Öteki Amerika'nın üç yüzü
Sırt çantamı, fotoğraf makinamı, kameramı ve düşlerimi alıp güneş topraklarına doğru yola çıkıyorum
‘‘Pasaportunu yanında taşıma. Eski Quito'ya yalnız gitme. Hele fotoğraf makineni hiç çıkarma. Burası güvenli bir kent olabilir ama, eski Quito için aynı şeyi söyleyemem...’’
Latin Amerika'daki ilk günümde pansiyonun sahibi Ramiro Torres'in uyarılarıyla karşılaşıyorum. Bay Torres, Güney Amerika nüfusunun çoğunluğu gibi bir mestizoydu. Yani kızılderili-İspanyol melezi. Ve çoğu mestizo gibi o da yoksul yerlilerin yaşadığı mahallelere gitmekten çekiniyordu..
İSA VE GÜNEŞ TANRISI
Bense Bay Torres'in eski Quito'ya gitmek ve orada fotoğraf çekmek konusundaki uyarılara pek aldırmadım. Üstelik volkanik dağlar arasında kurulmuş, gökdelenleri, alışveriş merkezleri, çılgın trafiği ve hava kirliliğiyle diğer kentlerden pek de farklı olmayan modern Quito'da beni çeken bir şey yoktu. Bu yüzden sık sık modern Quito'nun geniş bulvarlarını ardımda bırakıp, soluğu eski Quito'nun sokaklarında alıyordum. Burası başka bir kent gibiydi... Sömürge döneminden kalma yüzlerce yıllık taş binalar, görkemli kiliseler, sokaklarda renkli işporta tezgahları geleneksel kıyafetleriyle dolaşan yerliler...
Eski Quito, Bay Torres'in çekindiği kadar tehlikeli değildi. 500 yıl önce kıtayı keşfeden Avrupalılar tarafından büyük bir kıyıma uğrayan yerliler, sakin köylerini terketmiş, bir zamanların görkemli malikane ve saraylarının gölgesinde umut arıyorlardı. İşsiz yerlilerin sığınağı olmuş eski Quito'da yapılan hırsızlıklarsa ‘‘tedbirsizlere verilen bir ceza’’ydı...
Güneşe tapan Inkaların torunları, göçmenler ve mestizo adı verilen melezler... Latin Amerika'da dolaştığım her yerde bu üç kültürün etkisiyle karşılaştım. İnançlardan, mimariye, sosyal yaşamdan, giysilere ve yemeklere kadar her alanda bu mestizo kültürü hakim... Eski Quito'da Inka tapınağının üzerine inşa edilen San Fransisco Kilisesi'nin kesme taşları arasında İsa ile İnka'ların Güneş Tanrısı yanyana... Pazar ayininin ardından kilisenin önünde Inka'lardan kalma ayinler tekrarlanıyor... Yerlilerin hala umut bağladığı büyü malzemesinin yanında, İsa ve Bakire Meryem heykelleri satılıyor. Yerlilerin lama yününden dokunmuş pançolarının ve beyaz bol pantolonlarının altında artık sandaletler değil makosen ayakkabılar var. Şapkalarıysa eskisi gibi şahin tüyleri ve puma başı değil, Panama ya da İtalya'dan gelen Borsalino tipi şapkalar...
Bugün Latin Amerika'da yaşayan nüfusun çoğunluğunu mestizolar oluşturuyor ve daha çok büyük kentlerde yaşıyorlar. Atalarının geleneklerini sürdürmeye çalışan yerlilerse And dağlarının eteklerindeki köylerde modernliğin gürültüsünden uzak, yoksul bir yaşam sürdürüyor. Yerli halkın büyük bir bölümünü İspanyolca'yla birlikte kendi dillerini konuşan Quechua ve Aymalar oluşturuyor. Yaşam tarzlarında da 500 yıl öncesine göre çok fazla bir değişiklik yok.
Yerlilerin ürünlerini sattığı pazarın kurulduğu günler kasabanın en renkli günü.. Güneşten korunmak için kurdukları tentelerin altında akşama kadar tezgalarındaki meyve, sebzeleri, el yapımı şapkalarla pançoları satmaya çalışıyorlar. Ertesi günse mısır içkisiyle sarhoş olarak yoksulluklarının acısını unutmaya çalışıyorlar.
ACILARLA DOLU DOĞUM
Ramiro Torres'in uyarılarıyla Latin Amerika'nın hemen her yerinde karşılaştım. Ama ne gece yolculuklarımda başıma silah dayayıp paramı isteyen gerillalarla, ne de otel odamın penceresini zorlayan hırsızlarla karşılaştım. Buna karşılık Peru'nun başkenti Lima'da otobüs beklerken küçük bir çocuk camı çatlamış ucuz saatimi kolumdan kapmak istedi. Peru'da Inka kenti Machu Picchu'ya dört günlük yürüyüşüm sırasındaysa fotoğraf makinem çalındı. Akşam yemeğinden sonra çadıra döndüğümde çantamdaki fotoğraf makinemin yerinde yeller esiyordu. Hırsızlık malları kentlerdeki çalıntı mallar pazarında satılıyordu. Belki de La Paz'daki çalıntı mallar pazarında kampta çalınan makineme para ödedim.
Şili ve Arjantin'de Latin Amerika'nın başka bir yüzüyle karşılaştım. Bolivya'dan Şili'ye geçer geçmez herşey birdenbire değişti. Artık ne sırtında bebeğiyle pazara giden yerli kadınlar, ne küçülmüş iki büklüm ihtiyarlar, ne de seyyar satıcılar vardı sokaklarda. Değişmeyen tek şey dört duvar arasına sığmayıp sokağa taşan yaşamdı. Müzisyenler, kapı önünde siesta sonrası akşam muhabbetleri, şakalaşan gençler, Allende yanlılarının protesto gösterileri... Bu iki ülkede yerli kültüründen neredeyse hiçbir iz yok. Kuzeyde Andların altiplanolarında yaşayan Aymaralarla, güneydeki Mapuchelerin sayısı 40 bini geçmiyor. Şili ve Arjantin'de artık herşey göçmen Avrupalıların hakimiyetinde. Kentlerse elektronik eşyalarla dolu vitrinleri, alışveriş merkezleri, yüksek gökdelenleriyle Avrupa kentlerinden farksız.
Meksika'nın başkenti Mexico City'deki Tlatelolco'da yine Latin Amerika'nın üç yüzüyle karşılaştım. Aztek tapınağı, onun üzerinde Sandiego Kilisesi ve hemen yanıbaşında modern Dışişleri Binası aynı meydanda yer alıyor. Aynı zamanda ‘‘plaza de las tres culturas’’ (üç kültür meydanı) olarak da anılan Tlatelolco için söylenen sözlerse Latin Amerika tarihinin aynası gibi: ‘‘Ne zafer ne yenilgi... Meksika'daki melez halkın acılarla dolu doğumu...’’
Bir zamanlar güneşe tapanların ülkesi olan Latin Amerika düşlerime nasıl girdi bilmiyorum. Allende'nin tutkulu kahramanları... Marquez'in fırtına öncesi siestayı yaşayan kasabaları... Galeano'nun büyülü öykülerle anlattığı Latin Amerika tarihi... Maya, Aztek'lerin bulutlar arasında kaybolmuş gizemli tapınakları... Bir avuç sömürgeci tarafından yokedilen milyonlarca yerlinin, askeri rejimlerin baskısına direnen gerillaların mücadelesi... Dört duvar arasına sığmayıp sokaklara taşan renkli yaşamı... Ya da bütün bu öyküleri And dağlarının yakıcı rüzgarıyla harmanlayan panflüt ezgileri... Hangisi daha etkindi bilmiyorum ama aklımda hep birgün Latin Amerika'ya gitmek vardı. Haritaları, rehber kitapları, Latin Amerika'yla ilgili bulabildiğim her türlü bilgiyi toparladım. Rotamı belirledim. Günlük konuşmaları halledebilecek kadar İspanyolca öğrendim. Sırt çantamı, fotoğraf makinemi, kameramı ve düşlerimi alıp yola çıktım. 1997 yılının sıcak bir yaz günü beni Ekvador'un başkenti Quito'ya götürecek uçağa bindim. Uçağın tekerlekleri Quito havaalanına değdiğinde herşey ardımda kalmıştı. 15 Haziran'da çıktığım, beş ay süren, Ekvador, Peru, Bolivya, Şili, Arjantin ve Meksika'yı kapsayan yolculuğum boyunca düşlerimin peşinden gitmekle ne kadar doğru bir karar verdiğimi anladım. Attığım her adımda zihnimdeki fotoğraflar birer birer canlandı ve gerçeğe dönüştü...
‘‘Türkler neden seyahat etmiyor?’’ Ekvador, Peru ve Bolivya'da en çok karşılaştığım soru bu. Sonra diğerleri geliyor: ‘‘Paranız ne?’’, ‘‘Türkiye tam olarak nerede, güzel mi?’’ Bir adam ‘‘ Sizin orada erkekler çok şanslı. dört kadın alıyormuş’’ diye laf atıyor.
Bolivya'nın yerlileri, güneşe taptıkları zamanlardan kalma eski inançlarıyla yeni inançları olan Katolikliği ilginç bir biçimde birleştirmiş. Pazar günleri kilisede İsa'ya dua ettikten sonra sokaklarda Güneş Tanrısı için dansedi- yorlar.
Herkes Amerika ya da Avrupa'da şansını denerken, Leblebici Ailesi 28 yıl önce Şili'yi göç etti.
Şili'de yaşayan ve sayıları yüzü geçmeyen Türk azınlığın çoğunluğunu Mardin'den göç eden Süryaniler oluşturuyor. 70'li yıllarda Mardin'den göç eden 30 aile, başkent Santiago'nun güneyinde yemyeşil ormanlar ve göllerle çevrili Osorno kentinde yaşıyor. İlyas Leblebici beni büyük bir şaşkınlıkla karşılıyor. 28 yıldan bu yana Türkiye'den onları ziyarete pek gelen olmamış. 75 yaşındaki Leblebici'yse bu süre içinde Türkiye'ye hiç gitmemiş.
Herkes Amerika ya da Avrupa'da şansını denerken, Leblebici'nin Şili'ye gelmesinin önemli bir nedeni olmalı... ‘‘O yıllarda Mardin'de bizim için yaşam zordu. Babam bize polis olamazsın, memur olamazsın, çünkü Süryanisin, derdi. Ticaret yapmaktan başka yol yoktu. İstanbul'a geldik. Ama kentte yaşamak da o kadar kolay değildi. Eşimin kızkardeşi Şili'de yaşıyordu. Çağırdı. Geldik.’’
28 yıldır her 29 Ekim'de Santiago'daki Türk Büyükelçiliği'nde cumhuriyet balosuna katılıyor. Törenler için gönderilen davetiyeleri de çekmecesinin bir köşesinde saklıyor. Artık uğraştığı konfeksiyon işinden emekli olmuş. Şimdi üç oğlundan biri aynı işi sürdürüyor. Türkiye'ye gitmeyi düşünüyor mu? ‘‘Belki... Kimbilir...’’ Ama özlemi gözlerinden okunuyor. Ayrılırken ‘‘29 Ekim'de Santiago'ya gelecek misin?’’ diye soruyor... Ne yazık, o tarihte Meksika'da olacağım...