Pula’ya kış da yakışır
Adriyatik kıyısındaki Pula yazın turist kalabalıklarıyla dolup taşıyor. Aralıkta sakin, huzurlu. İrlandalı yazar James Joyce nefret etmişti. Ben sevdim. Karşı kıyıdaki Venedik’e geçmeden, bütün bir mevsimi burada Joyce’un kitaplarını yeniden okuyarak geçirebilirim.
Thomas Mann’ın “Venedik’te Ölüm” adlı romanının kahramanı, yazar Gustav Aschenbach gibi buharlı bir gemiyle Venedik’e demir almak için gelmedim Pula’ya. Kim bilir, belki Aschenbach da benim gibi burada takılıp kalsaydı, bu kentte bunalıma girip Venedik’e gitmeye kalkışmasaydı, Polonyalı delikanlıya âşık olup belasını bulmayacaktı. Tatil kalabalığına karışmadan burada, denizle kayalık tepelerin arasında sıkışıp kalmış bu ücra yerde titiz çalışmalarını sürdürecek, sonra da akıllı uslu, yalnız ve huzurlu yaşamına dönecekti. Ama ölümle randevusu vardı Venedik’te, onu kendi labirentine çekerek Eros’un oklarına hedef yapan kent bir bakıma alınyazısıydı Aschenbach’ın.
Kitap Fuarı’na davetli olmasaydım hiç kuşku yok benim de yolum düşmezdi bu kuytu limana. Pula, taş ocaklarıyla ünlü İstria Yarımadası’nın ucunda bir küçük kent, Adriyatik kıyısındaki tüm liman kentleri gibi güzel. Onlardan bir farkı var: Roma döneminden kalma yapılara, özellikle de devasa bir arenaya sahip. Oval biçimiyle kentin tam ortasında içi yenmiş bir beyaz yumurta gibi duruyor. Roma’daki benzeri gibi taş duvarlardan ibaret değil yalnızca, aşağıdan bakıldığında kemerlerin ardından gökyüzü görünüyor. Mavi Akdeniz göğüyle bütünleşmiş, onun bir parçası olmuş dersiniz, öylesine alımlı. Oysa nice hayatlar sönmüş orta yerinde, nice kanlı gladyatör dövüşlerine sahne olmuş. Tribünleri dolduran halkın huşu içinde haykırışını duyar gibiyim. “Ölüm ölüm!” diye bağırıyorlar hep birlikte. Bu toprakların tarihinde ölümün sanki estetik bir yönü var. Augustus Tapınağı da görülmeye değer. Korent tarzı altı uzun sütunun taşıdığı dikey cephesindeki kabartmalarda yer alan mitolojik figürler, eski kentin girişinde sizi karşılayan Zafer Anıtı’nın küçük yontuları, hatta antik surlar Pula’nın güngörmüş, Roma’dan bu yana varlığını sürdüren bir kent olduğunun kanıtı. Dante de İlâhi Komedya’da anlatıyor bunları...
GÜNEŞLİ HAVADA KAFE TERASLARI DOLUYOR
Dün yolları kapatmıştı kar, bu sabah güneş, hâlâ ısıtan aralık
güneşi bulutların arasından parıldıyor. Ancak Akdeniz’de yaşanabilir böyle bir mucize. Ama ölüm de, Aschenbach’ın acıklı sonu gibi, ancak bu iklimde trajik bir anlam taşıyabilir. Eski Yunan’dan günümüze bu coğrafyada yaşamış, bu toprağın, bu denizin öyküleriyle büyümüş, bu iklimde boy atıp serpilmiş, hayal dünyaları Akdeniz’in kanlı tarihiyle yoğrulup zenginleşmiş yazarların yapıtlarında olduğu gibi. Buna son savaşta yaşanan acılar da dahil elbette. Az ötede yıkılan köprüler, bombalanan Saraybosna, Mostar ve dağların yamacına bir avuç inci gibi serpilmiş köyler. Neler olup bitti oralarda, hangi insanlık suçları nasıl işlendi, hepsini biliyoruz artık. Ve çok şükür sorumluları yargılayabiliyoruz.
Otelin balkonunda güneşleniyorum. Deniz görünmüyor buradan, yıllarca bir tepeden ya da otel balkonlarından mavisini seyreylediğim, gemilerine binip adalarını dolaştığım, limanlarına demir attığım Akdeniz. Ama bulutlar gökyüzünde salkım saçak, mor, lacivert, kimi zaman da köpük beyazı, denizi aratmıyor.
Pula kışın kederli, geceleyin sokaklar ıssız. Kapalı kepenklerin ardına çekiliyor yaşam, kahvelerde tek tük ışıklar yansa da insanlar dışarıda hora tepmiyor. Güneşli havalarda kent merkezindeki kahvelerin terasları doluyor ama karanlık çöker çökmez el ayak çekiliyor ortalıktan. Eski sokaklarda yürüyorum. Mavi, pembe, turuncu evlerin, kapalı kepenklerle küçük balkonların önünden geçiyorum. Venedik mimarisini andırıyor yapılar, yine de kendine
özgü bir mimari dokusu var kentin.
Bazı cephelerde kabartma yontular
göze çarpıyor. Ve merdivenler.
Adriyatik kıyısında yazın turist kalabalığına karışmak sıradan bir şey belki ama şimdi kimseler yok. James Joyce’dan başka.
BAY JOYCE, HEYKELDE NE KADAR KİBİRLİSİNİZ
Üstat, mermer sütunlu Roma kapısından kente girer girmez karşıladı beni. Adını taşıyan ve görünümüyle bir İrlanda barını andıran kahvenin önüne postu sermiş, kalın camlı gözlüklerinin ardından gelen geçene bakıyordu. Yanından hiç ayırmadığı bastonu vardı, yanında, başındaysa neredeyse tüm fotoğraflarından tanıdığımız o ünlü fötr şapkası. Bacak bacak üstüne atmış, sandalyesine iyice kurulmuştu. Küçük dağları ben yarattım diyen bir eda vardı oturuşunda. Oysa burada, Pula’dayken ünlü yapıtı Ulysses’i yazmamıştı daha. Bugünkü gibi dünyaca tanınmıyor, hakkında cilt cilt kitaplar yazılıp sempozyumlar düzenlenmiyordu. Ve üstat “Allah’ın unuttuğu, Sibirya’da bir liman” olarak tanımladığı Pula’dan nefret ediyor, yalnızca burasını değil tüm İstirya Yarımadası’nı ‘geniş pantolonlu, kırmızı takkeli, cahil Slavların can sıkıcı ülkesi’ olarak görüyor, yazın sivrisineklerden, kışın rutubet ve melankoliden yakınıyordu.
Bütün bu olumsuz izlenimlere karşın Pula bağrına basmış İrlandalı yazarı. Onu onurlandırmak için bir kahveye adını verip önüne heykelini dikmemiş yalnızca, tüm turistik rehberlerde Joyce’u baş köşeye oturtmuş. Sanırsınız ki Joyce, hiçbir kitabında yer almayan Pula’yla hemhal olup hayat boyu halvete girmiş. Oysa yazarın burada bir yıl kadar kaldıktan sonra Trieste’ye gittiğini, ömrünün 10 yılını orada, Dublin’den uzak ama oranın insanlarını anlatarak, sürgünde anadiline kök salarak geçirdiğini biliyoruz.
ÜSTADIN DİZİNİ OKŞA, GERİ DÖN
Gecenin geç saatinde, Joyce’un adını taşıyan İrlanda barında içtiğim biraların esrikliğini üzerimden atmak için kendimi sokaklara vurmadan önce üstadın dizini okşadım. Burada tanıştığım bir yazar Joyce’un dizini okşayanların Pula’ya tekrar geldiklerini söylemişti çünkü. Doğrusu sevdim Pula’yı. Hatta, Gustav Aschenbach gibi Venedik’e gitmemek koşuluyla bütün bir yazı burada, Joyce’un kitaplarını yeniden okuyarak geçirebilirim. Yeter ki, Cahit Sıtkı’nın ünlü dizelerindeki gibi ‘gün eksilmesin penceremden.’ Yeter ki odamdan Akdeniz’e bakıp Odisseus’un serüvenleriyle Bloom’un başından geçenleri iyi soğutulmuş bir şişe beyaz şarabın eşliğinde hayal edebileyim. Sahi Homeros Akdeniz’in ‘şarap renginde’ olduğunu söylerken kırmızıyı kastediyordu sanırım, beyazı değil. Zaten beyaz şarap galiba yoktu o zamanlarda. İyi ki şimdi var. İyi ki Bloom, Joyce’un Ulysses’inde, Odisseus’un Akdeniz limanlarını dolaştığı gibi Dublin’in meyhanelerini ve kerhanelerini dolaşıyor. Siyasetçilerin bile, birer amiral tavrıyla ahlak zabıtalığına soyunduğu üç yanı denizle çevrili ülkemizde bunları da söyleyip yazabilmeliyiz çünkü.
Beni Ljubljina Havaalanı’nda karşılayan şoförün ustalığı sayesinde ulaşabildim Pula’ya. Kar yolu kaplamış, trafik durmuştu. Bir an önce Adriyatik kıyısına varabilmek için tünellerden geçtik. Hiç bitmeyecekmiş gibi uzayıp giden, donanımlarıyla Slovenya’nın bir Avrupa ülkesi olduğunu her kilometrede anımsatan tünellerden. Bir günde dört mevsimin yaşanabildiği bir iklimdeydim. Ve göz gözü görmüyordu tipiden. Ne yalan söyleyeyim çok korktum. Güç bela varabildik Hırvatistan sınırına. Şoförüm pasaportumu çıkarmamı söyledi. Ve ekledi: “Geçmişte bu sınırlar yoktu.” Tito’nun Yugoslavyası altı cumhuriyeti ve iki özerk bölgesiyle saygınlığı olan, Bağlantısızlar hareketinin başını çeken, büyük bir ülkeydi. Parçalandıktan sonra birbirinden milliyetçi, küçük ulusal devletler aldı yerini. Eski Yugoslavya’yı her gün biraz daha fazla özlüyorum. Özgür düşüncenin yeşeremediği tek parti rejimini değil elbette, halkların kardeşce yaşayabildiği o barış ortamını özlüyorum. Belki de özlediğim, gençliğim. Adriyatik kıyısında geçirdiğim günler. O sıcak, şehvetli yaz. Anısı hâlâ peşimi bırakmayan Boşnak, Hırvat, Sırp dilberleriyle içtiğimiz erik rakıları...