Kadınları kadar zarif Ukraynalı
Kampanya dönemlerinde 49 Euro gibi inanılmaz fiyatlara satılan uçak biletleri Türkleri gezginliğe kışkırtıyor. Ben de böyle sürpriz bir biletle kendimi Lviv’de buldum. Devlet Başkanı Yanukoviç bile kadınların güzelliğinden bahsederek ülkesine turist çekmeye çalışıyor, bence Lviv’in UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki tarihi bölgesi en az Ukraynalı kadınlar kadar çekici.
Lviv merakım, Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in geçen yılki Davos zirvesinde söylediği “Ukrayna’da bahar aylarında kentlerimizde kadınlar soyunmaya başlayacak. Bu güzelliği görmek mükemmel bir şey” sözleriyle başlamadı tabii (Zaten ben kış mevsiminde gittim!).
2012 Avrupa Futbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapan iki Ukrayna şehrinden biri olan Lviv’in yöneticilerinin erkek futbol meraklılarını çekmek için el altında sızdırdığı, viral reklam kokulu “Dünyada en fazla kadının yaşadığı şehir… Lviv nüfusun yüzde 75’i kadınlardan oluşuyor” haberleriyle de depreşmedi.
Daha önce hiçbir fikir sahibi olmadığım Lviv’e ilgimi tetikleyen tek şey, neredeyse her dakika, her saat kolladığım uçak bileti kampanyalarından biri oldu aslında.
49 Euro’luk gidiş-dönüş fiyatını görünce ve Ukrayna’ya vize olmadığını da hesaba katınca, Lviv’e gitmek için bana bir tek sırt çantasıyla pasaportu kapıp yola koyulmak kalmıştı.
19’UNCU YY’DE DONUP KALMIŞ
Ama Ukrayna’ya özgü soğuk bir kış günü öğleden sonrası 40 kilometre mesafedeki havaalanından neo-Rönesans mimarisinin adeta el değmeden korunduğu şehir merkezine varınca aklıma ilk gelen, Lviv’e ne kadar haksızlık edildiği düşüncesi oldu.
Ukrayna’nın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan dolayı “Prag’ın yoksul ama gururlu” hali diyebileceğim bu şehrin her sokağından, her meydanından fışkıran tarih, kültür ve Rönesans estetiği en ilgisiz insanı bile kendine hayran bırakırdı.
Tabii bu, o kadar güzel giyinen, süslenen ve adeta manken edasıyla yürüyen Lvivli kadınları takdir etmediğim anlamına gelmiyordu!
Birinci Dünya Savaşı’nda Alman müttefiklere yardım etmek üzere gönderilen binlerce Osmanlı askerinin kim ve ne uğruna ve hatta muhtemelen kimlerle savaştığını bile bilmeden can verdiği Galiçya’nın doğudaki eski başkenti olan Lviv’in merkezi, taksicilerin kendilerince haklı nedenlerle nefret ettiği arnavutkaldırımlı ve hemen her beş dakikada bir geçen antika tramvaylarıyla adeta 19’uncu yüzyılda donup kalmış gibiydi.
Sovyet döneminden kalma o köhnemiş ve neredeyse tümünün kaportaları paslanmaya yüz tutmuş Lada, Moskvich ve Çayka otomobillerle İstanbul’un “artık eskidi” diye 70’li yılların sonlarına doğru çöpe attığı troleybüsler olmasa, bu şehir hiç 20’nci yüzyılı yaşamamış, demek bile mümkündü.
SANKİ HEYKEL GALERİSİ
İkinci Dünya Savaşı öncesi, Polonyalılarla Ukraynalıların bir arada yaşadığı bir Polonya şehriyken, Polonya sınırının batıya kaydırılmasından sonra Ukrayna sınırlarına katılan Lviv için çok şey söylenebilir ama iyice özetlemek gerekirse, ‘heykeller, kafeler ve biraz da çikolata’ şehri denebilir.
Şehrin dışına doğru hem sayıca hem boyut olarak giderek büyüyen Sovyet tipi devasa blokları -ki Lvivlilerin büyük kısmı buralarda yaşıyor- bir yana bırakırsak, eski Lviv veya şehir merkezinde neredeyse her şey yürüme mesafesinde bulunuyor.
Pazar Meydanı’nda bulunan Opera Binası’ndan, bir dönem İstanbul’a sığınan ve Tarlabaşı’nda kaldığı ev müze olarak korunan Polonyalı şair ve vatansever Adam Mickiewicz’in heykeline, 1787’den beri bölgenin entelektüelleriyle devlet görevlileri ve asillerine nihai ev sahipliği yapan ve bir açık hava heykel müzesini andıran Likaçev Mezarlığı’ndan Ermeni Mahallesi’ndeki Bakire Meryem Katedrali’ne kadar görülecek yüzlerce yapı var.
RESTORAN VE KAFELERDE CAZ, KLASİK MÜZİK
Sovyet döneminin dine karşı mesafeli tavrının hıncını çıkarmak istercesine şehrin hemen her meydanına dikilen haçlar da ister istemez yabancı bir gözün dikkatini çekiyor.
Hemen her sokakta Lviv’in adeta alametifarikası haline gelmiş olan kafeler ve publar, hemen hiçbiri İngilizce bilmediği için sevimli sevimli ama anlamayan gözlerle gülümseyen, beyaz önlüklü, saman sarısı saçlı, şirin garson kızları ve adeta müzeyi andıran süslemeleri ve tarihi fotoğraflarıyla, her yeri görme telaşıyla yorgun düşen ayaklarıma ve ruhuma soluklanma fırsatı veriyor.
UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Lviv’in merkezinde kış gündüzleri ne kadar sakinse akşamları da ısırıcı soğuğa rağmen (Ocak ayında gittiğimi hatırlatayım) o kadar hareketli.
Kentin hemen her yanına sıkça serpiştirilmiş görünen caz ve klasik müzik kafe ve restoranları (yemeklerin son derece lezzetli ve bir o kadar ucuz olduğunu özellikle belirtmeliyim) nispeten sakin bir akşam geçirmek isteyenleri ağırlarken, ruhu genç olanlar için müziğin en gürültülüsünün ve dansın en hızlısının yapıldığı gece kulüpleri de her yaşa ve her zevke sesleniyor.
Bizde nasıl oluyor bilmiyorum ama gece kulüplerinde onlarca genç kızın daireler oluşturup çantalarını ortaya, yere koyduktan sonra müziğin ritmiyle hafiften salınıp aralarında sohbet ederken, bir taraftan da yan gözle kendilerini bu toplu ayinden kurtaracak yakışıklı prensi beklermiş gibi görünen halleri pek bir seyirlik geldi bana.
MÜZE ÇOK, AVM YOK
Ve Lviv biraz da çikolata ve bira demek. Sovyet döneminin ve buna bağlı olarak ağır sanayi fabrikalarının kapanmasıyla Lviv’in üretim payına düşe düşe kahve, çikolata ve bira düşmüş.
Eh, şehrin yöneticileri de elindekilerin kıymetini hatırlatırcasına, bunların her biri için ayrı birer festival düzenlemiş ve müzeler açmış.
Zaten Lviv’de neredeyse her şeyin müzesi var: Cam müzesi, kültür müzesi, mezarlık müzesi, restora müzesi, ecza müzesi, sanat müzesi, çikolata müzesi, silah müzesi, magnet müzesi, gibi gibi ve gibi...
Bol müze var burada ama bir tek alışveriş merkezi veya süpermarket yok bu şehirde. Hatta mağazaların vitrinleri bile yok. Zira hepsi de dar pencereli tarihi binaların giriş katlarında bulunuyor ve anlaşılan Lviv Belediyesi de cephe duvarlarını yıkıp koca vitrinler açmaya izin vermiyor bizde olduğu gibi!
Adı ‘Türk kahvesi’ olmayan kahve
Her ne kadar kafe ve publar bol olsa da Lviv demek aslında ‘kahve’ (bizim bildiğimiz Türk kahvesi) demek. Köpürtme dışında kahveyi tıpkı Türkler gibi pişiriyorlar.
Hatta Lviv’in tam göbeğinde bizim Kurukahveci Mehmet Efendi’den daha eski olan, daha doğrusu, taş binasına ve kahve öğütme makinelerine kadar Osmanlı’nın Viyana Kuşatması ile yaşıt olan bir kahve imalathanesi bulunuyor.
Devşirme Yeniçeri olarak Viyana Kuşatması’na katılan bir Osmanlı askerinin savaştan sonra Lviv’e yerleşerek ‘Mavi Şişenin Altındaki Kahve’ adlı dükkânı açmasıyla başladığı söylenen öykü ve imalathanenin duvarındaki bunu destekleyen resimler epeyce rağbet görüyor.
Taze kahve çekirdekleri binanın mahzeninde kavrulup öğütüldükten sonra asansör ve bantlarla zemin kata taşınıyor ve burada mis gibi kokular yayarak benim gibi kaldırımdan geçenleri ciğerin kokusunu almış kediler gibi peşinden içeri sürüklüyor.