GeriSeyahat İşine Aşık Olabilmek (3)
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
İşine Aşık Olabilmek (3)

İşine Aşık Olabilmek (3)

Kısmet olursa iş dünyasında kazandıran ve bizi işimize aşık eden ilkelerin tekmili birden gelecek haftaya demiştik geçen hafta. Bu hafta sizlere işimize aşık olmak dizisinin 3. yazısını sunuyorum.

Evet, ilkelerimiz. Ve ilke merkezli bir hayata adım atmak. İş dünyasının iliklerine kadar sömürülen, 7 ceddine varıncaya kadar kazıklanan, ölüm tarihine kadar sırtına binilen, kandırılan, korkutulan, bezdirilen masum üyeleri için, ilke merkezli bir hayat ne kadar mümkün dersiniz?

 

Herhangi bir seçim hakkı olmayan insanlar, ya da bir ömür boyu sahip oldukları tek tercih hakkı olan 40 satırla – 40 katır arasında gidip gelen zavallılar, hayatlarının hangi döneminde ilkelerine sahip çıkacaklardır?

 

Böyle gelmiş böyle gidermiş. Köprüyü geçene kadarmış. Paranın satın alamayacağı şey yokmuş. Bana dokunmayan yılan bin yaşasınmış. Pöh. Bizde böyle ense oldukça…

 

İngiltere’de iken bir köprü altı – homeless kızıyla tanışmıştım. Enteresan bir andı. Hayatımın en önemli derslerinden birisiydi. 1000 kişilik seminerde israfın doruğa ulaştığı pasta - kurabiyeleri evimin güzergahı üzerindeki 3 evsize götürmek için izin istediğimde otel görevlilerinin gözleri parladı: “Elbette” dediler. Harika paketler yaptık. 3 tane. Birincisi bir kızdı. Pislikler içinde bir kuytuda yere serdiği uyku tulumunda bir yaşam süren evsiz, işsiz, aç, sefil perişan bir İngiliz kızı.

 

Paketi verdiğimde gözlerindeki parıltıyı görmeliydiniz. İkincisi bir adam ve üçüncüsü de bir adam. İkinci gün kız daha çok ilgimi çekti. Yakınlaşmak istedim. Oturup konuşmak, sımsıkı sarılmak ve yıllardır tanışan eski dostların yarenliği ile sabahlara kadar süren felsefi sohbetler yapmak…

 

Pislikler içerisinde bir kız nasıl bu kadar ilginizi çekebilir demeyin sakın. Kimin olsa çekerdi. Üçüncü gün yine aynı senaryo. Kurabiye dolu paketi verdim. Ve hemen yanıbaşına çöküverdim. Pislikten katrana dönen saçları en kaliteli jölelerin bile yapamayacağı kılıç balığı burnu gibiydi. Yüzü Kül Kedisi Sinderella’nın 10 katı kirli. Kuytu köşesi kokudan geçilmiyor. Önünde malum açım, işsizim, evsizim, bana yardım edin lütfen yazısı. Ama onda beni cezbeden harikulade bir şey vardı. Beni o izbe mekana çörekletecek kadar harikulade bir şey.

 

Çöktüm. Adı Shelley’di. İngiliz kızı Shelley. Annesi, babası, sevgilisi ve herkesi tarafından terkedilen bir kız. Ama o diğer temiz ve pırıl pırıl İngiliz veya Türk kızlarından ya da erkeklerinden çok daha farklı bir özelliğe sahipti. Çünkü onu her gördüğümde elinde 3 parmak kalınlığında bir kitap. Evet evet 3 parmak bir kitap. Shelley, o pis İngiliz kızı her gün 3 parmak kalınlığında bir kitap bitiriyordu. Dışından onu çepeçevre saran pisliklere, problemlere, acılara aldırmadan içini temizlemeye çalışan bu kıza nasıl pis diyebilirdim ki.

 

Çöktüm yanına. Ve büyük bir merakla sordum. Shelley dedim. Ben Müslüman bir toplumdan geliyorum. Dinimizin ilk emri oku. Yani okumak bizde yaşamsal bir emir. Hal böyle iken bile hergün bir kitap okunmaz bizde. Sana her gün bir kitap okutan şeyin ne olduğunu benimle paylaşır mısın lütfen? Bu sırrın ne olduğunu bana söyler misin?

Shelley’ninkömüre dönmüş suratında tatlı bir gülümseme belirdi. Klasik İngiliz aristokrasisinin bildik ses tonu ile cevapladı. “Bir gün kurtulacağım” dedi. Bir gün kurtulacağım. Kurtulduğum gün hayata a,b,c’den yeniden baştan mı başlayayım. Ben kurtulacağım güne okuyorum! Dehşet bir cevap. Değme filozofları yerine çakan bir cevap. Bir gün kurtulacağım. Bu ses ne zaman yapabileceğime dair inançlarım zayıflasa, beynimin yalçın bilgi kayalıklarında yankılanıyor. Bir gün kurtulacağım.

 

Sahi ya. Bir gün kurtulacağız. Ama hangimiz bir gün kurtulacağımıza inanıyoruz. Hangimiz kurtulacağımız güne okuyor, kurtulacağımız gün için bir şeyler yapıyoruz. Milletvekili oluyoruz, güzel konuşma dersleri sonradan aklımıza geliyor. Hem kendimiz hem de eşimiz için. Adama sormazlar mı? Milletin seçkinlerinin durumu böyle ise, ya tebaa ne haldedir?

 

Bakan oluyoruz, yabancı dil açığımız ondan sonra aklımıza geliyor. Önce holding patronu oluyor, kurumsallığı ondan sonra belliyoruz. 18 ay askerlikte de durum bundan farklı değil. Belli işte. Askerlik de ne kadar uzun olursa olsun elbet bir gün bitecek. Ama “şafak doğan güneş” sayımı yaklaştıkça 18 ay boyunca hiçbir şey yapamamanın ezikliği yüzümüze ve gözümüze vuruyor. Terhisten sonra bulmayacağımız iş ve eş korkusu sarıyor ruhumuzu.

 

Bir gün kurtulacağımıza inanamıyoruz bir türlü. Problem varsa, hep problemleri yaşıyoruz. Halbuki her yokuşun bir inişi olduğu mutlak. Evleniyoruz. Bir mani olmazsa yavrularımız olacak. Pırlanta gibi. Peki anneliğe, babalığa hazırlanan var mı önceden? Hep iş başa düşünce.

 

İşimize aşık olmanın en önemli sırrı budur. Hedefi tesbit edip, bir gün kurtulacağına inanmak. Kirli pasaklı öğrenciler için, saç taramayı, jöle ya da briyantin kullanmayı, fiyakalı bir cep telefonuna sahip olmayı, şöyle esaslısından bir kıyafet almayı yediremez insanlar. Şuna bak derler hep. Bacak kadar boyuyla derler. Şu haliyle derler. Ne varsa şu halinde? Yabancı dile merak salsa eleştirir, müziğe, spora, sanata eğilse 40 dereden su getiriler. Ama onlardan biri ileriki yaşlarında hasbelkader bakan filan olsa, hemen evine doluşurlar. İlk okul yıllarında eline aldığı kemençeyi, ortaokulda kaydığı pateni, lisede dinlediği Beethoven’ı, üniversite oynadığı tenisi sorarlar.

 

Ne kadar garip. Kimin alnında başbakan olacağı yazılı. Hepimiz potansiyel devlet başkanlarıyız, başbakanlar, devlet bakanları, milletvekilleriyiz. Hepimizin kurtulacağımız gün için bir şeyler yapma mecburiyeti var. Kurtulacağımız gün için çalışmak mecburiyeti var.

Diyelim A işinde çalışıyorsunuz. Spor, sanat, müzik, edebiyat… Hayata dair ne varsa yaşayacağınızı yaşamalısınız. O zaman işinize aşık olmanın kapısını aralarsınız. İşimize aşık olmak hayatı yaşamakla mümkündür çünkü. İçine kapanmakla bir şey olmaz. Hayattan zevk aldıkça, üstün körü bir evden işe işten eve mantığı yerine, bize en uygun işi yapma arzusu kabarır gönlümüzde. Asılırız küreklere. Pes etmeden, kurtulacağımız güne çalışma dönemi başlar. Gelişiriz. Hem de hayatın bir çok alanında gelişiriz.

 

Bizdeki gelişmeyi gördükçe, öyle hemencecik pes etmeyeceğimizi anlar yukarısı. Sırtımızdan inmeye başlar yavaşça. Çünkü sosyal yaşantımız (onlara göre asla hak etmesek de) onların tanıdıkları kişilere kadar ulaşmış, gittiğimiz yerler onların gittiği yerlere yakınlaşmıştır.

 

Ağzımız laf yapmaya, kafamız daha farklı çalışmaya, gözlerimiz onların göremediği problemleri ve belki de daha önemlisi çözümleri görmeye başlamıştır. Es geçemezler bunu. Aymazlık yapamazlar. Yakınlaşırlar.

 

Ve iş dünyasının ilke merkezli dönemi başlamış olur böylece. Çünkü her yakınlık, yanmaya giden ilk yoldur.

 

Yanmamak için, kurtulacağımız gün için çalışmaktan başka ne var elimizde? Ve kurtulacağımız güne inanmaktan başka.

 

Not: Yaz dönemi rehaveti ile söz telgrafın telleri gibi uzuyor biraz. Haftaya devam ederiz kısmetse.

 

Münir Arıkan – Düşünce Öğretmeni & NLP Trainer

False