Kapalı kapıların ardındaki medeniyet
Hem farklı bir kültür tanımak, hem leziz yemekler tatmak, hem de hala samimiyetin ve hoşgörünün o insanlara baktığınızda bu denli yoğun hissedildiğini bizzat görmek isterseniz İran tam da olmanız gereken yer. Bu ülkeye gitmeden önce yapmanız gereken belki de en önemli şey ön yargılarınızı geldiğiniz yerde bırakmak. İşte İran gezi yazım.
Duyduğunuz onca şeyin aksine İran sizi attığınız her adımda biraz daha kendine çekecek. Fakat dikkat etmeniz gereken hususlardan biri, hicap dedikleri başın üst kısmını şal gibi bir şeyle örtme olayı ülkeye giriş yapan kadın turistler için de mecburi ayrıca yaz ayı bile olsa erkeklerin şort giymesi yasak. Öncelikle eğer zamanınız kısıtlıysa Tahran’a uçak biletinizi gidiş-dönüş olarak belirli bir süre önceden almanızda fayda var fakat biz Erivan’dan geçiş yapacağımız için otobüs kullandık. Ve düşündüğümüzün aksine otobüs gerçekten çok konforluydu, koltuklar neredeyse yatak olacak şekilde ayarlanmış ve yolculuğunuz uzun süreceği zamanlarda bir de yemek paketi ikram ediyorlar. Şoförlerimiz Tebrizli oldukları için Azeri Türkçesiyle konuşuyorlardı bu yüzden iletişim kurarken bir sıkıntı çekmedik. Mola verdiğimiz yerlerden birinde yemek yerken ayranlar dikkatimi çekti hepsi kola şişesi gibi cam şişelerin içinde ve gazlı. Tatlarının çok iyi olduğunu söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Fakat özel olarak belirtirseniz gazsız olanları da var. Yemekler de gerçekten lezzetli ve bizim kültürümüze çok da uzak değil. Birçok şeyin içinde safran kullanıyorlar bazı tatlılar da bile. Özellikle yoğun olarak pilavlarda, gerçekten lezzetli…
Tahran'a vardığımızda saat sabah 7 civarıydı, arkadaşım couchsurfingden bulduğumuz aileyle iletişime geçti, ev adreslerini gönderdiler ve taksiyle pazarlık yapıp en fazla şu kadar vermelisiniz dediler. Ve lütfen sizde bu konuda dikkatli olun benzin gerçekten ucuz olduğu için ulaşım da öyle ve turist olduğunuzu bildikleri için 4-5 katı fiyat söyleyebiliyorlar. Kabul etmeyip başka bir taksi bulmak için yürümeye devam ettiğinizde fiyatın yavaş yavaş nereye kadar düştüğünü görmek sizi şaşırtacak. Tahran'da taksicilik yapan kadınları görmek beni şaşırtmış ama hoşuma gitmişti. Nüfusu 14 milyon olan bir şehir Tahran, hava kirliliği çok fazla. Bunu önlemek için araçlar trafiğe plaka numaralarına göre birer gün arayla çıkmak zorundalar. Eşyalarımızı bırakıp kahvaltı yaptıktan sonra bize eşlik edip şehri gezdirebileceklerini söylediler, gerçekten çok misafirperver insanlar.
Tahran metrosuna girerken girişte bulunan Kur'an hadislerini gösterdiler, her yerde bu ve buna benzer şeyler olduğunu, bu durumdan çok da hoşnut olmadıklarını dile getirdiler. Metroya indiğiniz de 'women only' yazısını yerde ilk gördüğünüz an yüzünüzde ki ifade değişebilir fakat sebebi metro çok kalabalık olduğu zamanlarda kadınların rahat etmesiymiş, böyle söylediler. Eğer isterseniz erkeklerle aynı vagona da binebiliyorsunuz.
İlk durağımız şehrin kapalı çarşısıydı. Burada her fiyattan birçok şey bulmanız mümkün, halılardan tutun ev eşyalarına, kıyafetlere, aksesuarlara kadar. Sokak yemeklerinden tadabileceğiniz birçok seçenek var, çok düşük fiyatlara çok fazla seçenek görebilirsiniz. Şehrin tiyatrosunu da gördükten sonra dinlenmek için eve döndük. Tahran'ı bir nevi durak olarak kullanmak mecburiyetinde kaldığımız için zamanımızı değerlendirmek istediğimizden şehirde küçük bir tur yaptık. Yolunuz düşerse Azadi Kulesi, Miladi Kulesi, Gülistan Sarayı da diğer gezilecek yerlerin başında geliyor. Azadi Farsça 'özgürlük' anlamına geliyor. Sokaklarda dolaşırken duvarlara yapılan resimlerinde temalarının ya özgürlük ya savaş olduğunu göreceksiniz.
Ertesi gün İsfahan için yola çıktık. Bilet fiyatları oldukça uygun. Tahran'dan İsfahan'a ulaşım yaklaşık 6-7 saat sürüyor, indiğimizde akşam olmak üzereydi. Couchsurfingden bulduğumuz aileyle iletişime geçerek taksiyle adrese doğru yola koyulduk. Akşam şehri dolaşmak için eşyalarımızı bırakıp çıktık. İsfahan 4 milyon nüfuslu, ortasından Zayenderud Nehri’nin geçtiği, çinileriyle, eski dokusu, sarı ışıkları ve tarihi sokaklarıyla muazzam bir şehir. İranlılar, asıl İran Tahran'dan sonra başlar derler, sebebini buradaki atmosferi görünce daha iyi anladım. Şehri gezerken çeşitli camiler, kiliseler, İran Ermenilerinin evleri ve farklı konseptli kafeler görebilirsiniz. İnsanlar turist olduğunuzu anladıklarında size yardım etmek için çok çaba sarf ediyorlar, esnaf da sizden hep düşük ücret alıyor.
O gece o aile ile kaldıktan sonra ayrılıp sabah Nakş-ı Cihan Meydanı'na (Naghahe Jahan Square) gitmek üzere yola koyulduk, burası dünyada ki en büyük ikinci meydan. İlki Çin'de. Eskiden burayı kervansaray olarak da kullanmışlar. İçerisinde birçok farklı girişi bulunan büyük bir kapalı çarşısı hükümet binası, Molla Lütfullah Camii ve birçok farklı yer var. Ortasında da büyük bir havuz var. Meydan da bulunan camilerden bir diğeri olan Ulu Cami'ye (Mescid-i Cuma) giriş ücretli, mimarisi Büyük Selçuklu dönemine dayanan bu camiyi es geçmeyin, tarihi 8.yüzyıla dayanıyor ve içeride olağanüstü bir atmosfer var. Ayrıca 2012 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alıyor.
Oradan çıktığımızda fotoğraf çekilirken Türkçe konuştuğumuzu duyup yanımıza gelip yaklaşık yarım saat sohbet ettikten sonra bizi ısrarla yemeğe davet eden bir aileyle birlikte bir restorana gittik. Yaklaşık 45 yıllık eski bir restorandı. Yediğimiz yemeğin adı Beryan, içinde safran da vardı, lavaşın içinde hamburger köftesini andırıyordu ama daha yumuşak ve tadı lezzetli, birçok şeyin üzerine de ceviz ilave ediyorlar, bunda da vardı. Yemekten sonra Hureyşt Mast adındaki tatlılarını denedik, onda da safran vardı, limon aromalı farklı bir şeydi.
Akşamüzeri bizi ısrarla evinde kalmaya davet eden bu samimi aileyi kırmadan yarın sabah görüşebileceğimizi söyleyerek Nakş-ı Cihan Meydanı'nda tanıştığımız bir rehberin öncülüğünde Zayenderud Nehri’ni görmeye gittik. Anlamı 'yaşayan nehir' demekmiş. Nehir bir süre önce kurumuş. Bu İsfahanlıları oldukça üzen bir durum olmuş. Kurumuş bir nehrin üzerinde yürümek biraz garip hissettirdi, etraftan deniz kabuğu bile toplayabiliyorsunuz.
Tüm nehri yavaş yavaş yürüdük, hafif yağmur ve rüzgar, uzaktan gelen bir fars müziği çok mistik bir hava oluşturdu. Nehrin etrafında çok güzel parklar var, hava güzel olduğu için buralarda oturmayı seviyorlar. Uzaktan bazı insanların konuşmalarını duyduk, bazı kelimelerin anlamlarını öğrenmek için soruyorduk. İranlılar samimi oldukları kişilere Azizem demeyi seviyorlar, hatta biraz uzatarak Azizeeem şeklinde söylüyorlar, anlamı canım demekmiş.
O gece rehberimizin bize ayarladığı 400 yıllık tarihi bir evde kaldık, farklı bir histi. Ertesi gün sabah olunca dün vakit geçirdiğimiz aileyle buluşarak daha iyi olacağını düşündüğümüz için onların davetini kabul ettik. Çantalarımızı bırakıp şehri gezmek için hep beraber dışarı çıktık. Arabada radyoda çalan bir enstrüman hoşuma gittiği için sordum adı Santur'muş. Geleneksel bir enstrümanmış sesi çok dinlendirici. Kahvaltı olarak Adasi adından bir sokak yemeği aldık, tadı fasulyeye benziyor ilginç bir kahvaltıydı ama doyurucuydu.
Bizi 1000 yıl önce yapılmış şu an restoran olan bir Ermeni evine getirdiler. Ermeniler mekanik konusunda yeteneklilermiş bu yüzden bundan 3000 yıl önce İran kralı onları İsfahan'a getirtmiş ve bu becerileri kendi halkına da öğretmelerini istemiş. Geldiğimiz ev İran’da bulunan çoğu yapı gibi büyük bahçeli, havuzlu ve görkemli taşlarla kaplı bir ev. Evi gezerken bize İran'dan ve kendilerinden bahsettiler. Bundan yıllar önce İran'da şarap yapımının serbest olduğunu söylediler, ayrıca devrimden önce her şeyin farklı olduğundan bahsettiler. Said amcanın ilkokul öğretmeni mini etek giyermiş, bize birlikte fotoğraflarını gösterdi.
Reza Şah ve Atatürk'ten bahsettiler. Guguş diye bir sanatçıları olduğundan ama ne yazık ki bazı sebeplerden dolayı yurtdışında yaşadığından bahsettiler. Hatta Türkiye'ye gelip İranlılar için konser vermiş. İran'da sadece hükümetin izin verdiği sanatçılar belli bölgelerde konser verebiliyormuş. Hicap 9 yaşından itibaren zorunlu fakat çok dindar ailelerde bu 4-5 yaşına kadar inebiliyormuş. O evden çıktığımızda İsfahan'ın sokaklarında uzun bir süre kaybolup gezdik, sonrasında ateş tapınağını ziyarete gittik. Burası Zerdüştlere ait Sasani döneminden kalma bir tapınak. Zirveye çıkmak isterseniz biraz yorucu ve zaman alıyor fakat manzara muazzam. En yukarı kayalıkların arasından çıktığınızda, zamanında Zerdüştlerin ateş yaktıkları ve insan bedenlerini kuşlara attıklarını yerleri görebilirsiniz.
Akşam olduğunda yorucu bir gün geçirdiğimiz için dinlenmek istedik, Meryem Abla ve Said Amca bizi çocuklarıyla birlikte şehrin dışındaki diğer evlerine götürdüler. Bahçesinde küçük bir de havuzu olan şirin bir evdi. Said amca yaz aylarında kimsesiz çocuklara bu havuzda yüzme öğretiyormuş. O akşam Said amcanın ablası kendi evine bizi davet etti, tüm akrabaları ve biz kocaman bir yer sofrasında akşam yemeği yedik. Birbirini bu kadar anlamayarak bu kadar eğlenen başka insanlar var mıdır bilmem ama o gece o kadar güldük ki, odada İngilizce bilen 3-4 kişiydik ama toplamda 20 kişiden fazlaydık. Dilin bir önemi olmadığını, gülümsemenin aslında uluslararası bir dil olduğunu böyle anlarda daha iyi kavrıyorsunuz. Sürekli bir şeyler yedirip içirmek istiyorlar. İnanılmaz misafirperverler, misafire kutsal bir varlık gibi davranıyorlar. O kadar içten ve samimiler ki bazen şaşırıyorsunuz böyle nasıl kalabilmişler diye.
Ertesi gün sabah erkenden kalktık. Dün gece Said Amca’nın bazı akrabaları da bize katılmak istediği için 3 araba yola çıktık. Yaklaşık 1 saat sonra vardık Varzaneh'e. Çok istiyordum çöle gitmeyi ve kesinlikle gördüğüm en büyülü yerlerden biriydi. Birkaç milyon yıl önce deniz olan bir çöl Varzaneh. Kumu yeterince kazdığınızda hala küçük deniz kabukları bulabilirsiniz. Rüzgâr estiğinde kumların üzerinde yürürken verdiği his çok hoş… Tüm aile burada öğle yemeği yedik. Onlar buraya sık sık gelirlermiş biz de bu sefer eşlik edebildiğimiz için mutluyduk. Oturduğumuz yerin yanında file vardı. Voleybol oynadık, dans ettik, şarkılar söyledik. Bazılarımız gün batımını izlemek için zirveye çıktık ama güneş battıktan sonra kumlar sanki buz oldu. Karda yürümek gibiydi. Oturduğumuz yere varana kadar ayaklarımız kıpkırmızı oldu ısınmak için ateş yaktık.
Bu topraklar üzerinde belki de çoğu yerde göremeyeceğiniz şeyler var. Samimiyet, içtenlik, karşılıksız sevgi var. Fakat özgür hissetmeleri için şehir dışına, çöllere, kimsenin onları göremeyeceği yerlere gitme ihtiyacı duyuyorlar. Onlar buna mecbur bırakılıyorlar ama dünya üzerinde var olan hiç bir şey uzaktan göründüğü gibi değil, bize yansıtılan gibi değil. Onlarla tanıştığınızda bunu daha iyi anlayabilirsiniz. Ülkelerinde yetişen bu yetenekli insanları görmezden geldikleri için ileriye taşınabilecek muazzam bir kültürü geriye götürüyorlar. Bir daha ki karşılaşmamız da, her anlamda kendisini daha özgür hisseden bir topluma sahip olman dileğiyle İran…
Fotoğraflar: Eda İNCE