Son Güncelleme:
Roma’da avare günler
İtalya gezimin son durağı Roma oldu. Dördüncü kez gittiğim bu kentte aylak aylak dolaşmanın keyfini çıkardım. Gölgeli sokaklarda üşüdüm, kimsesiz meydanlarda yalnızlığın tadını çıkardım. Bir kez daha bakmaktan ve gördüklerime hayret etmekten yorgun düştüm.İtalya gezimin son durağı olan Roma'ya doğru giderken, aklımda fikrimde hálá Siena vardı. İnsan neden başka bir ülkede gördüğü daracık sokaklardan böylesine etkilenirdi?.. İnsan neden bir kente, sokakları kaldırım taşlı, evlerinin pencereleri tahta kepenkli diye aşık olurdu?.. Küçük ve önemsiz ayrıntılar bende hep böylesine derin duygulara yol açıyordu.Bir süre gittikten sonra, bir servis istasyonunda mola verdim. Ayrıntılı yol haritası almak istiyordum. İçeride pek fazla müşteri yoktu. Bir aile köşedeki masada, büyük bir iştah içinde pizza dilimlerini yiyorlardı. Yaşlıca bir kadın, çay poşetini fincanına daldırıp çıkarıyordu. Kamyon şoförüne benzettiğim birisi, bir masada bulmaca çözüyordu. Yarısı market yarısı restoran olan mekán, yanık yağ ve hüzün kokuyordu. Bir yerlerden gelen neşeli müzik, yalnızlık ve hüznün dağılmasına yetmiyordu.Masa örtüsü yağ lekeleriyle süslenmişti. Bir kahve içimi sürede, sinema karesini andıran görüntüleri seyredip kasaya yöneldim. Haritaların durduğu yerde aradığımı bulamayınca kasadaki kıza sordum. Hiçbir yanıt alamadım. Lise çağını çoktan geride bırakmış olan kız, soruma karşılık İtalyanca bir şeyler söyledi. Ben sorumu yineledim. O yine kendi dilinde yanıt verdi. Çat-pat İngilizce bildiğini sandığım kasiyer, inatla İtalyanca konuşmasını sürdürdü. Harita almaktan vazgeçip, dükkanı terk ederken biraz öfkelenmiştim.MANASTIR OTEL OLURSAOtoyoldan çıkıp, Roma'ya girer girmez kayboldum. Bir saat kadar süren dönüp dolaşmadan sonra, otelimin bulunduğu meydana (Santa Croce in Gerusalemme) vardım. Meydanı iki kere turlamama rağmen, otelimi bir türlü bulamadım. Sonunda dayanamayıp, önünden iki kere geçtiğim kilisenin kapısına park ettim. Bitişikteki kapılardan birinden girince, kendimi bir manastırın bahçesinde buldum. Bana ne istediğimi soran rahibe, ‘Özür dilerim otelimi arıyordum, anlaşılan yanlış gelmişim’ dedim. Tam kapıdan çıkarken rahip yanıma gelip, ‘Sizi otele götüreyim’ deyince şaşırdım... Rahiple birlikte manastırın kapısından çıktım. Rahip hemen bitişikteki binayı işaret edip, ‘işte otel’ dedi. Tarihi tahta kapıya yaklaşınca, raptiye ile kapıya tutturulmuş dosya kağıdında otelin adını okudum: ‘Hotel Domus Sessoriana’.Rahibe teşekkür edip, kapından içeri girdim. Bir masa, üstüne bir bilgisayar ve karşısına iki koltuk konarak resepsiyona dönüştürülmüş yerde giriş işlemlerimi yaptırdım. Bavullarımı sürükleyerek, duvarları modern resimlerle süslü dehlizden geçip odama gittim. Burası otele dönüştürülmüş eski bir manastırdı. Koridorlar, dehlizler, oldukça modern döşenmiş odalar çok etkileyiciydi. İlk kez böylesine değişik bir mekánda kalıyordum. Odamın penceresinden kilisenin çan kulesini, çile odalarının kapılarının açıldığı avluyu görüyordum.BİTMEYEN KENTBu Roma'ya dördüncü gelişimdi. Her seferinde Trevi Çeşmesi'ne para atıp, Roma'yı bir kez daha görmeyi diliyordum. Anlaşılan attığım paralar işe yarıyordu. Roma'ya her gelişimde, bir öncesinden daha az telaşlı oluyordum. Aylaklık yapmaya daha çok vakit ayırabiliyordum. Aslında Roma öyle kolay kolay gezip bitirilecek bir kent değildi. Burada iki yıldan fazla kalan Goethe de, kenti bir türlü bitirememiş, gezi notlarına şunları yazmıştı: ‘Burada insan kendini, büyük bir mektepte imiş gibi hissediyor. Bir günde o kadar çok şey öğreniyoruz ki, insan artık bunların üzerine hiçbir şey söylemeye cesaret edemiyor. En iyisi burada senelerce kalmak ve her şeyi Pythagorasvari bir sükunet içinde seyretmek olurdu...’Bir tek Sistine Şapeli'ne bir daha gitmek niyetindeydim. Onun dışında herhangi bir plan-program yapmadım. Kendimi ayaklarıma terk edecektim. Acelesiz, telaşsız Roma sokaklarını adımlayacak, eskiyi anımsayacak, bir ‘Roma Avaresi’ olacaktım. Metro'dan İspanya Meydanı'nda indim. Niyetim ‘Alice’ kanalında gördüğüm ‘Cafe Greco’ya gitmekti. Meydan, kış olmasına rağmen kalabalıktı. Roma'nın ünlü buluşma yerlerinden biri olan havuz başı ve İspanyol Merdivenleri'ne doluşan insanlar, üşüyerek birilerini bekliyorlardı. Zamansız turistler ise anı fotoğrafı çekmeye çalışıyorlardı.SOĞUK SOKAKLARDAVia Condotti üstündeki ‘Cafe Greco’ya girdim. Masaya oturmadan önce, 1760 yılında yapılan bu cafenin müzeyi anımsatan duvarlarındaki resimlere baktım. Bir masaya ilişip kahvemi içerken, buraya gelen ünlüleri düşündüm. Kimler burada kahve içip pasta yememişti ki: Keats, Byron, Goethe gibi yazarlar, Wagner, Liszt gibi bestekarlar, Kazanova gibi aşk avcıları... Kahveden çıkıp, biraz ilerideki İngiliz Şair John Keats'in öldüğü evi gezdim. Ünlü şair yakalandığı veremle baş edebilmek için, rutubetli İngiltere'yi terk edip, Roma'daki bu eve taşınmıştı. Ama burada hastalığına, bir de karşılıksız aşk ve acımasız eleştirmenler eklenince daha fazla dayanamamış, 25 yaşında bu dünyadan ayrılmıştı. Sonra mağaza vitrinlerine baka baka Trevi Çeşmesi’ne gittim. Bu sefer havuza dilek parası atmadım. Ara sokaklar dar ve gölgeliydi. Güneşin girememesini fırsat bilen ayaz, insafsızca üşütüyordu. Isınmak için adımlarımı hızlandırdım. ‘Bütün tanrıların tapınağı’ Panteheon'un önünde fazla oyalanmadan, koşar adım Campo De' Fiori Meydanı’na kapağı attım. Güneş burada ışıl ışıl parlıyordu. Önce meydanda kurulan pazar yerini gezdim. Sonra bir kahvede, engizisyonun son kurbanlarından biri olan bilgin Giordano Bruno'nun heykelinin karşısına oturdum. Güneş kemiklerimi ısıtınca, keyfimin yerine geldiğini hissettim. Karnım acıkınca meydandaki restoranlardan birine oturdum. Bir bardak ‘köpek öldüren’ cinsinden şarap eşliğinde, hayatımın en kötü pizzasını yedim. Garsona Türkçe hakaretler yağdırdım, hesabın üstünü kuruşu kuruşuna cebime atıp, bahşiş bırakmadım. Çıkarken garsonun yüzünü görünce, bana içinden okkalı küfürler savurduğunu tahmin etmekte zorlanmadım.ROMA'DA AYLAKLIKRoma'ya dördüncü gelişimin ilk günü, kararımı uyguladım ve aylak aylak dolaştım. Akşam iyi bir yemek yiyip, Navona Meydanı'na açılan sokaklardan birindeki bir ‘entel bar’ da geceye nokta koydum. Ertesi günlerde de pek farklı bir şey yapmadım. Roma Forumu'nda geçmişteki Roma’yı, Colosseum'da gladyatörlerin kan damlayan kılıçlarını düşlemeye çalıştım. Sant'Angelo Köprüsü'nün üstünden, Tiber Nehri'nin nazlı nazlı akışını seyrettim. Goethe'nin evini görme bahanesiyle gittiğim Corso Caddesi’nde, şık mağazaların vitrinlerinde sergilenen şık giysilere bakıp iç geçirdim. Kırtasiye dükkánlarından küçüklü büyüklü süslü defterler, kurşun kalemler, el yapımı dosya kağıtları satın aldım.En çok oyalandığım yerlerden biri de Navona Meydanı oldu. Paltolarına sarılmış bir vaziyette, portresini yaptıracak bir müşteri bekleyen ressamların sergisini gezdim. Bernini'nin şaheseri olan, ‘Dört Irmak Çeşmesi’ nin karşısında yine şaşırıp kaldım. Bu çeşmede her bir heykel bir nehri simgeliyordu. Hangisinin Nil, hangisinin Tuna, Ganj ve Rio de la Plata olduğunu her zamanki gibi karıştırdım. Kimsesiz kahvelere bakıp, meydanın yazlık halinin daha eğlenceli olduğuna karar verdim.SİSTİNE'DEKİ HARİKALARRoma'da en çok vaktimi Sistine Şapeli'nde geçirdim. Dev duvarları Michelangelo, Perugino, Botticelli gibi XV. ve XVI. yüzyılın en ünlü sanatçıları tarafından süslenen şapeldeki eserleri seyretmeye yine doyamadım. Özellikle Michelangelo'nun son yapıtlarından biri olan ‘Kıyamet’ tablosunun karşısından, her seferinde olduğu gibi yine ayrılamadım. Duvar kenarında bulduğum bir sıraya oturarak, ünlü sanatçının derme çatma bir iskele üstünde, yedi yıl boyunca iki büklüm çalışmasını hayal etmeye çalıştım.Sistine Şapeli'ni gezerken, Rafael ile Michelangelo arasındaki sanat yarışını bir kez daha düşündüm ve benim favorimin Michelangelo olduğuna karar verdim. Daha sonra okuduğum ‘İtalya Seyahatnamesi’nde, Goethe'nin de benimle aynı tarafta olduğunu görünce sevindim. Goethe'nin duygularını benden daha iyi ifade etmiş olmasını kıskandım. Usta hayranlığını şöyle dillendirmişti: ‘Michelangelo'nun duvara işlediği Kıyamet Günü’ne bakıyorum ve sadece hayret ediyorum. Bu tabloyu sözle anlatmak çok zor ve çok zahmetli... Şu anda Michelangelo'nun o derece tesiri altındayım ki, artık tabiatın bile zevkine varamıyorum. Çünkü tabiatı, onun gibi görecek kadar dev gözlere sahip değilim...’Sistine Şapeli'nden çıktığımda ‘bakmaktan ve gördüklerime hayret etmekten’ yorulmuştum. ‘Dördüncü Roma Seferi’min son gününü barışa adadım. O gün bütün İtalya Roma'da buluşmuş, ellerindeki gökkuşağı renkli bayrakları sallayarak savaşı lanetlemişlerdi. Ben de kalabalıklara kapıldım, bayrak salladım, ‘yaşasın barış’ diye bağırdım, Afrikalı gurupların kıvrak ritimlerine eşlik ettim. Son günümde, İtalya halkıyla sarmaş dolaş olup Roma'ya veda ettim.OKURLARDAN İZİN TALEBİSevgili okurlar, kar yolları tıkayınca bir süre İstanbul'da mahsur kaldım. Bu yüzden de gezi torbam boşaldı. Siz bu satırları okurken ben yine yollara düşmüş olacağım. Amacım yazlık mekánların kışlık halini görmek. İzin verirseniz önümüzdeki hafta sizlerle birlikte olamayacağım. Ondan sonra gördüklerimi, yediklerimi, içtiklerimi sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.