GeriSeyahat Konya: Bozkırın çocuğu
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Konya: Bozkırın çocuğu

Konya: Bozkırın çocuğu

Anadolu büyüleyici mekánlarla dolu. Onları keşfedebilmek için yollara düşmek gerek. Benim 10 gün süren yol maceram Göreme ve Konya ile bu hafta sona eriyor. Bundan sonra yeni rotalarda yeni keşiflerin peşinde koşturacağım.Aslında yolculuk etmek şimdilerde artık çok kolay. Hızlı araçlar, düzgün yollar, temiz konaklama yerleri, lezzetli yemekler sunan lokantalar. Ya bir zamanlar!... Her bir yolculuk yıllar sürerdi. Gitmek kolaydı da ya dönmek!...Günde ortalama 25 ile 60 kilometre arasında değişen seyir hızı uzun yıllar değişmedi. O zamanlar yolculuk demek yürümek demekti. Balçık çamura saplanıp kalıveren arabalara pek rağbet edilmezdi. Onlar ya kadınlar için ya da erzakları taşımakta kullanılırdı. 1588'de Kont Jullittus von Braunschweig, erkekliğe yakışmayan bu tür araçların kullanılmasını, ‘faytona binmenin, tembellik etmek ve ense yapmakla aynı anlama geldiği gerekçesiyle yasaklamıştı.’’ XVI. yüzyılda bile salt eğlenmek ve etrafı tanımak amacıyla kent kent dolaşanlara, ‘tatlı kaçıklar’’ gözüyle bakılıyordu.Beni tanısalar sanırım ‘zır deli’’ derlerdi. Tam 10 günden beri yollardaydım. Dere, tepe, ova, dağ önüme ne geldiyse aşmış, kentleri, kasabaları, köyleri tanımış, biraz da yorulmuştum. Ama öylesine keyif almıştım ki, haritayı açıp, yeni bir rota bulmak için sabırsızlanıyordum.Tüm bunları Göreme'de Ataman Oteli'nin (384- 271 2313) kayaların içine oyulmuş bir odasının penceresinden, dışarıyı seyrederken düşünüyordum. Bulutlar kara kara öbeklenmişti. Neredeyse yağmur yağacaktı. Dışarıda bunaltıcı bir sıcak vardı. Ama volkanik bir kayanın içindeki bu oda, inanılmayacak kadar serindi. Göreme'ye üçüncü veya dördüncü gelişimdi. Her köşe bucağı gezmiştim. Ama odada pineklemek yerine, akşam yemeğine kadar etrafta bir tur atmanın daha iyi olacağını düşündüm.OTEL KÜTÜPHANESİDışarı çıkmadan önce, patron Abbas Bey'in rehberliğinde oteli gezdim. Yol boyu gördüğüm en iyi otellerden biriydi. Hele kütüphaneyi görünce, otele duyduğum sempati daha da arttı. Abbas Bey'in kurduğu bu kütüphanede, edebiyat kitaplarının yanı sıra, bölge ile ilgili kaynak kitaplar da yer alıyordu. Kapadokya konulu neredeyse tüm kitaplar bir araya toplanmıştı. Müşteri olsun olmasın, araştırma yapmak isteyen herkes bu zengin hazineden faydalanabiliyordu. Abbas Bey'i bu kutsal çabasından ötürü kutladım.Fransız Cizvit Papazı olan Pere Guillaume de Jerphanion, yirminci yüzyılın başlarında Orta Anadolu'yu at sırtında kat ederken, ‘en eşsiz manzaraların içinden geçtiğini ve gözleri kör eden aydınlıktaki vadilerle’’ karşılaştığını yazmıştı. Gerçekten de Kapadokya, inanılmaz görüntülerle dolu bir vadiydi. Mağara insanlarının evleri, kayalara oyulmuş köyler, muhteşem kiliseler, güvercinlikler görenleri hayrete düşürtecek kadar ilginçti. Önce Göreme manastırlarını dünyadan saklayan hendeğe indim. Bir kayanın üstüne oturup, etrafı seyrettim. Turistler daracık yollarda, karıncılar gibi koşturup duruyorlardı. Bu muhteşem çukurdan ayrılmakta zorlandım. Üçhisar, Orta Hisar, Zelve, Ürgüp... Telaşsız bir tempoyla tarihin, üzüm bağlarının, elma ağaçlarının arasında gezinip durdum.KERVANSARAYLARErtesi gün güneşin ilk ışıklarıyla birlikte yola çıktım. Yollar henüz canlanmadığı için bir solukta Aksaray'a indim. İpek Yolu'nun üstündeki kentin girişinde yer alan Ağaçlı Dinlenme Tesisleri'nde mola verdim. Böylesine temiz, modern, kusursuz hizmet veren bir tesisi dünyanın başka yerinde görmediğime karar verdim. Ağaçların arasındaki kentin kıyısından geçip, Konya'ya doğru yoluma devam ettim. Yol üstünde bir çok Kervansaraya rastladım. Ticaretin korunması için 30-35 kilometrede bir yapılan kale benzeri bu hanların kimi onarılmış, kimi ise harabe halinde öyle kalakalmıştı. Bir kitapta okuduğuma göre, kervanlar günde en çok 35 kilometre yol alabiliyordu. Onun için de iki kervansaray arası, en fazla 35 kilometre oluyordu.Önce Sultan Han'ına uğradım. Bekar odalarını, hayvan ahırlarını, hamamları, mescidi gezdim. Mekánların içinde o günün gezginlerini düşlemeye çalıştım. Bugünün otelleri ile o günün hanları arasında benzerlikler yakalamaya çalıştım. Daha sonra bir tesadüf eseri yerini öğrendiğim Obruk Hanı'na gittim. Bu kervan geçmez, kuş uçmaz yerde bir otobüs dolusu turiste rastlayınca şaşırıp kaldım. Yabancıların Türkiye'nin tadını, Türklerden daha iyi çıkardıklarına bir kez daha şahit oldum.BONCUK MAVİSİ GÖLObruk Han'ının, bir zamanların gözde yapılarından biri olduğu, ayakta kalan bir kaç duvara bakılınca bile anlaşılıyordu. Taşların üstündeki yazılar ve put işaretleri, hanın yapılması için büyükçe bir kilisenin feda edildiğini belli ediyordu. Hanın arka kapısından çıkınca, olduğum yerde adeta donup kaldım. 4-5 metre aşağıdaki düzlükte, bembeyaz kalker taşlarının ortasında, yusyuvarlak, boncuk mavisi bir obruk gölü duruyordu. Renkler öylesine büyüleyiciydi ki, aynı noktadan neredeyse bir makara film çektim.Yol üstündeki bir çok tarihi mekánda olduğu gibi, burada da herhangi bir açıklama yoktu. Hanı kim, hangi tarihte yapmıştı, gölün oluşumu nasıl gerçekleşmişti?.. Dönüşte de sordum soruşturdum, hiçbir bilgiye rastlayamadım.Bir süre gittikten sonra Konya göründü. Bu kente daha önce Çatalhöyük kazılarını izlemek için gelmiştim. O gelişimde bu gelişim gibi çok hızlı geçmişti. Kente yalan yanlış bir selam verdikten sonra, kazı yerine geçmiş, dönüşte bir gece kalıp geri dönmüştüm. Bu nedenle Konya ile aramızda hiç bir elektrik oluşamamıştı. Bu kez saat hesabı biraz daha uzun kalacaktım. Ama Selçuklu Sultanlarının, Mevlana'nın kentini tanımak için saatler yeterli miydi?.. Bu kentin sihrini kavrayabilmek için günlere ihtiyacım olduğunu biliyordum.TANPINAR NE DİYOR?Konya'yı en güzel anlatan yazar bence Ahmet Hamdi Tanpınar'dır. Yazar ‘Beş Şehir’’ adlı kitabında, kent hakkında şu eşsiz cümleleri kurmuştu: ‘Konya, bozkırın tam bir çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır...Konya, sağlam ruhlu, kendi başına yaşamaktan hoşlanan dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmek için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız lazımdır... Konya insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi alemine taşır, yahut ta ona sonuna kadar yabancı kalırsınız...’’Öncelikle Mevlana'nın türbesini gezdim. İçerdeki mezarlar Mevlana'nın kutsallığının ışığı ile adeta parlıyordu. Duvarları süsleyen çiniler, Mevlana'nın deyişlerinin yazılı olduğu kobalt mavisi tabaklar, mezarların üstünü örten altın sırma işlemeli yeşil, kırmızı ipekler, yerdeki asırlık halılar, pırıl pırıl parlayan XIX. yüzyıl yapısı Avrupa kristaller... Daha sonra müze kısmına geçip, Mevlana'nın giysileri karşısında dalıp gittim. KADINLAR PAZARIGönlümü içeride bırakıp türbeden çıktım. Kentte gezilecek görülecek o kadar çok tarihi mekán vardı ki, zamansızlığıma bir kez daha lanet ettim. Caminin çevresine dağılmış, ‘gül yağı püskürtücüleri’’ne hedef olmamak için zikzaklar çizerek ‘Kadınlar Pazarı'na gittim. Adından başka kadınlarla hiçbir alakası olmayan bu pazar, bir hanın alt avlusunda kurulmuştu. Orta yeri sebze satıcıları işgal ediyordu. Kenarlar ise peynircilerle çevrilmişti. Bu dükkanların önündeki sergilerde, özellikle Doğu Anadolu yöresinin tüm peynirlerini bulmak mümkündü. Siirt'in, Siverek'in, Bingöl'ün, Erzurum'un, Konya'nın birbirinden değişik peynirleri, ünlü Ermenek tulumu, çeşit çeşit kaşar peyniri, keçi tulumu, bez tulumu, eski tulum, yağlı tulum, küflü peynir... Bunlar bir hamlede not edebildiklerimdi. Bu peynir cennetinde ne alacağımı şaşırdım kaldım. Ondan biraz, bundan biraz derken pazardan koca bir torba ile çıktım.SON ETAPKonya'yı geride bıraktığımda, bütün tatların damağımda kaldığını farkettim. Bozkırın çocuğu olan bu kenti hakkıyla tanımak ve bütün lezzetlerine varabilmek, için, daha uzun süreli gelmeye karar verdim. Yolumun üstündeki Akşehir'de Nasreddin Hoca'nın türbesini ziyaret ettim. Sultandağı'nın kiraz ormanlarından geçtim. Akşamın alacasında, Afyon'da kalacağım İkbal Termal Otel'e vardım (272-252 5600). Ne yalan söyleyeyim, Anadolu'nun ortasında böylesine lüks bir otel beklemiyordum. Mayomu giyip hemen havuza koştum. Bir iki kulaç atıp, oradan her derde deva termal havuzuna geçtim. Sıcak suyun içinde dayanabildiğim kadar durup, günlerden beri kaskatı kesilen kaslarımı gevşetmeye çalıştım.SİZ DE YOLA ÇIKINÖylesine gevşemiştim ki, Afyon'un o ünlü lezzetlerinin tadına bakmaya bile üşendim. Ertesi gün afyon sucuğu, lokum, haşhaşlı ekmek alıp son etabıma başladım. Kütahya'da Sıtkı Usta'nın atölyesine uğrayıp, onun meşhur porselen kuşlarından bir tane satın aldım. Kuruluşu İ.Ö 6. yüzyıla kadar uzanan Frigya'nın bu önemli kentine teğet geçtim.Bilecik'ten sonra Geyve Vadisi'ni aşıp Adapazarı'na vardım. Kendimi öylesine yorgun hissediyordum ki ‘Islama Köfteyi’’ bile es geçip, soluğu İstanbul'da aldım. Yolculuğum 10 gün sürmüş, bu süre içinde tam 4690 kilometre yol kat etmiştim. Karadeniz'de, Doğu ve Orta Anadolu'da birbirinden güzel ve enteresan yerler görmüştüm. Aklım fikrim oralarda kalmıştı. Bu süre içinde her yörede çok güzel konaklama tesisleri, temiz lokantalar tespit etmiştim. Yörelerin konuksever ve yiğit insanlarına hayran kalmıştım. Ayrıca Karayolları Genel Müdürlüğü'nün nasıl canla başla çalıştığına bizzat şahit olmuştum. Onca kilometre yol almış ama hiç zorlanmamıştım. Pırıl pırıl asfalt yollar sayesinde her yere kolaylıkla ulaşmıştım. Eğer Türkiye'yi keşfederek kafanızı dinlendirmek istiyorsanız, bu veya başka rotaları hararetle öneriyorum. Çekinmeyin çıkın yola. Pişman olmazsınız.
False