Keklik Burcu
15 gündür Anadolu’nun değişik yerlerinde il il dolaşıp, kurumsal ve kişisel seminerler veriyorum. Bunlardan özellikle Türkiye Petrolleri A.Ş.’nin Ankara Genel Müdürlük ile Batman ve Adıyaman Bölge Müdürlüklerindeki seminerler çok renkli geçti. Unutulmaz keyif aldım. Harika vakit geçirdim. Ve kadirşinas dostlar tanıdım.
İnsanlar bir tuhaf. Bir o kadar masum. Bir o kadar muhtaç. Özellikle ilgiye ve sevgiye ihtiyaçları dorukta. Kendilerine dokunmanızı, yüreklerine ulaşmanızı, gönüllerine girmenizi ve akıllarından çıkmamanızı istiyorlar.
En değer verdikleri şey ise, onlara çok özel biri olduklarını hissettirmeniz. Her insan, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine. Hiç, bir hazine görüp de, bakmadan geçtiğiniz oldu mu? Bir hazineyi es geçtiğiniz oldu mu? Bırakın hazineyi, yerde gördüğümüz çamur içindeki 10 milyonluk banknotu bile gömleğimizle silip, cebimize koyma peşindeyiz. Peki ya insan?
Evet, her insan gerçekten keşfedilmeyi bekleyen bir hazine. Öylece bekliyorlar. Kurtulacaklarına olan inançları kaybolmuş. Tüm umutları birilerinin gelip, onları kurtarmasında. Bekliyorlar. 7 gün, 24 saat öylece bekliyorlar. Uykusuz gecelerin, sigara dumanına karışıp göklere ulaşan beklentilerin tek bir amacı var; keşfedilmek. Bu söylediğimi yalnızca Ankara’ya, Batman’a, Adıyaman’a, Gaziantep’e has bir durum sanmayın sakın. İstanbul’daki görkemli gökdelenlerin alımlı ofislerinde koşuşturanların durumu da bundan farklı değil.
İşe ilk girdikleri anda heyecanlılar, bir şeyleri değiştirebileceklerine inanıyorlar. İşler rutine binince yaşamın satır aralarında kaybolup gidiyorlar. Onlar da, dışarıdan bakanları imrendiren saray gibi iş yerlerinde haybeden çalışıyor, köşkleri andıran taş evlerinde haybeden yaşıyorlar.
Bir seminer süresince, bir insanı ne kadar keşfedebilirsiniz bilmiyorum ama, onlar buna hasret. Bırakın bir iki günlük seminer süresini, yolda karşılaştığınızda bile, bir ilgi, bir sevgi, bir bakış bekliyorlar. Ve mutlu oluyorlar. Bir dokun bin ah işit demiş atalar ya. Bunlara dokununca bin ah işitmiyorsunuz. Çünkü ağla ağla da ne olacak? Ağlamaktan şişen gözlerin kime bir faydası var? ‘İnsanı insan yerine koyup ona değer veren bir yaklaşım bütün kapıları açıyor. İnsanları inanılmaz hoşgörülü yapıyor. İnsanlar böyle bir muameleyi özlemiş Sevgili Münir Bey’ diyor bir dost, seminer sonrasında.
Şimdi geleceğe dair umutları yeşertme zamanı. İçimizdeki hazineye inanma zamanı. Yapabileceğimize dair yepyeni umutlar besleme ve o umutları büyütme zamanı. Şimdi işimizin lideri olma zamanı. İnsanı keşfedip, insanın yeni yeni keşifler yapmasına imkan tanıma zamanı.
Bütün bu konuları işlediğimiz seminerlerden birindeyiz. Yer TPAO Adıyaman Bölge Müdürlüğü. Tanışmayı eğlenceli bir şekilde derinleştirmek için bir kağıda adımı, soyadımı, burcumu, en sevdiğim yemeği, en sevdiğim şehri ve doğum tarihimi yazıp yakama asıyorum. Herkesten de bunu yapmasını istiyorum.
Biraz sonra arka sıra karışıyor. Millet gülmekten yere yatıyor. Bir şey olmuş belli ama, milletin gülmekten anlatmaya mecali yok. Ne oldu diyorum, yanlarındaki arkadaşlarını gösteriyorlar. Tabi onun yakasına astığı kağıdı görünce bende yıkılıyorum, gülmekten.
Adı Selim Daş. Sürekli güler yüzlü bir dost. Ben anlatırken o kağıt ayarlama telaşındaymış besbelli. Bana bakıyor. Yakamda balık yazıyor. Yanındaki arkadaş bakıyor; koç. Öteki yanındakine bakıyor; boğa. Bir diğerine bakıyor; yengeç. Bir düşünüyor. Diyor ki herhalde bunlar sevdikleri bir hayvanı yazıyor. Ve veriyor kararını KEKLIK yazıyor, burcun yazılması gereken yere. Çünkü en sevdiği hayvan keklik.
Hocam diyorlar, diğer katılımcılar. Burada dünyanın en nadir burcu var. Belki de dünyadaki tek üyeli tek burç; Keklik Burcu.
Seminerin sonuna kadar, hoşgörüsüne sığınıp, gülmekten bir hal olduk. O kadar hoşgörülü ki asla kızmıyor. Tabi bizim de ona keklik diye lakap falan taktığımız yok. Konu bir şekilde dönüp dolaşıp, kekliğe gelince tüm katılımcılarla kahkahaya boğuyoruz salonu.
Ne olacak? Yaşamın tadı tuzu işte. Bir masumluk. Bir güzellik. Bir değişiklik. Yanlış bir şey yazılmış da ne olmuş? Adam mı ölmüş? Ne münasebet. Hepimize bir can geldi inanın. Dünyanın en büyük şirketlerinin yöneticileri, başarılarını hata yapılmasına izin vermeye borçlu olduklarını söylüyorlar. ‘Biz yanlış yapılmasına fırsat vererek başarıyı yakaladık’ diyor, Dizayn Grup Kurucusu İbrahim Mirmahmutoğulları. Ama insanlar yanlış yapmaktansa, ölmeyi göze alabiliyor. Karnesindeki yanlışlara, performans tablosundaki yanlışlarına, borsadaki yanlışlarına bakıp intihar eden garibanlar var. Çünkü toplum olarak öyle bir zalim kodlama dili geliştirmişiz ki; yanlış yapmaktansa ölürüm daha iyi mantığını (mantıksızlığını) o gariban beyinlere kazımışız. SSCB’nin en iyi beyin yıkama uzmanını bile çağırsanız artık nafile.
Üzerimizde öyle bir korku var ki. Ya yanlış yaparsam? Çünkü her yanlış bir risk. Ve hiç kimse risk almak istemiyor.
Halbuki risk almadan fırsatları nasıl yakalayacağız? Çince’de kriz = risk + fırsat. Her kriz olası bir riski barındırıyor bünyesinde. Bu doğru. Ama bununla eş zamanlı olarak, içinde bir fırsat da saklı. Riski görüp, hayatı es geçenler, fırsatlara kavuşamıyor. Ve kriz alıp götürüyor, insanın tüm umutlarını. Kriz, kriz, kriz...
Fırsatları yakalamak kimsenin muradı değil. Herkesi bir, ’ya yanlış yaparsam’ endişesi sarmalamış. Eve misafir geliyor. Bütün ev halkı teyakkuzda. Ya yanlış yaparsak. Bir idarecinin odasına giriyoruz; biz içeri girerken özgüvenimiz dışarı kaçıyor, bizi terk ediyor. Sebep? Ya yanlış yaparsam?
Birisine arkadaşlık teklif edemiyoruz. Birisini davet edemiyoruz. Bir konferansta veya seminerde aklımıza gelenleri paylaşmıyoruz. Öyle olunca da çocukluktan başlayıp, büyüklüğe kadar peşimizi bırakmayan bir fobi yaratıyoruz, kendi elimizle. Ya yanlış yaparsam fobisi.
Kimse tecrübelere önem vermiyor. Deneyimi yaşamadan, es geçmek daha kolay geliyor. Ama böyle yaparak aslında yaşamı pas geçiyoruz. Yenileceğimizi anladığımız anda oyundan çekilmek istiyoruz. Maç yarım kalsın istiyoruz. Sorduklarında da, cevap hazır. Ben çekildim... Devam etmek istemedim... Şartlar zorladı… Oynamanın bir anlamı yoktu… Devam etsem de sonuç değişmeyecekti… Falan filan…
Peki maçın sonuna kadar kaldığımızdaki paylaşımlara, yaşadıklarımıza, olası bir fair play’e ne demeli? Son 2002 Dünya Kupası maçlarını hatırlayın. Kupanın iki ev sahibinden birisi olan Güney Kore ile oynadığımız maçı bir hatırlayın. Hani 3-2 galip geldiğimiz o muhteşem maçı. Elin oğlu gelip, hem de ev sahibi olduğunuz bir turnuvada sizi yense, bizde ortalık, ıslıklardan, protestolardan, bozuk paralardan ve pet şişelerden geçilmez. Hatta artık galip gelemeyeceğimizi anladığımız anda, maçı bile terk eder gideriz. Kaç milyon verirsek verelim bilete, paraya kıyar gideriz. Ama Güney Koreliler öyle yapmamışlardı. Hakan Şükür’ün karşılaşmanın henüz dokuzuncu saniyesinde attığı ve Dünya Kupalarının en erken golü sayılan muhteşem gölüne rağmen yıkılmadılar. Yenildiler, yıkılmadılar. Maç bitti, yıkılmadılar. Stattaki kocaman Türk Bayrağını açan da onlar, aslanlar gibi rakip takımı destekleyen de onlar, yüzlerine gözlerine Türk Bayrakları motifleri çizen de, ellerindeki mini Türk Bayraklarıyla bize centilmenlik dersi veren de onlar.
Bizimse aklımız fikrimiz sadece skora kilitlenmiş. Çocuklarda karneye, çalışanlarda paraya, devlette masaya bakıyoruz. Halbuki o sonuca ulaşana kadar ki dönemde yaşanan bir sürü güzellik var. Ve her zaman da var olacak.
Ama olmaması için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Çocukken susturulan yavrular… Sus sen ne bileceksin diye azarlanan çocuklar… Oturrrr, sıfırrrr! diye çökertilen öğrenciler… Yapılan her yanlışı yaşamın o anının skoru olarak değil de, yaşamın tümüne ait bir etiket olarak sırtımıza yafta gibi yapıştıranlar…
Ne olacak? Yanlış yapma hakkı da bir hürriyet. Her söylediği doğru, yer yaptığı iyi birisini tanıyorsanız, bana da haber verin. Günahsız bir insan? Hatasız bir kul? İm-kan-sız!
Peki o halde?
Açık yüreklilikle hayatı paylaşmak gerekiyor. Ya gülerlerse, ya kızarlarsa, ya beğenmezlerse diye içimize kapanacağımıza, özgürce yaşamı paylaşmak gerekiyor. Ve hayat düşüncelerimizle başlıyor. Düşüncelerimize gem vurursak, onları paylaşmasak, paylaşır da, her paylaştığımızda azar işitirsek, yadırganır ve eleştirilirsek sonuç pek iyi olmaz.
Adı üstünde, bu bir düşünce. Ben bendeki haliyle paylaşıyorum. Oturrrr, sıfırrrr! diyeceğine, sen de sendeki haliyle paylaşır ve daha iyi bir hale gelmesi için ortakla çalışmayı başarabilirsek, gelişme o zaman mümkün olur. Korkuyu üzerimizden atıp, cesaretle içimizdekileri birbirimizle paylaşabilirsek, o zaman içimizdeki insan ortaya çıkar. 20 yıldır evli olduğu eşini, 19 yaşına gelmiş oğlunu, 18 yaşındaki gelinlik kızını susturmuş, ya da nasıl olsa konuştuğumuz anda o bizi susturur diye kendiliklerinden susmuş aileler tanıyorum.
Arkadaşına kızarken bülbül gibi şakıyan, patron odaya girince, dut yiyen bülbüller tanıyorum. Konuşalım, konuşturalım, paylaşalım ve paylaştıralım dostlar.
Bilmem. Ben keklik burcundan çok şey öğrendim. Ya siz?