Nedim GÜRSEL
Son Güncelleme:
Katarlar’ın ülkesinde bahar yolculuğu
Fransa’nın güneyindeki Toulouse, Gaillac ve Cordes, ortaçağ atmosferi özenle korunan şehirler. Tuğla binaların yaygınlığı nedeniyle silüetleri kırmızıya boyanmış. 13’üncü yüzyıl öncesinde, üçünde de Katarlar yaşardı. Hayat iyilik ve kötülüklerden ibaretti onlar için. Vatikan’a, kilise hiyerarşisine meydan okuyup Hıristiyanlık’ın ilk günlerine, en saf haline dönmeyi savunuyorlardı. Haçlı seferlerinde Avrupa’yı kasıp kavuran bağnazlığın kurbanı oldular. Günümüzde bu şehirler edebiyatın, şarap kültürünün serpilip geliştiği merkezler. Yaz başında çıkacağınız bir yolculukta, bağnazlığın tamamen silemediği Katarlar’ın izlerini görebilir, ortaçağ atmosferini yaşayabilirsiniz.
TOULOUSE
İspanya’nın tüm boğalarını baştan çıkaracak kadar kırmızı
Yıllar önce yolum ilk kez Toulouse’a düştüğünde kentin kırmızı görüntüsünden müthiş etkilenmiştim. Bu beklenmedik görüntünün belleğimdeki izlerini hâlâ silebilmiş değilim. Oysa genelde, Paris örnek alındığından, taş yapılar sevilir Fransa’da, tuğla ya da ahşap yapıları başkente en uzak köylerde bile pek göremezsiniz. Bu nedenle olsa gerek İngiliz seyyah Arthur Toung “Yapılar tuğla ve ahşap, kederli bir görünümü var Toulouse’un” diye yazmış 18’inci yüzyılın sonunda. Oysa günümüzde, kaynağını Pireneler’den alan Garonne Irmağı’nın kıyılarından toplanan çakıl taşlarıyla sağlamlaştırılmış (süslenmiş demek kuşkusuz daha doğru olurdu) tuğla cepheler ve kiremitlerden ibaret eski mimari revaçta. Yeni yapılar bile, kente uyum sağlamaları için, tarihsel örneklerine benzer renk ve biçimde inşa ediliyor. Roma döneminden, hatta çok daha eskilerden kalma bir teknikle kil topraktan elde edilen pişmiş tuğlanın egemenliği ilk bakışta gözeçarpıyor. Toulouse üzerine şu satırları yazmıştım Seyir Defteri’me: “Tüm İspanya’nın, hatta Picasso’nun azgın boğalarını bile çileden çıkartacak denli kırmızı bir kentteyim. Kiliseler, evlerin yüzleri, duvarlar, çatılar, köprüler, su yolları, her şey kırmızı burada. Kırmızı çünkü yapılar sıvasız, tuğla tüm mimariye egemen. Kırmızı çünkü, Garonne Irmağı boyunca ağaçlar yapraklarını dökmüş. Kırmızı çünkü, güneş batıyor.”
PARİS’E MEYDAN OKUMUŞTU
Bu kez günbatımında değil sabah alacasında yürüyorum kentin sokaklarında. Kapalı dükkânların, kabartma heykellerle eski armaların süslediği sundurmaların önünden geçip siyasi iktidarın simgesi Capitole Meydanı’nı boydan boya katediyorum. Hiçbir ışık sızmıyor perdesi çekili pencerelerden. İlk gelişimde önce hayali bir Babil Kulesi’ne, sonra da yöre mutfağının vazgeçilmezlerinden o kırmızı pastaya benzettiğim, Fransa’nın en eski Roman kilisesi Saint-Sernin’in sivri çan kulesi deliyor tanyerini. Gökyüzü kırmızı, bulutlar da. Ama kilisenin tuğla duvarlarıyla kat kat yükselen, yükselirken de daralıp sivrilen kuleleri daha da kırmızı. Sokaklar, ıssız avlular da öyle. Kırmızıya batmış bir dünyadayım, her yer kan renginde. Katarlar’ın tarihi gibi. Kentin kanlı tarihini çağrıştırıyor her adımda yolumu kesen duvarlar. Tüm kahveler kapalı. Sonunda sandalyeleri terasa çıkaran bir garson çarpıyor gözüme. Oturur oturmaz ilk kahveyi önüme sürüyor. Ve sabahın ilk sürprizi: Türkmüş meğer, kahvenin patronunun da Türk olduğunuöğreniyorum. Fransa’da yalnızca döner büfesi açmıyor demek ki bizimkiler, Toulouse’un en ünlü alanındaki en şık kahvelerden birini de pekâlâ işletebiliyorlar. Buraya bir Türk derneğinin davetlisi olarak geldim zaten, kentin en büyük kitapçısında (Ombres Blanches) Fransızcaya çevrilen son romanımı tartıştık. Aralarında Türklerin de bulunduğu, çoğu üniversite öğrencisi gençler vardı, bir de çiçeği burnunda uçak mühendisleri. Toulouse, kontların tarih boyunca merkezden bağımsız hüküm sürdüğü, uzun yıllar oksitan dilinin konuşulduğu, Paris’e kafa tutan eski ve güngörmüş bir kent değil yalnızca, aynı zamanda Avrupa Birliği’nin övünç kaynağı Airbus sanayiinin de merkezi. Adı “yeni” kendi “eski” köprünün altından akıp giden ırmak bu yöreye özgü “courtois,” aşkı icat eden gezgin ozanların türküsünü, söylerken günümüz teknolojisinin son buluşlarını da dile getiriyor. Benim öznel coğrafyamda her ırmağın bir türküsü vardır. Her ırmak, denize kavuşmadan önce bir türkü çağırır bulana durula akıp giderken. Adını oksitanca “çakıl” ve “kaya” sözcüklerinden alan Garonne da sert, acımasız, ille de kanlı bir öykü anlatıyor. Bu bölgeye sığınan, ne var ki Haçlılar’ca katledilen Katarlar’ın öyküsünü.
EN GÜZEL AŞK ŞİİRLERİNİ YAZDILAR
Irmak boyunca yürüyorum. Yürürken de Toulouse’un yalnızca dehşet ve yıkım günlerini, katolik kilisenin bağnazlığını değil “ince aşkı” da simgelediğini düşünüyorum. Öyle ya, kuzey kendi lehçesi olan oil dilini tüm Fransa’ya dayatmadan önce en güzel aşk şiirleri burada oksitanca yazıldı. Şairlerin “Çiçek Bayramı” olarak adlandırdıkları “aşk ve gül” günleri burada kutlandı; “Altın Menekşe” şiir ödülleri sahiplerini bu kentte buldu. Yeni Köprü’de soluklanıyorum biraz. Tam karşımda Dalbade Kilisesi kale surlarını andıran duvarları, burçları ve kuleleriyle din savaşlarını anımsatıyor. Dün Capitole’ün merdivenlerini çıkarken gördüğüm duvar resmindeyse şairler alımlı, ince ve beyaz kadınların refakatinde şiirler okuyor, Haçlı ordularının komutanı Simon de Montfort’un bir mancınıktan atılan taşla hayatını kaybettiği surların dibinde çiçekler açıyordu. Katar inancındaki gibi iyilik ve kötülük aynı gerçeğin iki yüzüydü aslında. Ve tarihin derinliklerinde değil
içimizdeydi.
CASTELNAU DE MONTMIRAL
Sartre çılgınlıktan bu köyde vazgeçmişti
Bu tarihi yerleşim merkezi, Toulouse’a 50 kilometre kadar uzaklıkta, yüksek bir tepeye kurulmuş. Giriş kapısı bir zamanlar bu köyde Katarlar’ın da yaşadığını, surlarla çevrili evlerde dokuma tezgâhlarıyla kumaşa renk ve biçim veren ellerin sabaha dek çalıştığını kanıtlıyor. Deri işçiliğinden kalma atölyeleri de görmek mümkün. Castelnau de Montmiral bölgedeki bir çok köy gibi koruma altında. 13’üncü yüzyılda nasıl idiyse bugün de öyle. Taş evler, kirişli cepheler, dar sokaklar, ortasında bir kuyunun bulunduğu küçük alanlar. Ne var ki eski surların yerini kestane ağaçları almış. Bir de şatosu varmış, bugün yerinde yeller esen.Gel de Rimbaud’nun dizelerini anımsama! “ Ey mevsimler ey şatolar! / Deyin kusursuz kim var!” Neredeyse kusursuz bir köydeyim, her şey nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kilisenin çanı pazar sabahı tam saatinde çalmaya başlıyor. Girişteki dilenci saygıyla uzatıyor şapkasını. Horozlar da, başları kesilmesin diye, ne erken ne geç, tam saatinde ötüyor. Otomobillerin merkeze girmesi yasaklanmış, onlar da ne yapsın, melûl mahsun park yerinde bekliyorlar. Kimse gelip kapılarını açmıyor ama. Köyde yayalar duruma hakim. İyi ki de öyle demeye kalmadan bir anda iki tekerlikli canavarlar dolduruveriyor alanı. Homurtularından yer gök inliyor. Uğursuz kargalar gibi kuyunun çevresinde fır dönmeye başlıyorlar. Taş duvarlar, kiremitler sarsılıyor. Kapalı kepenkler, kemerler, kabartma yontular, köyün mimari dokusunu oluşturan ne varsa zangır şangır titriyor. Otomobillere yasaklanmış sokaklar motorsikletlerin dansına açılıveriyor birden. En iyisi kalkıp gitmeli, kiliseye sığınmalı. Hiç olmazsa köyün en değerli hazinesi, Armagnac Kontları’nın altın hacı var orada. Ya da bir kestane ağacının gölgesine uzanmalı. Yukarda ılık bahar güneşi, aşağıda vadi ve yavaştan uğuldayan orman, yani bir tuhaf sessizlik.Daha ne isterim.
Simone de Beauvoir otobiyografisinde yağmurlu bir günde Castelnau de Montmiral’e birlikte geldiği Jean-Paul Sartre’ın burayı gördükten sonra nasıl değiştiğini anlatıyor. Artık “deli olmaktan” ya da deli rolü oynamaktan bu köyde vazgeçmiş üstat. Beauvoir’ın, Sartre’ın verdiği “varoluşsal kararı anlatan satırlarını köy muhtarlığı bir taşa kazıtıp alanı çevreleyen eski yapılardan birinin duvarına kitabe gibi mıhlamış. Böylece mimari dokunun bir parçasına dönüşmüş ünlü çiftin hâlâ dillerden düşmeyen ilişkisi.
GAILLAC
Bağlarını antik çağın Yunan tüccarlarına borçlu
Tam ırmağı aşağıda, derin vadi boyunca akıyor, Gaillac ise yukarda, iki yakayı bağlayan köprünün yanıbaşındaki görkemli manastırın kuytusuna kurulmuş eski evlerden, küçük alanlardan, ille de kırmızı tuğlalı duvarlar ve kiliselerden ibaret bir kent. Manastırın avlusunda Kitap Fuarı’nı simgeleyen dev şişe biçiminde, sayfaları eprimiş eski kitaplardan oluşan bir heykel var. Şarap ve edebiyatın onuruna dikilmiş bir anıt sanki. Gaillac Kitap Fuarı küçük belki, ama üzerimde bıraktıği etkinin büyük olduğunu itiraf etmeliyim. Fransa’nın çok önemli yazarlarını ağırlamıyorsa da konuklara bölgenin en buruk, en güzel şaraplarını sunuyor.
Gaillac’da şarapçılığın çok eskilere giden bir tarihi var. Antik çağda Yunan tüccarların Fransa’nın güney kıyılarına dek gelip ırmaklardan yukarıya çıktıklarını, amforalara doldurdukları şarapları Avrupa kıtasının içlerine taşıyıp sattıklarını, hatta kuzeye, İskandinavya’ya dek gittiklerini pek bilmeyiz. Ne var ki, o zamanın tüccarları için böylesine uzak mesafeler katetmenin elbette bir bedeli vardı. Dolayısıyla gemilere Doğu Akdeniz’den şarap yükleyip buraya dek taşıyacaklarına şarap kültürünü taşımayı yeğlediler. Ve Tam Irmağı boyunca diktikleri bağlarda şarap üretimine başladılar. Burası, aslında, Fransa’nın en eski şarap bölgelerinden, ama Bourgogne ya da Bordeaux şarapları kadar ünlü değil Gaillac şarapları. Yine de içilesi ve güzel. Cordes’a doğru otomobille yola çıktığımızda ovayı neredeyse tümüyle kaplayan bağların içinden geçtik. Asma kütükleri öyle sessiz, terkedilmiş gibi mahsundular. Ve zavallı, yapayalnız, bodurdular.
CORDES
Gezgine hayattaki tüm pişmanlıklarını unutturuyor
Cosdes, Gaillac’ın kuş uçuşu 20 kilometre güney batısında. Adı, çoğunluğun sandığı gibi Fransızcada “ip” anlamına gelen “corde” sözcüğünden değil, kurulduğu dönemde, yani 13’üncü yüzyıl başlarında bu bölge için hâlâ önem taşıyan İspanya’nın Kurtuba (Cordoba) kentinden geliyor. Cordes’a önce aşağıdan, asmakütüklerinin arasından bakmalı, sonra tepenin yamacına dek inen sokaklardan ve taş merdivenlerden yukarıya, köyün merkezine tırmanmalı. Orada, bir zamanlar dokuma işçiliği ve kumaş ticareti sayesinde zenginleşen Katarlar’ın oturduğu evler de var elbette, ama parke taşlı dar sokaklar, cepheleri kabartma heykellerle süslü gotik yapılar ve üç Engizisyon papazına mezar olan bir kuyu da var. Kuyu bu yörede, durmadan kuşatılan, sürekli el değiştiren kentlerin en önemli unsurlarından biriydi. Kuşatma sırasında surlar güvenliği, kuyular halkın su gereksinimini karşılıyordu çünkü. Ve derin, kör kuyular da tıpkı yollar gibi can alıyordu.
Buraya gelirken Vere ve Cerou derelerinin suladığı vadi boyunca, iki yanında çınar ağaçları dizili dar bir yoldan geçtik. Fransa’da yalnızca kentlerin geniş bulvarlarında sıralanmaz ağaçlar, böyle ücra yerlerin ıssız yollarını da süsler. Ölümünün 50’nci yılında andığımız büyük yazar Albert Camus böyle bir yolda can vermişti. Nobel Ödülü’nü aldıktan iki yıl sonra, 46 yaşında. Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin önerisiyle kemiklerinin Pantheon’a taşınması sözkonusu bugün. Bundan tam 50 yıl önce, son anda Paris’e trenle değil yayımcısının kullandığı otomobille dönmeye karar veren yazar, bunun benzeri bir yoldan sapan aracın çınarlara çarpması sonucunda hayatını kaybetmişti. Çantasında yazmakta olduğu son roman, cebinde kullanılmamış tren bileti vardı. Ve Cordes’da, bu eski köyün tepeden baktığı nefis manzaraya karşı yazmıştı son kitaplarını. Öylesine sevmişti ki burayı, geceleyin yıldızlar parlamaya başladığında hayattaki pişmanlıkların bile Cordes’da güzelliğe dönüştüğünü söylemişti ölümünden az önce.
Cordes gerçekten görülmeye değer. Köyü tam ortasından ikiye bölen ana sokağın üzerinde yanyana sıralanmış gotik yapılar içinde biri var ki anlatmadan olmaz. Bir zamanlar Toulouse kontlarının köpek bakıcılığını yapan zatın oturduğu, evden çok küçük bir saray yavrusunu andıran bu dört katlı yapının duvar kabartmalarında sürek avı tasvir ediliyor. Kontun av köpeklerinden biri yaban domuzuna yetişmiş bile. Dişlerini hayvanın gövdesine geçirirken at binmiş seyis domuzu kargasıyla delik deşik etmekte. Tek ağaç figürünün simgelediği ormanda hızla koşan bir ceren de var. Peşindeki, yorgunluktan dili sarkan köpeği atlatmış ama, yaydan fırlamak üzere olan ok az sonra onun da gövdesini kana bulayacak. Bir üçüncü köpek boru çalan avcının yanı başında soluk soluğa, bir başkası kaçan tavşanı kovalıyor. Belli ki, sonunda avcılar hakkından gelecek avlarının, tıpkı Haçlıların Katarlar’ın hakkından geldiği gibi. Zaten bu kabartma heykeller bölgenin 13’üncü yüzyılda yaşadığı büyük felâketi, değişik inançları nedeniyle katledilenlerin uğradığı zulmü tasvir ediyor. Çünkü köpek bakıcısının ailesinde Katar kökenlilerin olduğunu belirtiyor eski kaynaklar. Bir başka evin duvarında ağlayan ve gülen insan figürleri de var. Ve bir vahşet anını yakından isler gibi gözleri yuvalarından fırlamış, çocuklarını korumaya çalışan kadınlar. Cordes’dan ayrılırken din ve inanç özgürlüğünün önemini bir kez daha anladım. Laik düşüncenin beşiği Fransa’nın tarihindeki bu karanlık, bu utanç verici olayların benzerlerini bir bakıma günümüzde de yaşıyor olmamız ise, ne yazık ki tarihin tekrardan ibaret olduğunu bir kez daha doğruluyor.
KİLİSEYE KURT İNİ DEDİLER VAHŞİCE KATLEDİLDİLER
Katarlar ortaçağın bağnaz ortamında katolik kilisenin dışladığı, “sapkın” olarak kabul ettiği bir mezhebin üyeleriydi. İnançları çok eski dinlerden, varoluşu iyilik - kötülük ikilemine indirgeyen Mazdeizm ya da Hıristiyanlığın tarihin derinliklerine gömülmüş bir kolu olan Gnostizism’den kaynaklanıyordu. Vatikan’dan tüm Katolik dünyaya hükmeden Papa’ya göre bu “sapkın” dinlerin Balkanlar’daki uzantılarını Bogomil adı verilen toplulukların inançlarında da görmek mümkündü. Toulouse ve çevresine yerleşen Katarlar da, Osmanlı’nın Balkanları fethetmesinden sonra çoğu Müslüman olan Bogomiller’inkine benzer bir inanç taşıyordu. Onlara göre kötülüklerle dolu bu dünya tanrı tarafından değil, olsa olsa şeytan tarafından yaratılmış olabilirdi. İsa cenneti vaat etmişti inanç sahiplerine, oysa Katarlar’ın gözünde ne cennet vardı ne de cehennem. Şeytanın, daha doğrusu kötülüğün eseri olan bu yalan dünya, algıladığımız maddi gerçeklik geçici, öbür dünya ise kalıcıydı. Hıristiyanlığın ilk günlerine, İncil metinlerinin ilk kaynaklarına dönmeli, günahlarından yunup arınmalıydı insanoğlu “iyi”ye ulaşabilmek, tanrı katında bir yer edinebilmek için. Kurtuluşu yalnızca, evet yalnızca bu koşula bağlıydı. Sonsuz hayata ulaşmanın yolu ne kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen Katolik kiliseye bağlılıktan geçiyordu ne de haç ve Mesih’e tapmaktan. Kilise onlar için bir “kurt ini”nden başka bir şey değildi. Vaftiz olmak yeterliydi, bir de çalışmak ve çok çalışmak ve cinsel ilişkiden uzak durmak. Katarlar papazlara değil, Engizisyon’un “kâmil” adını verdiği kendi ruhani yöneticilerine itaat ediyor, et yemiyor, eşitlik temelinde bir toplumsal düzeni savunuyorlardı. Yaşadıkları kentleri kalın ve aşılmaz surlarla çevirmişler, kayalık tepelerin zirvesine şatolar, kaleler, kuleler inşa etmişlerdi. Bu nedenle, 13’üncü yüzyılın başından itibaren, kuzeyden gelen Simon de Montfort komutasındaki haçlı ordusunun hışmına uğradılar. Onları ortadan kaldırmak, “sapkın” mezheplerinin kökünü kazımak için tüm katolik Fransa seferber oldu. Hıristiyan dünyasında ilk kez bir haçlı seferi benzer inanç taşıyanlara karşı yapılıyordu. Kaleleri düştükçe katledildiler, pazar yerlerinde kurulan idam sehpalarında yakıldılar, Engizisyon’un işkencelerine maruz kaldılar. Hatta yirmi bin nüfuslu Beziers kuşatıldığında, aralarında Katoliklerin de bulunduğu kent halkı Katarlar’ı teslim etmeyince, kadınlar ve çocuklar da dahil kılıçtan geçirildi. Buna engel olmaya çalışan bazı askerlere Citeaux papazı Arnaud-Amaury “Tümünü gebertin, Efendimiz İsa nasıl olsa kendine sadık olanları seçecektir!”diyebildi. İnançlarından dönmeyenlerin başlarına gelmedik belâ kalmadı.Örneğin Lavaur teslim olmayı reddedince, kenti ele geçiren Haçlılar seksen kadar şövalyeyle 400 Katar’ı yakmakla yetinmeyerek şatonun sahibesi Guirande’ı çırılçıplak soyup sokaklarda teşhir ettikten sonra ırzına geçerek bir kuyuya attılar, üzerini de taşlarla örttüler. Sonunda, nice vahşetin, zulüm ve işkencenin ardından, Katarlar silinip gitti bu coğrafyadan. Son Katar Arnaud Sicre 1321’de, adı “kırmızı kent” anlamına gelen, Toulouse gibi tuğla ve kiremitten ibaret Villerouge’da yakıldı. Külleri bugün hâlâ ayakta duran ve aşağıdaki evlere meydan okurcasına ağaçların arasından göğe yükselen eski şatonun kulelerinden çatılara savruldu.
İspanya’nın tüm boğalarını baştan çıkaracak kadar kırmızı
Yıllar önce yolum ilk kez Toulouse’a düştüğünde kentin kırmızı görüntüsünden müthiş etkilenmiştim. Bu beklenmedik görüntünün belleğimdeki izlerini hâlâ silebilmiş değilim. Oysa genelde, Paris örnek alındığından, taş yapılar sevilir Fransa’da, tuğla ya da ahşap yapıları başkente en uzak köylerde bile pek göremezsiniz. Bu nedenle olsa gerek İngiliz seyyah Arthur Toung “Yapılar tuğla ve ahşap, kederli bir görünümü var Toulouse’un” diye yazmış 18’inci yüzyılın sonunda. Oysa günümüzde, kaynağını Pireneler’den alan Garonne Irmağı’nın kıyılarından toplanan çakıl taşlarıyla sağlamlaştırılmış (süslenmiş demek kuşkusuz daha doğru olurdu) tuğla cepheler ve kiremitlerden ibaret eski mimari revaçta. Yeni yapılar bile, kente uyum sağlamaları için, tarihsel örneklerine benzer renk ve biçimde inşa ediliyor. Roma döneminden, hatta çok daha eskilerden kalma bir teknikle kil topraktan elde edilen pişmiş tuğlanın egemenliği ilk bakışta gözeçarpıyor. Toulouse üzerine şu satırları yazmıştım Seyir Defteri’me: “Tüm İspanya’nın, hatta Picasso’nun azgın boğalarını bile çileden çıkartacak denli kırmızı bir kentteyim. Kiliseler, evlerin yüzleri, duvarlar, çatılar, köprüler, su yolları, her şey kırmızı burada. Kırmızı çünkü yapılar sıvasız, tuğla tüm mimariye egemen. Kırmızı çünkü, Garonne Irmağı boyunca ağaçlar yapraklarını dökmüş. Kırmızı çünkü, güneş batıyor.”
PARİS’E MEYDAN OKUMUŞTU
Bu kez günbatımında değil sabah alacasında yürüyorum kentin sokaklarında. Kapalı dükkânların, kabartma heykellerle eski armaların süslediği sundurmaların önünden geçip siyasi iktidarın simgesi Capitole Meydanı’nı boydan boya katediyorum. Hiçbir ışık sızmıyor perdesi çekili pencerelerden. İlk gelişimde önce hayali bir Babil Kulesi’ne, sonra da yöre mutfağının vazgeçilmezlerinden o kırmızı pastaya benzettiğim, Fransa’nın en eski Roman kilisesi Saint-Sernin’in sivri çan kulesi deliyor tanyerini. Gökyüzü kırmızı, bulutlar da. Ama kilisenin tuğla duvarlarıyla kat kat yükselen, yükselirken de daralıp sivrilen kuleleri daha da kırmızı. Sokaklar, ıssız avlular da öyle. Kırmızıya batmış bir dünyadayım, her yer kan renginde. Katarlar’ın tarihi gibi. Kentin kanlı tarihini çağrıştırıyor her adımda yolumu kesen duvarlar. Tüm kahveler kapalı. Sonunda sandalyeleri terasa çıkaran bir garson çarpıyor gözüme. Oturur oturmaz ilk kahveyi önüme sürüyor. Ve sabahın ilk sürprizi: Türkmüş meğer, kahvenin patronunun da Türk olduğunuöğreniyorum. Fransa’da yalnızca döner büfesi açmıyor demek ki bizimkiler, Toulouse’un en ünlü alanındaki en şık kahvelerden birini de pekâlâ işletebiliyorlar. Buraya bir Türk derneğinin davetlisi olarak geldim zaten, kentin en büyük kitapçısında (Ombres Blanches) Fransızcaya çevrilen son romanımı tartıştık. Aralarında Türklerin de bulunduğu, çoğu üniversite öğrencisi gençler vardı, bir de çiçeği burnunda uçak mühendisleri. Toulouse, kontların tarih boyunca merkezden bağımsız hüküm sürdüğü, uzun yıllar oksitan dilinin konuşulduğu, Paris’e kafa tutan eski ve güngörmüş bir kent değil yalnızca, aynı zamanda Avrupa Birliği’nin övünç kaynağı Airbus sanayiinin de merkezi. Adı “yeni” kendi “eski” köprünün altından akıp giden ırmak bu yöreye özgü “courtois,” aşkı icat eden gezgin ozanların türküsünü, söylerken günümüz teknolojisinin son buluşlarını da dile getiriyor. Benim öznel coğrafyamda her ırmağın bir türküsü vardır. Her ırmak, denize kavuşmadan önce bir türkü çağırır bulana durula akıp giderken. Adını oksitanca “çakıl” ve “kaya” sözcüklerinden alan Garonne da sert, acımasız, ille de kanlı bir öykü anlatıyor. Bu bölgeye sığınan, ne var ki Haçlılar’ca katledilen Katarlar’ın öyküsünü.
EN GÜZEL AŞK ŞİİRLERİNİ YAZDILAR
Irmak boyunca yürüyorum. Yürürken de Toulouse’un yalnızca dehşet ve yıkım günlerini, katolik kilisenin bağnazlığını değil “ince aşkı” da simgelediğini düşünüyorum. Öyle ya, kuzey kendi lehçesi olan oil dilini tüm Fransa’ya dayatmadan önce en güzel aşk şiirleri burada oksitanca yazıldı. Şairlerin “Çiçek Bayramı” olarak adlandırdıkları “aşk ve gül” günleri burada kutlandı; “Altın Menekşe” şiir ödülleri sahiplerini bu kentte buldu. Yeni Köprü’de soluklanıyorum biraz. Tam karşımda Dalbade Kilisesi kale surlarını andıran duvarları, burçları ve kuleleriyle din savaşlarını anımsatıyor. Dün Capitole’ün merdivenlerini çıkarken gördüğüm duvar resmindeyse şairler alımlı, ince ve beyaz kadınların refakatinde şiirler okuyor, Haçlı ordularının komutanı Simon de Montfort’un bir mancınıktan atılan taşla hayatını kaybettiği surların dibinde çiçekler açıyordu. Katar inancındaki gibi iyilik ve kötülük aynı gerçeğin iki yüzüydü aslında. Ve tarihin derinliklerinde değil
içimizdeydi.
CASTELNAU DE MONTMIRAL
Sartre çılgınlıktan bu köyde vazgeçmişti
Bu tarihi yerleşim merkezi, Toulouse’a 50 kilometre kadar uzaklıkta, yüksek bir tepeye kurulmuş. Giriş kapısı bir zamanlar bu köyde Katarlar’ın da yaşadığını, surlarla çevrili evlerde dokuma tezgâhlarıyla kumaşa renk ve biçim veren ellerin sabaha dek çalıştığını kanıtlıyor. Deri işçiliğinden kalma atölyeleri de görmek mümkün. Castelnau de Montmiral bölgedeki bir çok köy gibi koruma altında. 13’üncü yüzyılda nasıl idiyse bugün de öyle. Taş evler, kirişli cepheler, dar sokaklar, ortasında bir kuyunun bulunduğu küçük alanlar. Ne var ki eski surların yerini kestane ağaçları almış. Bir de şatosu varmış, bugün yerinde yeller esen.Gel de Rimbaud’nun dizelerini anımsama! “ Ey mevsimler ey şatolar! / Deyin kusursuz kim var!” Neredeyse kusursuz bir köydeyim, her şey nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kilisenin çanı pazar sabahı tam saatinde çalmaya başlıyor. Girişteki dilenci saygıyla uzatıyor şapkasını. Horozlar da, başları kesilmesin diye, ne erken ne geç, tam saatinde ötüyor. Otomobillerin merkeze girmesi yasaklanmış, onlar da ne yapsın, melûl mahsun park yerinde bekliyorlar. Kimse gelip kapılarını açmıyor ama. Köyde yayalar duruma hakim. İyi ki de öyle demeye kalmadan bir anda iki tekerlikli canavarlar dolduruveriyor alanı. Homurtularından yer gök inliyor. Uğursuz kargalar gibi kuyunun çevresinde fır dönmeye başlıyorlar. Taş duvarlar, kiremitler sarsılıyor. Kapalı kepenkler, kemerler, kabartma yontular, köyün mimari dokusunu oluşturan ne varsa zangır şangır titriyor. Otomobillere yasaklanmış sokaklar motorsikletlerin dansına açılıveriyor birden. En iyisi kalkıp gitmeli, kiliseye sığınmalı. Hiç olmazsa köyün en değerli hazinesi, Armagnac Kontları’nın altın hacı var orada. Ya da bir kestane ağacının gölgesine uzanmalı. Yukarda ılık bahar güneşi, aşağıda vadi ve yavaştan uğuldayan orman, yani bir tuhaf sessizlik.Daha ne isterim.
Simone de Beauvoir otobiyografisinde yağmurlu bir günde Castelnau de Montmiral’e birlikte geldiği Jean-Paul Sartre’ın burayı gördükten sonra nasıl değiştiğini anlatıyor. Artık “deli olmaktan” ya da deli rolü oynamaktan bu köyde vazgeçmiş üstat. Beauvoir’ın, Sartre’ın verdiği “varoluşsal kararı anlatan satırlarını köy muhtarlığı bir taşa kazıtıp alanı çevreleyen eski yapılardan birinin duvarına kitabe gibi mıhlamış. Böylece mimari dokunun bir parçasına dönüşmüş ünlü çiftin hâlâ dillerden düşmeyen ilişkisi.
GAILLAC
Bağlarını antik çağın Yunan tüccarlarına borçlu
Tam ırmağı aşağıda, derin vadi boyunca akıyor, Gaillac ise yukarda, iki yakayı bağlayan köprünün yanıbaşındaki görkemli manastırın kuytusuna kurulmuş eski evlerden, küçük alanlardan, ille de kırmızı tuğlalı duvarlar ve kiliselerden ibaret bir kent. Manastırın avlusunda Kitap Fuarı’nı simgeleyen dev şişe biçiminde, sayfaları eprimiş eski kitaplardan oluşan bir heykel var. Şarap ve edebiyatın onuruna dikilmiş bir anıt sanki. Gaillac Kitap Fuarı küçük belki, ama üzerimde bıraktıği etkinin büyük olduğunu itiraf etmeliyim. Fransa’nın çok önemli yazarlarını ağırlamıyorsa da konuklara bölgenin en buruk, en güzel şaraplarını sunuyor.
Gaillac’da şarapçılığın çok eskilere giden bir tarihi var. Antik çağda Yunan tüccarların Fransa’nın güney kıyılarına dek gelip ırmaklardan yukarıya çıktıklarını, amforalara doldurdukları şarapları Avrupa kıtasının içlerine taşıyıp sattıklarını, hatta kuzeye, İskandinavya’ya dek gittiklerini pek bilmeyiz. Ne var ki, o zamanın tüccarları için böylesine uzak mesafeler katetmenin elbette bir bedeli vardı. Dolayısıyla gemilere Doğu Akdeniz’den şarap yükleyip buraya dek taşıyacaklarına şarap kültürünü taşımayı yeğlediler. Ve Tam Irmağı boyunca diktikleri bağlarda şarap üretimine başladılar. Burası, aslında, Fransa’nın en eski şarap bölgelerinden, ama Bourgogne ya da Bordeaux şarapları kadar ünlü değil Gaillac şarapları. Yine de içilesi ve güzel. Cordes’a doğru otomobille yola çıktığımızda ovayı neredeyse tümüyle kaplayan bağların içinden geçtik. Asma kütükleri öyle sessiz, terkedilmiş gibi mahsundular. Ve zavallı, yapayalnız, bodurdular.
CORDES
Gezgine hayattaki tüm pişmanlıklarını unutturuyor
Cosdes, Gaillac’ın kuş uçuşu 20 kilometre güney batısında. Adı, çoğunluğun sandığı gibi Fransızcada “ip” anlamına gelen “corde” sözcüğünden değil, kurulduğu dönemde, yani 13’üncü yüzyıl başlarında bu bölge için hâlâ önem taşıyan İspanya’nın Kurtuba (Cordoba) kentinden geliyor. Cordes’a önce aşağıdan, asmakütüklerinin arasından bakmalı, sonra tepenin yamacına dek inen sokaklardan ve taş merdivenlerden yukarıya, köyün merkezine tırmanmalı. Orada, bir zamanlar dokuma işçiliği ve kumaş ticareti sayesinde zenginleşen Katarlar’ın oturduğu evler de var elbette, ama parke taşlı dar sokaklar, cepheleri kabartma heykellerle süslü gotik yapılar ve üç Engizisyon papazına mezar olan bir kuyu da var. Kuyu bu yörede, durmadan kuşatılan, sürekli el değiştiren kentlerin en önemli unsurlarından biriydi. Kuşatma sırasında surlar güvenliği, kuyular halkın su gereksinimini karşılıyordu çünkü. Ve derin, kör kuyular da tıpkı yollar gibi can alıyordu.
Buraya gelirken Vere ve Cerou derelerinin suladığı vadi boyunca, iki yanında çınar ağaçları dizili dar bir yoldan geçtik. Fransa’da yalnızca kentlerin geniş bulvarlarında sıralanmaz ağaçlar, böyle ücra yerlerin ıssız yollarını da süsler. Ölümünün 50’nci yılında andığımız büyük yazar Albert Camus böyle bir yolda can vermişti. Nobel Ödülü’nü aldıktan iki yıl sonra, 46 yaşında. Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin önerisiyle kemiklerinin Pantheon’a taşınması sözkonusu bugün. Bundan tam 50 yıl önce, son anda Paris’e trenle değil yayımcısının kullandığı otomobille dönmeye karar veren yazar, bunun benzeri bir yoldan sapan aracın çınarlara çarpması sonucunda hayatını kaybetmişti. Çantasında yazmakta olduğu son roman, cebinde kullanılmamış tren bileti vardı. Ve Cordes’da, bu eski köyün tepeden baktığı nefis manzaraya karşı yazmıştı son kitaplarını. Öylesine sevmişti ki burayı, geceleyin yıldızlar parlamaya başladığında hayattaki pişmanlıkların bile Cordes’da güzelliğe dönüştüğünü söylemişti ölümünden az önce.
Cordes gerçekten görülmeye değer. Köyü tam ortasından ikiye bölen ana sokağın üzerinde yanyana sıralanmış gotik yapılar içinde biri var ki anlatmadan olmaz. Bir zamanlar Toulouse kontlarının köpek bakıcılığını yapan zatın oturduğu, evden çok küçük bir saray yavrusunu andıran bu dört katlı yapının duvar kabartmalarında sürek avı tasvir ediliyor. Kontun av köpeklerinden biri yaban domuzuna yetişmiş bile. Dişlerini hayvanın gövdesine geçirirken at binmiş seyis domuzu kargasıyla delik deşik etmekte. Tek ağaç figürünün simgelediği ormanda hızla koşan bir ceren de var. Peşindeki, yorgunluktan dili sarkan köpeği atlatmış ama, yaydan fırlamak üzere olan ok az sonra onun da gövdesini kana bulayacak. Bir üçüncü köpek boru çalan avcının yanı başında soluk soluğa, bir başkası kaçan tavşanı kovalıyor. Belli ki, sonunda avcılar hakkından gelecek avlarının, tıpkı Haçlıların Katarlar’ın hakkından geldiği gibi. Zaten bu kabartma heykeller bölgenin 13’üncü yüzyılda yaşadığı büyük felâketi, değişik inançları nedeniyle katledilenlerin uğradığı zulmü tasvir ediyor. Çünkü köpek bakıcısının ailesinde Katar kökenlilerin olduğunu belirtiyor eski kaynaklar. Bir başka evin duvarında ağlayan ve gülen insan figürleri de var. Ve bir vahşet anını yakından isler gibi gözleri yuvalarından fırlamış, çocuklarını korumaya çalışan kadınlar. Cordes’dan ayrılırken din ve inanç özgürlüğünün önemini bir kez daha anladım. Laik düşüncenin beşiği Fransa’nın tarihindeki bu karanlık, bu utanç verici olayların benzerlerini bir bakıma günümüzde de yaşıyor olmamız ise, ne yazık ki tarihin tekrardan ibaret olduğunu bir kez daha doğruluyor.
KİLİSEYE KURT İNİ DEDİLER VAHŞİCE KATLEDİLDİLER
Katarlar ortaçağın bağnaz ortamında katolik kilisenin dışladığı, “sapkın” olarak kabul ettiği bir mezhebin üyeleriydi. İnançları çok eski dinlerden, varoluşu iyilik - kötülük ikilemine indirgeyen Mazdeizm ya da Hıristiyanlığın tarihin derinliklerine gömülmüş bir kolu olan Gnostizism’den kaynaklanıyordu. Vatikan’dan tüm Katolik dünyaya hükmeden Papa’ya göre bu “sapkın” dinlerin Balkanlar’daki uzantılarını Bogomil adı verilen toplulukların inançlarında da görmek mümkündü. Toulouse ve çevresine yerleşen Katarlar da, Osmanlı’nın Balkanları fethetmesinden sonra çoğu Müslüman olan Bogomiller’inkine benzer bir inanç taşıyordu. Onlara göre kötülüklerle dolu bu dünya tanrı tarafından değil, olsa olsa şeytan tarafından yaratılmış olabilirdi. İsa cenneti vaat etmişti inanç sahiplerine, oysa Katarlar’ın gözünde ne cennet vardı ne de cehennem. Şeytanın, daha doğrusu kötülüğün eseri olan bu yalan dünya, algıladığımız maddi gerçeklik geçici, öbür dünya ise kalıcıydı. Hıristiyanlığın ilk günlerine, İncil metinlerinin ilk kaynaklarına dönmeli, günahlarından yunup arınmalıydı insanoğlu “iyi”ye ulaşabilmek, tanrı katında bir yer edinebilmek için. Kurtuluşu yalnızca, evet yalnızca bu koşula bağlıydı. Sonsuz hayata ulaşmanın yolu ne kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen Katolik kiliseye bağlılıktan geçiyordu ne de haç ve Mesih’e tapmaktan. Kilise onlar için bir “kurt ini”nden başka bir şey değildi. Vaftiz olmak yeterliydi, bir de çalışmak ve çok çalışmak ve cinsel ilişkiden uzak durmak. Katarlar papazlara değil, Engizisyon’un “kâmil” adını verdiği kendi ruhani yöneticilerine itaat ediyor, et yemiyor, eşitlik temelinde bir toplumsal düzeni savunuyorlardı. Yaşadıkları kentleri kalın ve aşılmaz surlarla çevirmişler, kayalık tepelerin zirvesine şatolar, kaleler, kuleler inşa etmişlerdi. Bu nedenle, 13’üncü yüzyılın başından itibaren, kuzeyden gelen Simon de Montfort komutasındaki haçlı ordusunun hışmına uğradılar. Onları ortadan kaldırmak, “sapkın” mezheplerinin kökünü kazımak için tüm katolik Fransa seferber oldu. Hıristiyan dünyasında ilk kez bir haçlı seferi benzer inanç taşıyanlara karşı yapılıyordu. Kaleleri düştükçe katledildiler, pazar yerlerinde kurulan idam sehpalarında yakıldılar, Engizisyon’un işkencelerine maruz kaldılar. Hatta yirmi bin nüfuslu Beziers kuşatıldığında, aralarında Katoliklerin de bulunduğu kent halkı Katarlar’ı teslim etmeyince, kadınlar ve çocuklar da dahil kılıçtan geçirildi. Buna engel olmaya çalışan bazı askerlere Citeaux papazı Arnaud-Amaury “Tümünü gebertin, Efendimiz İsa nasıl olsa kendine sadık olanları seçecektir!”diyebildi. İnançlarından dönmeyenlerin başlarına gelmedik belâ kalmadı.Örneğin Lavaur teslim olmayı reddedince, kenti ele geçiren Haçlılar seksen kadar şövalyeyle 400 Katar’ı yakmakla yetinmeyerek şatonun sahibesi Guirande’ı çırılçıplak soyup sokaklarda teşhir ettikten sonra ırzına geçerek bir kuyuya attılar, üzerini de taşlarla örttüler. Sonunda, nice vahşetin, zulüm ve işkencenin ardından, Katarlar silinip gitti bu coğrafyadan. Son Katar Arnaud Sicre 1321’de, adı “kırmızı kent” anlamına gelen, Toulouse gibi tuğla ve kiremitten ibaret Villerouge’da yakıldı. Külleri bugün hâlâ ayakta duran ve aşağıdaki evlere meydan okurcasına ağaçların arasından göğe yükselen eski şatonun kulelerinden çatılara savruldu.