinde seni yitirmenin çığlığı taşlar" demiş.
Kimi şehre bakar, kimi şehirden bakar. Böyle bir yerden Mezopotamya ovasının, o bir zamanlar yeşil olan kuzey ucuna bakmak bambaşka; ışık Doğu’dan gelir derler ya, ışığın gelişini, taşlardaki dile gelişi yatıştırırcasına ağır ağır sönümlenişini seyretmek Mardin’de eşi benzeri olmayan bir deneyim.
ANTALYA KARAALİOĞLU PARKI
Güneşin kır kokusuyla battığı park
Batı Toroslar’ın ardından Türk’ün denizi ilk gördüğü kıyılara inmenin keyfini yaşatan bir gezi programı düzenlenmeli, mesala Burdur üzerinden. 900 yıl önce Çaka Bey’in yaptığı gibi. Denizin değerini daha iyi anlamamız için. Anadolu’dan Akdeniz bilincine erişmek için, kesinkes hem de, güzel yollardan biri. Antalya, her şeyi silip kendisini ortaya koyuyor. Eski Antalya’dan söz ediyorum tabii, Kaleiçi’nden. Kaleiçi yarım hilal gibi limanı çevrelemiş. Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı olmuş eski liman kent. Eski Teke sancağımız.
Burdur’da askerlik günlerimi, hemen her hafta sonu aynı bilinci tazelemek için Antalya’ya inişimi hatırlıyorum. Hiçbir turist rehberinde Karaalioğlu Parkı’nın fotoğrafı yok, bunca turistik marka olmuş yer, eser varken, bu yerli (!), halkla bütünleşmiş güzelliğe yer kalmamış. Karaalioğlu Anadolu kırlarının Akdeniz çıpası gibi, ona tutunuyorum, ne Hadrianus Kapısı, ne Yivli Minare -o da kartpostal-, ne falezler -zaten üzerlerinde blok apartmanlar yükseliyor-, plajlar hiç değil, Türk’ün denizi ilk görüşünün tekrarı, orada batan Anadolu’nun toprak güneşi, kır kokulu.
VARSIN ŞİİR OKUNMASIN
Şiirin turistik görüntülere tahammülü yok, onlar gidince gelecek... Kendi olmak bilinci için böyle mekanları esirgemeli. Yerli gezginler adına böyle bir felsefe yapıyorum. Daha sonra bir gezimizde şair büyüğüm Arif Damar ile oturduk burada, bütün bir öğleden sonra güneşin, İspanyol şair Garcia Lorca’nın deyişiyle "yaralı bir hayvan gibi" sularda can çekişmesini seyrederek. Kahve felsefesi yaptık, Anadolu kıyıları, tatilci şair duygusallıkları üzerine. Bir gezi rehberinde yazıyor; Karaalioğlu Parkı’nda, günbatımı için gelen Antalyalılarla tanışmayı tavsiye ediyor. Günbatımını seyreden yerli halk, birlik duygusu, günbatımı kadar güzel, varsın şiir okumasınlar.
Karaalioğlu Parkı dünyanın en güzel geniş kent teraslarından biri ve güneş orada göz alabildiğine geniş bir sahnede batıyor.
ORDU / BOZTEPE
Fındıkların yeşilinde kiraz renkli gün batımları
Daha fazla Karadeniz için Çarşamba’yı geçmek yetmez, Perşembe’yi de ardınızda bırakmanız gerekir. Arada Ünyeve Fatsa birbiri ardına size el eder. Boztepe’ye çıkıp, türküde olduğu gibi oradan Ordu’ya bakacağız.
Ordu, Karadeniz’in yerleşim alanı bakımından en şanslı ili sayılabilir aslında; çünkü hiçbir Karadeniz şehri bu kadar geniş düzlüğe sahip değildir. Bu yüzden Boztepe’nin eteğine kurulmuş şirin bir kent görüntüsüne bürünmüştür Ordu. Fındıklıklar neredeyse şehre çit olmuş, ziraatin böyle yakın olması, şehirdeki blok apartmanlar görüldüğünde bir tezat oluşturuyor gibi. Ama her derdin devası yeşil, şehre iyicene sokulmuş bunu da örtüyor. Boztepe’ye varınca onun misyonunu anlıyorum: Denizden yaklaşık 450 m. yükseklikteki Boztepe şehre kuşbakışı bir vitrin sağlıyor. Yeşil-mavi bir alem, ara tonları da yumuşak, baharda böyle olurmuş. Yaz ya da güz vakti gelsem bunun değişeceğine dair bir umudum yok, buraları görünce aklınıza bir tek turkuvaz bir sentez yapmak kalıyor, imgeler oradan çıkacak.
YOLU PARKE TAŞLI
Peki niye Boztepe? Nerede bu bozluk?.. Bunu pek aklınız almasa da, zamanında bitki örtüsünün fazla olmaması tepenin Boztepe adını almasına neden olmuş. Sonradan dikilen ağaçlar, tepeye kadar uzanan fındık bahçeleri yemyeşil bir mesire yerini ortaya çıkarmış.
Boztepe’ye şehrin içinden, Keçiköy üzerinden, Taşbaşı Mahallesi’ndeki eski Ordu evlerinin, Kültür Merkezi ve sahne olarak kullanılan eski kilisenin önünden geçilerek çıkılan yoldan ulaşıyoruz, tırmanırcasına. Bu yol eski vali (Kemal Yazıcıoğlu) döneminde belediyenin de katkılarıyla parke taş döşenerek ve ışıklandırılarak trafiğe açılmış, her noktasından şehri gözleyerek kıvrıla kıvrıla çıkmaya olanak sağlamış. Araç trafiğinin yoğunlukla sağlandığı tepe üzerindeki, ardındaki köylere de ulaşımı sağlayan asfalt yol ise Selimiye Mahallesi’nin devamında Boztepe’ye arkadan ulaşmakta ve şehrin kuşbakışı görüntüsünü en tepede yakalamaktadır.
AKŞAM ERKEN ÇÖKER
Tepede İl Özel İdaresi tarafından yapılmış restoran ve çay bahçesi, halka açık özel mesire yerleri bulunuyor.
Bir kere çıkınca hakkını veresiye kalmak gerek. Günbatımı kızıllığı bile yeşil-mavi egemenliğini kıramıyor; yeşil ve mavi daha sertleşiyor, ötelerden bir kiraz rengi gelip onlarla boğuşuyor. Giresun yakın ya, Romalı komutan Lucellus kirazı ilk defa orada tatmış, Roma’nın ilk kirazları buradan gitmiş. Her serinlik yağmurun fikri gibi, hava ataklaşıyor, şehre inme vakti, fındıklıklar şaşılası bir yabanlıkla kararıyor. "Çakal kararması" diyor şair dostum İrfan Yıldız. Ünyeli, iyi biliyor.
BATMAN / HASANKEYF
Zamanın durduğu nehir
Bismil-Batman ovası doğu tarafında son bulurken manzara değişmeye başlar. Batman’da, elinizi gözlerinize siperlikederek, uzaktan seçtiğiniz Raman Dağı’nın eteklerine yakınsınız artık. Fakat sıkı durun, dağdaki dar geçidin ardında sizi bir masal ülkesi bekliyor. Fotoğrafını daha önce görmüş olsanız bile şaşkınlığa düşeceksiniz. Bence, gezi literatürüne "Hasankeyf şaşkınlığı" kavramı eklenmeli. Nedir o? Bir anda tarih öncesine geçiş; binlerce mağara ev, uçurumun beline saplanmışçasına duran yüksek taşköprü, önüne Dicle’nin havuz kurduğu saklıkent, mitolojik tanrıların bıçağıyla kesilmişçesine düz kayalık, ırmak yatağından 100 metre yükseklikte inşa edilmiş kalenin kalıntıları, kale üstündeki tapınak, Artukoğullarından kalma, şimdi birer harabe olan cami, medrese, kervansaray, şifa yurtları.
Asıl adı Hısın-Keyfe olan kent, İlk Çağ’da Cephacefa adlı Süryani Piskoposluğunun merkezi olmuş. Hasankeyf, İslam egemenliğine girdikten sonra, sırasıyla Abbasiler, Hamdeniler, Mervaniler’ce yönetilmiş. Artukoğulları’nın egemenliğine geçişi M.S. 1101’e rastlar. Burası aynı zamanda bir "kaleşehir." Sur içindeki binalardan sadece Ulu Cami ayakta. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Uzeyme’nin türbesi de burada.
Rivayete göre, "yolgeçen hanı" deyimi Hasankeyf’te doğmuş. Dicle kıyısındaki "mağarahan"da konaklarmış, İluh’a (Batman) geçecek yolcular. Yolgeçenhanı şimdi restoran. Yukarıda, kaleiçine doğru bu mağara restoranlardan birkaç tane bulunuyor. İrtifa tercihinizi kullanıp, Dicle manzarasında gönlünüzce yiyip içebilirsiniz. Su üstündeki salsedirlerde çay, kahve keyfini uzattıkça uzatın, çağların sesiyle akan suların tadını çıkarın. Hasankeyf sularında yakalanan Şabot (Kürtçe) balığının ızgarasını tatmadan dönmeyin.
Hasankeyf, Diyarbakırlıların deyişiyle sizin keyfiniz. Keyif bir yana burada gezginliğin bilinci yarılıyor, fantastik bir dünyaya düşüyorsunuz, geçmiş çağların büyüsü karşısında çocuklaşıyorsunuz. Ardından delice bir fikir geliyor, buraya yerleşmek! Zamanın akışından kurtulmanın, hırslardan arınmanın çaresi sanki... Bu zümrüt yeşili fikir yerleşiyor aklınıza. Masal kapısından tekrar gerçekliğin çölüne çıkmak Hasankeyf’in bıraktığı büyük hüzün...