Son Güncelleme:
Kızılırmak’ta akmak
Atlas Dergisi bu ayki sayısında, Balkanlar, Kırşehir, Saymalıtaş, Kostarika konulu yazıların yanında, Yıldırım Güngör’ün kalemi ve objektifinden Kızılırmak’ta üç günlük kano macerasına da yer veriyor. Oldukça heyecanlı geçtiği belli olan bu yolculuğun bir özetini yayınlıyoruz...
Kızılırmak’ın en akıntılı noktalarından birinden geçmek üzereydik. Önümüzdeki iki kano dalgaların hışımla çarptığı büyük kayanın yanından ustaca bir manevrayla sıyrılarak akıntılı bölgeden hızla uzaklaştı. Bizim de aynı şeyi yapmamız gerekiyordu. Ancak sağ taraf yerine sürekli sola kaymaya başladık. Fotoğraf makinemi geri koyacak zamanı bile bulamadım. Bir taraftan can havliyle kürekle kanoyu sağa çekmeye çalışırken, diğer taraftan dümeni idare eden Ümit’e bağırıyordum. Ama fayda etmedi ve kano büyük kayanın solundan geçerek hızla kıyıya yöneldi. Ümit Deniz Çakar nehrin kenarındaki büyük ağaca çarpmamak için küreğini kullanıyordu.
Hızla kıyıya çarpan kano, akıntı ve eğimin etkisiyle nehre geri savrulup ters döndü. Bir anda ne olduğunu anlayamadan kanonun altında kaldım. Bulanık bir suyun içinde çaresiz bir şekilde kanodan çıkmaya çalışıyordum. Akıntının da etkisiyle olsa gerek bir türlü düzelemedim. Kızılırmak’ta üzerimde bir kano, baş aşağı asılmış durumda boğulmamak için kurtulmaya çalışıyordum. Daha önce bu durumdan kurtulmak için bir eğitim almamıştım. Bu tür sporu yapanlar ters dönen kanoyu düzeltme eğitimi alırlar ve ters döndükten birkaç saniye sonra doğrularak kürek çekmeye devam ederler. Oysa ben kanoya ilk kez biniyordum. Oturur vaziyette ters dönmüştüm ve ayaklarımı kanodan çıkaramıyordum. Saniyeler, Kızılırmak’ın suları gibi hızla akıyordu.
Birden aklıma fermuarlar geldi. İçeri su girmesin diye kanonun ön kısmını kapatan örtünün fermuarları kapalıydı. Bu yüzden bacaklarımı dışarı çıkarmakta zorlanıyordum. El yordamıyla fermuarları açarak kanodan çıkmayı başardım ama bu kez de hızla akan sudan çıkamıyordum. Ellerimin sudan çıktığını hissedebiliyordum ama başım hálá suyun içindeydi. Kanoya dolan suları boşaltmak için kullandığımız maşrapanın ipi ayağıma dolanmıştı ve yukarı çıkmamı engelliyordu. Yavaş yavaş nefesimin kesilmeye başladığını fark ettim. Bir bardak suda boğulmak buna denirdi herhalde. Panik olmamaya çalışarak son bir hamleyle ayağımı ipten kurtarmayı başardım. Ve hava...
Yolculuğumuz Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlı Direkli bucağı yakınlarında başlamıştı. Şevket Kocaaydın ve Cemal Kahya’nın ürettikleri kanoları deneyecektik. Amacımız Sivas, Kayseri, Nevşehir illerinden geçip Kırşehir’de Kocabey yakınlarındaki Hirfanlı Barajı’na kadar gitmekti. Ekibimiz benimle birlikte yedi kişiydi. İlk günümüz sorunsuz geçmişti ama ikinci gün fotoğraf makinemi sulara kaptırdığım o kaza olmuştu.
Uzunluğu 5 metre 20 santim, ağırlığu 35 kilogram olan kanolarımız iki kişilikti. Arkada oturan ayaklarıyla kontrol ettiği bir mekanizma ile dümeni kullanıyordu. Kanoların küçük yelkenleri bile vardı. İlk gün akıntının çok azaldığı bir bölgede yelken taktık.
Kazadan sonra, daha tecrübeli bir dümenci olan Mahmut Hoca’yla ekip oldum. Kısa sürede kürek çekme konusunda epey bilgilendim. Nehir yavaş yavaş daralmaya başlamış ve iki tarafımız dik falezlerle kuşatılmıştı.
Sivas’ın Şarkışla ilçesindeki Bozkurt köyünden sonra nehir daraldığı için çavlanlar daha güçlüydü ve karşımıza daha sık çıkmaya başlamışlardı. Uğultunun derecesine göre daha önceden nasıl bir çavlanla karşılaşacağımızı kestirmeye çalışıyorduk. Birden büyük bir uğultu gelmeye başladı. Elimde kalan ikinci fotoğraf makinemi hemen torbaya koyarak ağzını kapattım. Aşağılara baktığımda suyun kaynamasını görebiliyordum. Büyük ve zorlu bir etaba girmek üzereydik.
Uzaktan geçiş yapabileceğimiz yeri saptamaya çalışıyorduk. Yaklaşınca geçidi bulabilsek bile akıntı nedeniyle tutturamayabilirdik. İri kayaların arasında tek bir geçit gözüküyordu. Su kabardığı için arada da büyük taşlar olup olmadığını anlamak çok zordu. Bu geçidi tutturamazsak bir devrilme daha yaşayabilirdik. Tuttursak bile geçitte başımıza neler geleceğini bilmiyorduk. Belki de bir kayanın üstünde asılı kalacaktık.
Kürekler daha dikkatli giriyordu suya. Mahmut’un usta manevralarıyla geçidi tutturmayı başardık ve girer girmez bir an için sulara gömüldük. ‘Eyvah! Yine gidiyoruz’ derken sudan çıkmayı başardık.
Suyun nehirdeki kayalıkları aşarken oluşturduğu çavlanların arasından geçit aramak keyifli bir oyundu. İlk giden karaya otursa bile diğerleri farklı bir yol izleyerek geçidi bulabiliyorlardı. Bazen üç kano da karaya oturuyordu. O zaman inip uygun derinliğe gelinceye kadar kanoları taşıyorduk. Aslında yaptığımız bir ‘kano-trekking’di. Ancak suda kano taşımak oldukça zor ve yorucu bir iş.
KUŞLARIN SANAT ESERLERİ
Saraç Köprüsü’nden erken saatlerde ayrılıp üçüncü günümüze başladık. O gün olabildiğince çok yol almalıydık. Yorucu geçecekti. Nehir haritada gösterildiğinden daha zikzaklı hale gelmişti. Bu bölgedeki falezler tamamen kuş yuvalarının delikleriyle kaplıydı. Yüzlerce kuş yuvası ilginç desenler oluşturmuştu. Ayrıca ilk iki gün de dikkatimi çekmişti ama o gün nehirde epey fazla balık gördüm.
Kanolarımız artık denizde gibiydi. Tamamen kol kuvvetiyle ilerliyorduk. Yol aldıkça nehrin bir gün önceki azgınlığının yerinde yeller estiğini gördük. Kocaman göletler sanki nehrin değil de insan eseri gibiydi. Nehir buralarda susmuş, nefessiz kalmış, yok olmaya yüz tutmuş. Binlerce yıldır geçtiği alanlara bereket veren, etrafında çeşitli uygarlıklara hayat veren koca Kızılırmak insan ırkının acımasızca talanı sonunda yok olmanın eşiğine gelmiş. Her geçtiği yerleşim yerinin kanalizasyonlarını bünyesine katıyor.
Büyük bir su birikintisini geçince birden kendimizi iki tarafı kumlarla çevrili bir kanalın içinde bulduk. Nehirdeki kum setlerinin üzerinde büyük iş makineleri acımasızca bir talanın telaşı içindeydiler. İnşaatlar için kum çıkarıyorlardı. Doğanın bu kadar kolay tahrip edilmesi için izin verenlerin, bir gün bunun hesabını vereceklerini umarak yolumuza devam ettik.
Üçüncü gün yaklaşık dokuz saat kürek çektik. Sivas’ın Gemerek ilçesine bağlı Burhanköy’ün güneyindeki köprüden sonra artık ilerlememiz imkánsız hale geldi. Yukarılarda iş makinelerinin açtığı derin çukurlarda göletler oluştuğu için aşağıya su akışı iyice azalmıştı. Kanoları yüzlerce metre taşımamız gerekecekti. Ayrıca pislik de iyice artmıştı. Saat 15.30 gibi etkinliğimize son verdik.
Kısa sürede sökülerek paketlenen kanoları araçlara yerleştirip dönüşe geçerken kafamıza Kızılırmak ile 2006 Haziran randevusu yerleşmişti. Biliyordum ki, orada olacaktık.
Hızla kıyıya çarpan kano, akıntı ve eğimin etkisiyle nehre geri savrulup ters döndü. Bir anda ne olduğunu anlayamadan kanonun altında kaldım. Bulanık bir suyun içinde çaresiz bir şekilde kanodan çıkmaya çalışıyordum. Akıntının da etkisiyle olsa gerek bir türlü düzelemedim. Kızılırmak’ta üzerimde bir kano, baş aşağı asılmış durumda boğulmamak için kurtulmaya çalışıyordum. Daha önce bu durumdan kurtulmak için bir eğitim almamıştım. Bu tür sporu yapanlar ters dönen kanoyu düzeltme eğitimi alırlar ve ters döndükten birkaç saniye sonra doğrularak kürek çekmeye devam ederler. Oysa ben kanoya ilk kez biniyordum. Oturur vaziyette ters dönmüştüm ve ayaklarımı kanodan çıkaramıyordum. Saniyeler, Kızılırmak’ın suları gibi hızla akıyordu.
Birden aklıma fermuarlar geldi. İçeri su girmesin diye kanonun ön kısmını kapatan örtünün fermuarları kapalıydı. Bu yüzden bacaklarımı dışarı çıkarmakta zorlanıyordum. El yordamıyla fermuarları açarak kanodan çıkmayı başardım ama bu kez de hızla akan sudan çıkamıyordum. Ellerimin sudan çıktığını hissedebiliyordum ama başım hálá suyun içindeydi. Kanoya dolan suları boşaltmak için kullandığımız maşrapanın ipi ayağıma dolanmıştı ve yukarı çıkmamı engelliyordu. Yavaş yavaş nefesimin kesilmeye başladığını fark ettim. Bir bardak suda boğulmak buna denirdi herhalde. Panik olmamaya çalışarak son bir hamleyle ayağımı ipten kurtarmayı başardım. Ve hava...
Yolculuğumuz Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlı Direkli bucağı yakınlarında başlamıştı. Şevket Kocaaydın ve Cemal Kahya’nın ürettikleri kanoları deneyecektik. Amacımız Sivas, Kayseri, Nevşehir illerinden geçip Kırşehir’de Kocabey yakınlarındaki Hirfanlı Barajı’na kadar gitmekti. Ekibimiz benimle birlikte yedi kişiydi. İlk günümüz sorunsuz geçmişti ama ikinci gün fotoğraf makinemi sulara kaptırdığım o kaza olmuştu.
Uzunluğu 5 metre 20 santim, ağırlığu 35 kilogram olan kanolarımız iki kişilikti. Arkada oturan ayaklarıyla kontrol ettiği bir mekanizma ile dümeni kullanıyordu. Kanoların küçük yelkenleri bile vardı. İlk gün akıntının çok azaldığı bir bölgede yelken taktık.
Kazadan sonra, daha tecrübeli bir dümenci olan Mahmut Hoca’yla ekip oldum. Kısa sürede kürek çekme konusunda epey bilgilendim. Nehir yavaş yavaş daralmaya başlamış ve iki tarafımız dik falezlerle kuşatılmıştı.
Sivas’ın Şarkışla ilçesindeki Bozkurt köyünden sonra nehir daraldığı için çavlanlar daha güçlüydü ve karşımıza daha sık çıkmaya başlamışlardı. Uğultunun derecesine göre daha önceden nasıl bir çavlanla karşılaşacağımızı kestirmeye çalışıyorduk. Birden büyük bir uğultu gelmeye başladı. Elimde kalan ikinci fotoğraf makinemi hemen torbaya koyarak ağzını kapattım. Aşağılara baktığımda suyun kaynamasını görebiliyordum. Büyük ve zorlu bir etaba girmek üzereydik.
Uzaktan geçiş yapabileceğimiz yeri saptamaya çalışıyorduk. Yaklaşınca geçidi bulabilsek bile akıntı nedeniyle tutturamayabilirdik. İri kayaların arasında tek bir geçit gözüküyordu. Su kabardığı için arada da büyük taşlar olup olmadığını anlamak çok zordu. Bu geçidi tutturamazsak bir devrilme daha yaşayabilirdik. Tuttursak bile geçitte başımıza neler geleceğini bilmiyorduk. Belki de bir kayanın üstünde asılı kalacaktık.
Kürekler daha dikkatli giriyordu suya. Mahmut’un usta manevralarıyla geçidi tutturmayı başardık ve girer girmez bir an için sulara gömüldük. ‘Eyvah! Yine gidiyoruz’ derken sudan çıkmayı başardık.
Suyun nehirdeki kayalıkları aşarken oluşturduğu çavlanların arasından geçit aramak keyifli bir oyundu. İlk giden karaya otursa bile diğerleri farklı bir yol izleyerek geçidi bulabiliyorlardı. Bazen üç kano da karaya oturuyordu. O zaman inip uygun derinliğe gelinceye kadar kanoları taşıyorduk. Aslında yaptığımız bir ‘kano-trekking’di. Ancak suda kano taşımak oldukça zor ve yorucu bir iş.
KUŞLARIN SANAT ESERLERİ
Saraç Köprüsü’nden erken saatlerde ayrılıp üçüncü günümüze başladık. O gün olabildiğince çok yol almalıydık. Yorucu geçecekti. Nehir haritada gösterildiğinden daha zikzaklı hale gelmişti. Bu bölgedeki falezler tamamen kuş yuvalarının delikleriyle kaplıydı. Yüzlerce kuş yuvası ilginç desenler oluşturmuştu. Ayrıca ilk iki gün de dikkatimi çekmişti ama o gün nehirde epey fazla balık gördüm.
Kanolarımız artık denizde gibiydi. Tamamen kol kuvvetiyle ilerliyorduk. Yol aldıkça nehrin bir gün önceki azgınlığının yerinde yeller estiğini gördük. Kocaman göletler sanki nehrin değil de insan eseri gibiydi. Nehir buralarda susmuş, nefessiz kalmış, yok olmaya yüz tutmuş. Binlerce yıldır geçtiği alanlara bereket veren, etrafında çeşitli uygarlıklara hayat veren koca Kızılırmak insan ırkının acımasızca talanı sonunda yok olmanın eşiğine gelmiş. Her geçtiği yerleşim yerinin kanalizasyonlarını bünyesine katıyor.
Büyük bir su birikintisini geçince birden kendimizi iki tarafı kumlarla çevrili bir kanalın içinde bulduk. Nehirdeki kum setlerinin üzerinde büyük iş makineleri acımasızca bir talanın telaşı içindeydiler. İnşaatlar için kum çıkarıyorlardı. Doğanın bu kadar kolay tahrip edilmesi için izin verenlerin, bir gün bunun hesabını vereceklerini umarak yolumuza devam ettik.
Üçüncü gün yaklaşık dokuz saat kürek çektik. Sivas’ın Gemerek ilçesine bağlı Burhanköy’ün güneyindeki köprüden sonra artık ilerlememiz imkánsız hale geldi. Yukarılarda iş makinelerinin açtığı derin çukurlarda göletler oluştuğu için aşağıya su akışı iyice azalmıştı. Kanoları yüzlerce metre taşımamız gerekecekti. Ayrıca pislik de iyice artmıştı. Saat 15.30 gibi etkinliğimize son verdik.
Kısa sürede sökülerek paketlenen kanoları araçlara yerleştirip dönüşe geçerken kafamıza Kızılırmak ile 2006 Haziran randevusu yerleşmişti. Biliyordum ki, orada olacaktık.