Turgay TUNA
Son Güncelleme:
Mısır’ın batı çöllerinde hayalet şehirle, Pers mumyalarıyla karşılaştık
Mısır’ın kuzey batısında, Libya sınırı boyunca uzanan çöller hiç beklenmedik sürprizlerle dolu: 85 yıl önce şiddetli yağmurda evleri eriyen bir hayalet şehir, 2500 yıl önce çöldeki kum fırtınasında yok olan Pers ordusunun mumyalanmış askerleri, vahalar, Büyük İskender’in firavunluğunu ilan ettiği Siwa, en ünlü kahinlerin bulunduğu ıssız tapınak... Geçen ay Türkiye’den bir grup gezgin turistik rotalardan uzak bu çöllerde keşfe çıktı. Her durakta şaşırtıcı kalıntılarla karşılaştı.
Fırtına, yağmur, sel... 14 kişilik grubumuzla Mısır coğrafyasının pek alışık olmadığı oldukça soğuk, kötü bir havada çıktık İskenderiye’den. Akdeniz sahil şeridini takip ederek İkinci Dünya Savaşı’nın Afrika cephesindeki en kanlı savaşlarının yaşandığı El Alamein, ardından da Marsa Matruh üzerinden ver elini güneydeki Siwa Vahası... Gecenin ayazında geliyoruz otelimize. Çölün kıyısında, karanlıklar içinde yalnızca mumlar ve gemici fenerleriyle aydınlatılmış bir otel! Elektrik yok, tabii ki kalorifer de... Ama, dünyanın en muhteşem manzaralı köşelerinden birinde kurulmuş, dünyanın en ünlüleri arasında yer alan eko-butik otellerden birindeyiz. Çölün kumları, renkleri ve sessizliğiyle bütünleşmiş Hotel Adrére Amellal’in sahibi, mimarı, işletmecisi Kahireli. Otelde hayallerini gerçekleştirmiş. Hem de fazlasıyla. Siwa’daki yerleşimi, yüzyıllar önce Libya kökenli Berberi kabilesi Siwiler kurmuş. Makedonyalı Büyük İskender’in Mısır’a geldiği MÖ 331’de firavunluğunu resmen ilan ettiği yer burası. Siwa’daki Amon Tapınağı geçmişte en ünlü kâhinlerin eviydi. Öyle ki, tarihin ilk paralarını bastıran bizim Lidyalı Krezüs de buralara kadar gelmişti, sırf Amon rahiplerinin kehanetlerini dinlemek için... İskender’in, Nil kıyısındaki Teb kentinden Siwa’ya kadar gelmesi pek o kadar da kolay olmamış. Vahadan vahaya at, deve üstünde çöl yollarında günler süren uzun, zorlu bir yol bu. Siwa’ya varmadan bir iki gün öncesinde, askerleriyle ölümden dönmüş. Aynı seferde katılan tarihçi Kallisten’in yazdığına bakılırsa, susuzluktan kırılmaya başladıklarında, çölde patlak veren çok kuvvetli bir fırtınanın ardından bardaktan boşanırcasına yağmur yağmış. Varlığına inandıkları Tanrılar Tanrısı Amon bağışlamış hayatlarını. Ancak, Büyük İskender’den 200 yıl kadar önce, Mısır’ı istila eden Pers orduları kumandanı Satrap Kambis, aynı ilgi ve hikmeti görememiş Amon’dan. Çünkü, o Siwa’yı ve tapınağını yıkmak için çıkmış yollara. Tanrının lanetiyle patlak veren azılı kum fırtınasında da, beş bin kişilik Pers ordusuna mezar olmuş Siwa Çölü... Pers askerlerinin kemiklerini iki yıl kadar önce İtalyan arkeologlar çıkartmış ortaya. Mızrak, ok uçları, kalkanları, kemerleri, küpelerine kadar...
ÜÇ GÜNDE ERİYEN ŞEHİR
Kum ve tarih kokan mis gibi bir havada uyanıyoruz Siwa’da. Hem de “kalk borusuyla.” Muhteşem bir kahvaltının ardından düşüyoruz yollara. Önce, Cebel El Mefta, yani Ölüler Dağı’ndaki son dönem antik Mısır mezarlarını geziyoruz. Dağın yamacındaki kayaların içlerine açılmış onlarca mezar. Kimilerinin duvar resimleri sanki daha dün yapılmış gibi duruyor. “Kalbin Tartılışı”, adakların sunumu, mezarların ve ölülerin koruyucu tanrısı çakal başlı Anübis duvarları süsleyen figürler arasında. Ölüler Dağı’ndan, Büyük İskender’in de ziyaret ettiği ünlü Amon Tapınağı’nın kalıntılarına geçiyoruz. Binlerce yıl öncesinin kutsal kuyusu, günümüz köy evlerinin arasında öylece duruyor. Tabii, artık içinde su yok. Siwa’da bizleri en etkileyen köşelerden biri Şali Tepesi: Üzerinde siyah kargaların uçuştuğu hayalet bir şehir. 1926’da, üç gün durmaksızın yağan yağmur sularının altında eriyip gitmiş. Kerpiç evler çamur olup akmış adeta. Geriye hayalet bir şehir kalmış. Siwa vahasının da ilk yerleşim yeri burası. Siwalılar kendi diyalektlerini konuşuyor ve Nil Vadisi’nde yaşayan Mısırlılardan farklı bir görüntü sergiliyor. Bazıları kumral, ela gözlü. Kadınların çoğu üzerleri işlemeli vahaya özgü yerel elbiseler giyiyor.
KARŞIMIZDA 2500 YILLIK PERS ORDUSU ASKERLERİ
Ertesi sabah kalk borusunun ardından yaptığımız güzel bir kahvaltı sonrasında, piknik paketlerimizi de yanımıza alıp erkenden düşüyoruz yollara. Birkaç saat sonra, uçsuz bucaksız sapsarı çölün ortasında kaybolmuş gidiyoruz. Şoförlerimize, Pers ordusu askerlerinin kemiklerinden, İtalyan arkeologlardan söz ediyoruz. Bizim cipin şoförü Aşraf, “ben biliyorum” diye atılıyor. Hepimizde bir heyecan... Ve çok geçmeden, dağlar arasında bir vadiye giriyoruz. Toyotalar kimi yerlerde zorlanıyor, arazi vitesi bile para etmiyor. Her defasında inip kumları temizleyip tekrar yol alıyoruz. Ve muhteşem bir manzara içinde bembeyaz kalker kayalıklarla, sarı kumların kucaklaştığı dar bir vadinin ağzına buluyoruz kendimizi. Burada inip biraz yürüdükten sonra, karşımızdaki kayalıkların üzerinde beliren kafatası ve kemikler bizlere “Dur yolcu! Dikkatli adım at” mesajını veriyor. Ve çok geçmeden kumların üzerinde, arasında sağa sola dağılmış kemikler, kafatası parçaları görüyoruz. Acaba, Pers askerleri mi derken, bu defa mumya parçalarıyla karşılaşıyoruz!.. Sargılı ayaklar, bacaklar. Ve kafamızı kaldırdığımızda kalker taşlar üzerinde mezar oldukları anlaşılan birkaç oyuk görünüyor. Ya buralardan geçmiş Bedeviler çıkıp dağıtmış bu mezarları; ya da tilkiler, çakallar.. Heyecan dolu dakikalardan sonra yine yollara koyuluyoruz. Ancak, bu defa indiğimiz vadiden geriye çıkmamız biraz zorlaşıyor. Yer yer, batıp kaldığımız kumlar üzerindeki pistleri değiştirip ilerlerken geliyoruz bir başka vadinin ağzına. Uçsuz bucaksız çölde gezilip görülmeyen, bilinmeyen, yerlerdeyiz. Manzara muhteşem. Derken, tepedeki kayalıkların üzerinde yine birkaç oyuk fark ediyoruz. Biraz daha yakından görmek için başlıyoruz tırmanmaya. Aman Tanrım! Yerlerde sağa sola dağılmış mumyalar! Kimilerinin sargıları parçalanmış, kimilerininki de olduğu gibi duruyor. Aralarında dağılıp savrulmuş kaplar, üzerleri son dönem firavunlar Mısır’ının kullanmış olduğu demotik yazılarla bezenmiş ahşap parçalar. Arkeologların henüz bilmedikleri alan burası. Aramızda aldığımız kararla, hiçbir şeye dokunmadan bakıyor, inceliyor, fotoğraf çekiyoruz. Bir kadın olduğunu tahmin ettiğimiz, sargıları açılmış bir mumyanın kısmen görülen kafasındaki uzun örgülü saçlarında deniz kabuğu süsleri olduğunu fark ediyoruz. Heyecan dorukta, parmaklar deklanşörlerde. Daha fazla vakit kaybetmeden ve daha da fazla yol kaybetme riski almadan ciplerimize binip yolumuza devam ediyoruz.
ÇÖL GECESİNDE YILDIZLAR
Akşam Bahariya Vahası’ndayız. Burada da, Beyaz ve Kara Çöller adı verilen iki muhteşem doğa güzelliği bekliyor bizleri. Dünyanın kayıp bir köşesindeyiz. İstanbul’un gürültüsünden, Boğaziçi’nin mavisinden, martı, klakson seslerinden çok uzaklarda. Kumların üzerine oturmuş, güneşi batırıyor, sonsuz bir sessizliğin içinde kendi kalp atışlarımızı dinliyoruz. Sanki, heykellere dönüşmüş beyaz kayalıkların arasında bir yerden St. Exupery’nin Küçük Prens’i ya da uzun uzun konuştuğu o küçük çöl tilkisi çıkacak. Güneş ağır ağır batıyor sonsuz bucaksız Sahra’nın üzerinde. Tam sekiz gün sürüyor çöllerdeki, vahalardaki yolculuğumuz.Güneşler doğurup, güneşler batırıyoruz. Gecenin karanlığında, ışıl ışıl parıldayan gök kubbenin içinde kayıp giden yıldızları seyrederken gerçekten Küçük Prens’in o küçük beyaz çöl tilkileri de geliyor çadırlarımızın yanı başına. Hatta grubumuzdan bir hanımın terliklerinden biri de kayıplara karışıyor. Siwa, Bahariya, Farafra, Dakhla, Kharga vahalar, kumlar, kum fırtınaları, develer ve sonunda Luksor... Nil kıyısına vardığımızda, gerçek bir vahaya geldiğimizi işte o zaman anlıyoruz... Seyahat acentalarının çok nadiren tur düzenlediği bir rota bu. 1980’den bu yana yaptığım 155’inci Mısır seyahatim sona eriyor... Ama, itiraf edeyim, en çok heyecan yaşadıklarımdan biri olarak her daim anılarımda kalacak...
ALTIN MUMYALAR VADİSİ’Nİ BİR EŞEK BULDU
Gezip gördüğümüz yerler arasında Siwa Müzesi’ndeki altın masklı mumyalar oldukça etkiliyor bizleri. Bu mumyalar “Altın Mumyalar Vadisi”nde bulunanlardan yalnızca birkaçı. Vadide durmadan mezar ve mumya çıkıyor. Kazıların başında da, Mısır Eski Eserler Müdürü, artık dünya alemin belgesel televizyon kanallarından tanıdığı “Şapkalı Adam” Zahi Hawass bulunuyor. Altın Mumyalar Vadisi’ni şans eseri ortaya çıkaran da bir eşek. Tapınak bekçilerinden birinin eşeğinin ayağının küçük bir çukura girmesiyle başlamış bu müthiş arkeolojik macera.
ÜÇ GÜNDE ERİYEN ŞEHİR
Kum ve tarih kokan mis gibi bir havada uyanıyoruz Siwa’da. Hem de “kalk borusuyla.” Muhteşem bir kahvaltının ardından düşüyoruz yollara. Önce, Cebel El Mefta, yani Ölüler Dağı’ndaki son dönem antik Mısır mezarlarını geziyoruz. Dağın yamacındaki kayaların içlerine açılmış onlarca mezar. Kimilerinin duvar resimleri sanki daha dün yapılmış gibi duruyor. “Kalbin Tartılışı”, adakların sunumu, mezarların ve ölülerin koruyucu tanrısı çakal başlı Anübis duvarları süsleyen figürler arasında. Ölüler Dağı’ndan, Büyük İskender’in de ziyaret ettiği ünlü Amon Tapınağı’nın kalıntılarına geçiyoruz. Binlerce yıl öncesinin kutsal kuyusu, günümüz köy evlerinin arasında öylece duruyor. Tabii, artık içinde su yok. Siwa’da bizleri en etkileyen köşelerden biri Şali Tepesi: Üzerinde siyah kargaların uçuştuğu hayalet bir şehir. 1926’da, üç gün durmaksızın yağan yağmur sularının altında eriyip gitmiş. Kerpiç evler çamur olup akmış adeta. Geriye hayalet bir şehir kalmış. Siwa vahasının da ilk yerleşim yeri burası. Siwalılar kendi diyalektlerini konuşuyor ve Nil Vadisi’nde yaşayan Mısırlılardan farklı bir görüntü sergiliyor. Bazıları kumral, ela gözlü. Kadınların çoğu üzerleri işlemeli vahaya özgü yerel elbiseler giyiyor.
KARŞIMIZDA 2500 YILLIK PERS ORDUSU ASKERLERİ
Ertesi sabah kalk borusunun ardından yaptığımız güzel bir kahvaltı sonrasında, piknik paketlerimizi de yanımıza alıp erkenden düşüyoruz yollara. Birkaç saat sonra, uçsuz bucaksız sapsarı çölün ortasında kaybolmuş gidiyoruz. Şoförlerimize, Pers ordusu askerlerinin kemiklerinden, İtalyan arkeologlardan söz ediyoruz. Bizim cipin şoförü Aşraf, “ben biliyorum” diye atılıyor. Hepimizde bir heyecan... Ve çok geçmeden, dağlar arasında bir vadiye giriyoruz. Toyotalar kimi yerlerde zorlanıyor, arazi vitesi bile para etmiyor. Her defasında inip kumları temizleyip tekrar yol alıyoruz. Ve muhteşem bir manzara içinde bembeyaz kalker kayalıklarla, sarı kumların kucaklaştığı dar bir vadinin ağzına buluyoruz kendimizi. Burada inip biraz yürüdükten sonra, karşımızdaki kayalıkların üzerinde beliren kafatası ve kemikler bizlere “Dur yolcu! Dikkatli adım at” mesajını veriyor. Ve çok geçmeden kumların üzerinde, arasında sağa sola dağılmış kemikler, kafatası parçaları görüyoruz. Acaba, Pers askerleri mi derken, bu defa mumya parçalarıyla karşılaşıyoruz!.. Sargılı ayaklar, bacaklar. Ve kafamızı kaldırdığımızda kalker taşlar üzerinde mezar oldukları anlaşılan birkaç oyuk görünüyor. Ya buralardan geçmiş Bedeviler çıkıp dağıtmış bu mezarları; ya da tilkiler, çakallar.. Heyecan dolu dakikalardan sonra yine yollara koyuluyoruz. Ancak, bu defa indiğimiz vadiden geriye çıkmamız biraz zorlaşıyor. Yer yer, batıp kaldığımız kumlar üzerindeki pistleri değiştirip ilerlerken geliyoruz bir başka vadinin ağzına. Uçsuz bucaksız çölde gezilip görülmeyen, bilinmeyen, yerlerdeyiz. Manzara muhteşem. Derken, tepedeki kayalıkların üzerinde yine birkaç oyuk fark ediyoruz. Biraz daha yakından görmek için başlıyoruz tırmanmaya. Aman Tanrım! Yerlerde sağa sola dağılmış mumyalar! Kimilerinin sargıları parçalanmış, kimilerininki de olduğu gibi duruyor. Aralarında dağılıp savrulmuş kaplar, üzerleri son dönem firavunlar Mısır’ının kullanmış olduğu demotik yazılarla bezenmiş ahşap parçalar. Arkeologların henüz bilmedikleri alan burası. Aramızda aldığımız kararla, hiçbir şeye dokunmadan bakıyor, inceliyor, fotoğraf çekiyoruz. Bir kadın olduğunu tahmin ettiğimiz, sargıları açılmış bir mumyanın kısmen görülen kafasındaki uzun örgülü saçlarında deniz kabuğu süsleri olduğunu fark ediyoruz. Heyecan dorukta, parmaklar deklanşörlerde. Daha fazla vakit kaybetmeden ve daha da fazla yol kaybetme riski almadan ciplerimize binip yolumuza devam ediyoruz.
ÇÖL GECESİNDE YILDIZLAR
Akşam Bahariya Vahası’ndayız. Burada da, Beyaz ve Kara Çöller adı verilen iki muhteşem doğa güzelliği bekliyor bizleri. Dünyanın kayıp bir köşesindeyiz. İstanbul’un gürültüsünden, Boğaziçi’nin mavisinden, martı, klakson seslerinden çok uzaklarda. Kumların üzerine oturmuş, güneşi batırıyor, sonsuz bir sessizliğin içinde kendi kalp atışlarımızı dinliyoruz. Sanki, heykellere dönüşmüş beyaz kayalıkların arasında bir yerden St. Exupery’nin Küçük Prens’i ya da uzun uzun konuştuğu o küçük çöl tilkisi çıkacak. Güneş ağır ağır batıyor sonsuz bucaksız Sahra’nın üzerinde. Tam sekiz gün sürüyor çöllerdeki, vahalardaki yolculuğumuz.Güneşler doğurup, güneşler batırıyoruz. Gecenin karanlığında, ışıl ışıl parıldayan gök kubbenin içinde kayıp giden yıldızları seyrederken gerçekten Küçük Prens’in o küçük beyaz çöl tilkileri de geliyor çadırlarımızın yanı başına. Hatta grubumuzdan bir hanımın terliklerinden biri de kayıplara karışıyor. Siwa, Bahariya, Farafra, Dakhla, Kharga vahalar, kumlar, kum fırtınaları, develer ve sonunda Luksor... Nil kıyısına vardığımızda, gerçek bir vahaya geldiğimizi işte o zaman anlıyoruz... Seyahat acentalarının çok nadiren tur düzenlediği bir rota bu. 1980’den bu yana yaptığım 155’inci Mısır seyahatim sona eriyor... Ama, itiraf edeyim, en çok heyecan yaşadıklarımdan biri olarak her daim anılarımda kalacak...
ALTIN MUMYALAR VADİSİ’Nİ BİR EŞEK BULDU
Gezip gördüğümüz yerler arasında Siwa Müzesi’ndeki altın masklı mumyalar oldukça etkiliyor bizleri. Bu mumyalar “Altın Mumyalar Vadisi”nde bulunanlardan yalnızca birkaçı. Vadide durmadan mezar ve mumya çıkıyor. Kazıların başında da, Mısır Eski Eserler Müdürü, artık dünya alemin belgesel televizyon kanallarından tanıdığı “Şapkalı Adam” Zahi Hawass bulunuyor. Altın Mumyalar Vadisi’ni şans eseri ortaya çıkaran da bir eşek. Tapınak bekçilerinden birinin eşeğinin ayağının küçük bir çukura girmesiyle başlamış bu müthiş arkeolojik macera.