Mehmet YAHŞİ
Son Güncelleme:
Okyanusta altı gün
Bu hafta, ilk bölümünü geçen hafta yazdığım transatlantik yolculuğunun devamını anlatacağım. İngiltere'nin Southampton kentinden bindiğim Queen Elizabeth-2 transatlantiği,tam altı gün
sonra New York limanına vardı.
Yaşamımda ilk kez altı gün kara görmedim ve okyanusta
fırtınanın ne demek olduğuna şahit oldum.
Aceleci ruhumun emirlerine uyup, ilk gün Queen Elizabeth-2 transatlantiğinin bütün girdisini çıktısını öğrendim. İkinci gün sabahı güneş doğar doğmaz gözlerimi açtım. Lombozdan bir süre çalkantılı denizi seyredip ne yapacağımı düşündüm. Şortumu giyip, güverteye çıktım. Serin rüzgarın tokadını yiyince kendime geldim. Gökyüzü bulutlarla kaplanmaya başlamıştı. Benim gibi erkenci birkaç yaşlı yolcuya günaydın deyip, soluğu en alttaki spor salonunda aldım. Bundan sonraki günlerde de her sabah spor salonuna gitmeyi ihmal etmedim.
Tahmin edileceği gibi her türlü aletle donatılmış salonda, bir saat boyunca kaslarımı çalıştırdım. Duş alıp kahvaltı salonuna geçtim.
Saat 09.00'da sporu, kahvaltıyı bitirmiş, kitap okumak için bir köşeye çekilmiştim. İşte o an gemide zamanın frene bastığını anladım. Bu keşfimden sonra gemide kaldığım süre içinde, tüm aceleciğimi bir kenara bıraktım. Sporu bitirmek için acele etmedim. Yemekleri çok yavaş yedim. Düşüncelerimi bile yavaşlattım. Kitap okurken ‘bir an önce bitireyim’ telaşına kapılıp satır atlamadım...
YOLCULUĞUN İLKLERİ
Bu yolculukta bir çok şeyi ilk defa yaşadım. Örneğin ilk defa transatlantiğe bindim. Bugüne kadar hep uçakla geçtiğim okyanusu, ilk defa gemiyle geçtim. İlk defa altı gün boyunca gazete okumadım. Yine ilk defa altı gün boyunca hiç araba görmedim. Ve ilk defa altı günü hiçbir kara parçası görmeden geçirdim.
Daha önceki yolculuklarımda, gemide kitap okunamadığını fark etmiştim. Bu yolculukta da konsantre olmakta güçlük çektim. İkinci satırdan sonra denize dalıp gidiyordum. Tekrar kitaba döndüğümde, neden bahsettiğini unutup yeniden başa dönüyordum.
Aslında gemide vakit geçirmek için bir sürü etkinlik vardı. Örneğin bir köşede suluboya öğretilirken, diğer köşede dans dersi veriliyordu. Bu kurslardan hoşlanmayanlar, bir başka salonda bingo (bir çeşit tombala) oynuyordu. Bir başka grup ise kültür yarışmasında, rakiplerini alt etmeye çalışıyordu. Her gün birkaç konferans vardı. Ben hayatımın hatasını ‘Kravat Bağlama Kursuna’ gitmemekle yaptım. Bu kadar yıldır beceremediğim bu işi bu kurs sayesinde öğrenebilirdim.
En çok hoşuma giden etkinlik, ‘Yalnızları Buluşturma Partisi’ oldu. Gemide yalnız yolculuk yapanlar, salonlardan birinde düzenlenen müzikli partide bir araya getiriliyordu. Burada ‘yalnızlar’ birbirlerini dansa kaldırıp tanışıyor, gezinin geride kalan günlerini birlikte geçiriyorlardı. Uzaktan izlediğim bu partiye katılanları görünce, yolculuk boyunca yalnız kalmanın daha iyi olacağına karar verdim.
Yolcuları heyecanlandıran bir başka etkinlik de, ikinci gün akşamüstü düzenlenen ‘Kaptanın El Sıkma’ töreni oldu. Bu törene katılan erkeklerin smokin, kadınların ise gece kıyafeti giymesi zorunluydu. Bir kenara oturup, sıra bana gelinceye kadar kuyrukta bekleşenleri inceledim. Özellikle Amerikalı yolcular, ütüleme olanağı bulamadıkları buruşuk giysiler içinde oldukça komik görünüyorlardı. Kimi smokin pantolonuna kalın kovboy kemeri takmıştı. Kimi takım elbisenin altına bez pabuç giymişti. Kadınlar da gece elbiselerinde ‘cart’ renkleri tercih etmişlerdi.
EL SIKMA TÖRENİ
Uzun beklemeden sonra sıra bana geldi. Bir hanımefendi adımı sordu ve yüksek sesle beni kaptana takdim etti. Kaptan da nazikçe elimi sıkıp, ‘gemime hoş geldiniz Mr. Yaşin’ dedi. Bunları yaparken bir tanrı edasını takınmıştı. Kaptan benim arkamdakine yönelince, bir garson tepsideki şampanyalardan birini sundu. El sıkma töreni bitince, şampanya kadehleri kaptanın şerefine kaldırıldı.
Ben en çok öğle yemeği öncesini seviyordum. Barın denizi gören iskemlelerinden birine tünüyor, bir bardak kırmızı şarap eşliğinde, 40'lı yılların liste başı parçalarını çalan orkestrayı izliyordum. Akşam yemeklerinde ise restoranın Türk sorumlusu Osman Pınaroğlu'nun sayesinde krallar gibi ziyafet çekiyordum. Osman'ın talimatıyla, mönüde olan olmayan her şey önüme konuyordu. Bu durum yolculuğun sonuna kadar böyle sürüp gitti. Tahmin edileceği gibi, dönüşte terazinin üstüne çıkınca bu ikramların neye mal olduğunu dehşetle gördüm. Hala bu fazlalıklardan kurtulmaya çalışıyorum.
Üçüncü gün bir takım gıcırtı sesleri ile uyandım. Lombozdan bakınca denizin karıştığını gördüm. Beyaz köpüklü kara dalgalar, koca gemiyi beşik gibi sallıyordu. Giyinip dışarı fırladım. Fırtına başlamıştı. Manzara tıpa tıp Ermeni asıllı Rus ressam Ayvazovski'nin, fırtına konulu tablolarını andırıyordu. Simsiyah bir gökyüzü, lacivertten siyaha dönmüş beyaz köpüklü dev dalgalar...
Görevliler isteyenlere, bulantıya karşı hap dağıtıyorlardı. Daha kötü olanlara ise sağlık merkezinde iğne vuruluyordu. Bir ara gözlerim martılara takıldı. Karadan bunca kilometre uzaklıkta ne arıyorlardı? Dalgalarla oyun oynuyor gibi bir halleri vardı. Dev dalgaya teğet geçiyor, diğer dalganın köpüğünden kurtulmak için aniden yükseliyorlardı. Sonra tekrar dalışa geçiyorlardı. Onlara daldım gittim. Yaşama dair her şeyden uzaklaştım.
Güverteye çıkış yasaklandığı için dışarıya da çıkamaz oldum. Sıkıntı içinde koridorları aşındırırken, kitapçının vitrinine asılmış bir harita gözüme çarptı. Bu haritada okyanusu ilk geçen gemiler gösteriliyordu. Özellikle Amerika'ya ilk Avrupalılar’ı taşıyan Mayflover adlı geminin rotası dikkatimi çekti. O da Queen Elizabeth-2 ile aynı rotayı izlemiş, yani okyanusu tam ortadan geçmişti. Dışarıdaki dalgaları ve o zamanki şartları düşününce bu işe akıl erdiremedim. Fırtına son güne kadar sürdü ve geminin yarısı kamaraya kapandı.
YUNUSLAR VE BALİNALAR
Fırtına son gün öğleye doğru hız kesti. Yolcular vakit geçirmeden kendilerini dışarıya, şezlongların üstüne attılar. Deniz bütün kırışıklarını düzeltmiş, kolalı bir çarşaf gibi olmuştu. Gökyüzünde tek bir bulut bile kalmamıştı. Önce yunus sürüleri görüntüye girdi. Yolcular birden heyecanlandı. Bir süre sonra iki balina su fışkırtarak su üstünde görününce, heyecan doruğa çıktı. Hayret çığlıkları atıldı. Bu manzaralar karşısında, iki gün süren fırtına bir anda unutuldu. Akşama doğru gemiye bir helikopter geldi. Hastalanan bir yolcuyu alıp gitti.
Son gece tahmin edileceği gibi diğer gecelerden daha şenlikliydi. O akşam barmenlere epey iş düştü. Yaşlı ve genç yolcular tüm dans pistlerini doldurdu. Ertesi sabah erkenden kalktım. Hava henüz karanlıktı. Bavulumu toparladım. Fotoğraf makinemi alıp güverteye çıktım. Önce denizin üstünden güneş yüzünü gösterdi. Bir süre sonra Özgürlük Anıtı göründü. Sonra New York, muhteşem silueti ile gemiyi karşıladı. Karaya çıktığımda hala sallanıyordum. Bu sallantı neredeyse bir hafta sürdü.
Özetle: Transatlantik yolculuğu tek başına çıkılacak bir yolculuk değil. Mutlaka eşinizle dostunuzla gitmelisiniz. O zaman çok keyifli bir yolculuk yapacağınızdan emin olabilirsiniz. Karadan bir süreliğine uzaklaşmak, bir yerlere yetişmek telaşı olmadan ve zamanı yavaşlatarak yaşamanın keyfi bir başka oluyor. Ayrıca Atlantik Okyanusu'nu gemiyle geçmek başlı başına bir tecrübe. Vakti ve maddi gücü olanlara böyle bir yolculuğu hararetle öneriyorum. Queen Elizabeth-2'yi Türkiye'de Viking Turizm'in alt kuruluşu olan AiRep firması pazarlıyor. Telefon numarası: (212) 334 2980. e-mail adresi: info@airep.com
Hangi ülkeden kaç yolcu
Avustralya: 8, Avusturya: 6, Belçika: 19, Kanada: 47, Danimarka: 8, Finlandiya: 4, Fransa: 26, Almanya: 136, Hollanda: 11, Hindistan: 9, Endonezya: 1, İrlanda: 19, İtalya: 3, Japonya: 1, Litvanya: 1, Malezya: 3, Norveç: 1, Yeni Zelanda: 2, Polonya: 2, Rusya: 3, Güney Afrika: 1, El Salvador: 1, İspanya: 4, İsveç: 6, İsviçre: 31, Türkiye: 1, İngiltere: 600, Amerika: 503. TOPLAM: 1.457
ilginç rakamlar
Gemide 127 bin 345 beygir gücünde motor var. Bu güç 3000 orta boy arabanın toplam motor gücüne eşit. Geminin hızı saatte 32.7 deniz mili. Bugüne kadar kat ettiği yol uzunluğu ise 4.600.000 mil. Queen Elizabet-2'de bir günde tüketilen poşet çay miktarı, üç kişilik bir ailenin bir yılda tükettiği poşet miktarına eşit. Gemide bir günde tüketilen içecek miktarı ise 600 bin litre. Gemide 203 değişik marka şarap, 171 çeşit içki, 37 değişik marka şampanya, 59 değişik marka sigara, 21 değişik marka da puro bulunuyor.
fırtınanın ne demek olduğuna şahit oldum.
Aceleci ruhumun emirlerine uyup, ilk gün Queen Elizabeth-2 transatlantiğinin bütün girdisini çıktısını öğrendim. İkinci gün sabahı güneş doğar doğmaz gözlerimi açtım. Lombozdan bir süre çalkantılı denizi seyredip ne yapacağımı düşündüm. Şortumu giyip, güverteye çıktım. Serin rüzgarın tokadını yiyince kendime geldim. Gökyüzü bulutlarla kaplanmaya başlamıştı. Benim gibi erkenci birkaç yaşlı yolcuya günaydın deyip, soluğu en alttaki spor salonunda aldım. Bundan sonraki günlerde de her sabah spor salonuna gitmeyi ihmal etmedim.
Tahmin edileceği gibi her türlü aletle donatılmış salonda, bir saat boyunca kaslarımı çalıştırdım. Duş alıp kahvaltı salonuna geçtim.
Saat 09.00'da sporu, kahvaltıyı bitirmiş, kitap okumak için bir köşeye çekilmiştim. İşte o an gemide zamanın frene bastığını anladım. Bu keşfimden sonra gemide kaldığım süre içinde, tüm aceleciğimi bir kenara bıraktım. Sporu bitirmek için acele etmedim. Yemekleri çok yavaş yedim. Düşüncelerimi bile yavaşlattım. Kitap okurken ‘bir an önce bitireyim’ telaşına kapılıp satır atlamadım...
YOLCULUĞUN İLKLERİ
Bu yolculukta bir çok şeyi ilk defa yaşadım. Örneğin ilk defa transatlantiğe bindim. Bugüne kadar hep uçakla geçtiğim okyanusu, ilk defa gemiyle geçtim. İlk defa altı gün boyunca gazete okumadım. Yine ilk defa altı gün boyunca hiç araba görmedim. Ve ilk defa altı günü hiçbir kara parçası görmeden geçirdim.
Daha önceki yolculuklarımda, gemide kitap okunamadığını fark etmiştim. Bu yolculukta da konsantre olmakta güçlük çektim. İkinci satırdan sonra denize dalıp gidiyordum. Tekrar kitaba döndüğümde, neden bahsettiğini unutup yeniden başa dönüyordum.
Aslında gemide vakit geçirmek için bir sürü etkinlik vardı. Örneğin bir köşede suluboya öğretilirken, diğer köşede dans dersi veriliyordu. Bu kurslardan hoşlanmayanlar, bir başka salonda bingo (bir çeşit tombala) oynuyordu. Bir başka grup ise kültür yarışmasında, rakiplerini alt etmeye çalışıyordu. Her gün birkaç konferans vardı. Ben hayatımın hatasını ‘Kravat Bağlama Kursuna’ gitmemekle yaptım. Bu kadar yıldır beceremediğim bu işi bu kurs sayesinde öğrenebilirdim.
En çok hoşuma giden etkinlik, ‘Yalnızları Buluşturma Partisi’ oldu. Gemide yalnız yolculuk yapanlar, salonlardan birinde düzenlenen müzikli partide bir araya getiriliyordu. Burada ‘yalnızlar’ birbirlerini dansa kaldırıp tanışıyor, gezinin geride kalan günlerini birlikte geçiriyorlardı. Uzaktan izlediğim bu partiye katılanları görünce, yolculuk boyunca yalnız kalmanın daha iyi olacağına karar verdim.
Yolcuları heyecanlandıran bir başka etkinlik de, ikinci gün akşamüstü düzenlenen ‘Kaptanın El Sıkma’ töreni oldu. Bu törene katılan erkeklerin smokin, kadınların ise gece kıyafeti giymesi zorunluydu. Bir kenara oturup, sıra bana gelinceye kadar kuyrukta bekleşenleri inceledim. Özellikle Amerikalı yolcular, ütüleme olanağı bulamadıkları buruşuk giysiler içinde oldukça komik görünüyorlardı. Kimi smokin pantolonuna kalın kovboy kemeri takmıştı. Kimi takım elbisenin altına bez pabuç giymişti. Kadınlar da gece elbiselerinde ‘cart’ renkleri tercih etmişlerdi.
EL SIKMA TÖRENİ
Uzun beklemeden sonra sıra bana geldi. Bir hanımefendi adımı sordu ve yüksek sesle beni kaptana takdim etti. Kaptan da nazikçe elimi sıkıp, ‘gemime hoş geldiniz Mr. Yaşin’ dedi. Bunları yaparken bir tanrı edasını takınmıştı. Kaptan benim arkamdakine yönelince, bir garson tepsideki şampanyalardan birini sundu. El sıkma töreni bitince, şampanya kadehleri kaptanın şerefine kaldırıldı.
Ben en çok öğle yemeği öncesini seviyordum. Barın denizi gören iskemlelerinden birine tünüyor, bir bardak kırmızı şarap eşliğinde, 40'lı yılların liste başı parçalarını çalan orkestrayı izliyordum. Akşam yemeklerinde ise restoranın Türk sorumlusu Osman Pınaroğlu'nun sayesinde krallar gibi ziyafet çekiyordum. Osman'ın talimatıyla, mönüde olan olmayan her şey önüme konuyordu. Bu durum yolculuğun sonuna kadar böyle sürüp gitti. Tahmin edileceği gibi, dönüşte terazinin üstüne çıkınca bu ikramların neye mal olduğunu dehşetle gördüm. Hala bu fazlalıklardan kurtulmaya çalışıyorum.
Üçüncü gün bir takım gıcırtı sesleri ile uyandım. Lombozdan bakınca denizin karıştığını gördüm. Beyaz köpüklü kara dalgalar, koca gemiyi beşik gibi sallıyordu. Giyinip dışarı fırladım. Fırtına başlamıştı. Manzara tıpa tıp Ermeni asıllı Rus ressam Ayvazovski'nin, fırtına konulu tablolarını andırıyordu. Simsiyah bir gökyüzü, lacivertten siyaha dönmüş beyaz köpüklü dev dalgalar...
Görevliler isteyenlere, bulantıya karşı hap dağıtıyorlardı. Daha kötü olanlara ise sağlık merkezinde iğne vuruluyordu. Bir ara gözlerim martılara takıldı. Karadan bunca kilometre uzaklıkta ne arıyorlardı? Dalgalarla oyun oynuyor gibi bir halleri vardı. Dev dalgaya teğet geçiyor, diğer dalganın köpüğünden kurtulmak için aniden yükseliyorlardı. Sonra tekrar dalışa geçiyorlardı. Onlara daldım gittim. Yaşama dair her şeyden uzaklaştım.
Güverteye çıkış yasaklandığı için dışarıya da çıkamaz oldum. Sıkıntı içinde koridorları aşındırırken, kitapçının vitrinine asılmış bir harita gözüme çarptı. Bu haritada okyanusu ilk geçen gemiler gösteriliyordu. Özellikle Amerika'ya ilk Avrupalılar’ı taşıyan Mayflover adlı geminin rotası dikkatimi çekti. O da Queen Elizabeth-2 ile aynı rotayı izlemiş, yani okyanusu tam ortadan geçmişti. Dışarıdaki dalgaları ve o zamanki şartları düşününce bu işe akıl erdiremedim. Fırtına son güne kadar sürdü ve geminin yarısı kamaraya kapandı.
YUNUSLAR VE BALİNALAR
Fırtına son gün öğleye doğru hız kesti. Yolcular vakit geçirmeden kendilerini dışarıya, şezlongların üstüne attılar. Deniz bütün kırışıklarını düzeltmiş, kolalı bir çarşaf gibi olmuştu. Gökyüzünde tek bir bulut bile kalmamıştı. Önce yunus sürüleri görüntüye girdi. Yolcular birden heyecanlandı. Bir süre sonra iki balina su fışkırtarak su üstünde görününce, heyecan doruğa çıktı. Hayret çığlıkları atıldı. Bu manzaralar karşısında, iki gün süren fırtına bir anda unutuldu. Akşama doğru gemiye bir helikopter geldi. Hastalanan bir yolcuyu alıp gitti.
Son gece tahmin edileceği gibi diğer gecelerden daha şenlikliydi. O akşam barmenlere epey iş düştü. Yaşlı ve genç yolcular tüm dans pistlerini doldurdu. Ertesi sabah erkenden kalktım. Hava henüz karanlıktı. Bavulumu toparladım. Fotoğraf makinemi alıp güverteye çıktım. Önce denizin üstünden güneş yüzünü gösterdi. Bir süre sonra Özgürlük Anıtı göründü. Sonra New York, muhteşem silueti ile gemiyi karşıladı. Karaya çıktığımda hala sallanıyordum. Bu sallantı neredeyse bir hafta sürdü.
Özetle: Transatlantik yolculuğu tek başına çıkılacak bir yolculuk değil. Mutlaka eşinizle dostunuzla gitmelisiniz. O zaman çok keyifli bir yolculuk yapacağınızdan emin olabilirsiniz. Karadan bir süreliğine uzaklaşmak, bir yerlere yetişmek telaşı olmadan ve zamanı yavaşlatarak yaşamanın keyfi bir başka oluyor. Ayrıca Atlantik Okyanusu'nu gemiyle geçmek başlı başına bir tecrübe. Vakti ve maddi gücü olanlara böyle bir yolculuğu hararetle öneriyorum. Queen Elizabeth-2'yi Türkiye'de Viking Turizm'in alt kuruluşu olan AiRep firması pazarlıyor. Telefon numarası: (212) 334 2980. e-mail adresi: info@airep.com
Hangi ülkeden kaç yolcu
Avustralya: 8, Avusturya: 6, Belçika: 19, Kanada: 47, Danimarka: 8, Finlandiya: 4, Fransa: 26, Almanya: 136, Hollanda: 11, Hindistan: 9, Endonezya: 1, İrlanda: 19, İtalya: 3, Japonya: 1, Litvanya: 1, Malezya: 3, Norveç: 1, Yeni Zelanda: 2, Polonya: 2, Rusya: 3, Güney Afrika: 1, El Salvador: 1, İspanya: 4, İsveç: 6, İsviçre: 31, Türkiye: 1, İngiltere: 600, Amerika: 503. TOPLAM: 1.457
ilginç rakamlar
Gemide 127 bin 345 beygir gücünde motor var. Bu güç 3000 orta boy arabanın toplam motor gücüne eşit. Geminin hızı saatte 32.7 deniz mili. Bugüne kadar kat ettiği yol uzunluğu ise 4.600.000 mil. Queen Elizabet-2'de bir günde tüketilen poşet çay miktarı, üç kişilik bir ailenin bir yılda tükettiği poşet miktarına eşit. Gemide bir günde tüketilen içecek miktarı ise 600 bin litre. Gemide 203 değişik marka şarap, 171 çeşit içki, 37 değişik marka şampanya, 59 değişik marka sigara, 21 değişik marka da puro bulunuyor.