GeriSeyahat İngilizler bu şehri çok sevdi, kralın ismini verdi
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
İngilizler bu şehri çok sevdi, kralın ismini verdi

İngilizler bu şehri çok sevdi, kralın ismini verdi

Johannesburg’dan aktarma yaptık; minnacık bir uçakla yaklaşık iki saatlik iç hat uçuşla George’a vardık. Hava güzel, hatta İstanbul soğuğundan sonra 40 dereceyi zorlayan termometre, bizim için çok fazla sıcak. Burası yaz! Güneş, aydınlık, ışık, içimiz açıldı, ruhumuz canlandı; burası bildiğimiz yaz!

ÜLKENİN EN GÜVENLİ ŞEHİRLERİ ARASINDA

George, 1811 yılında kurulmuş. Bölgede faaliyet gösteren ve tüm dünyaya Güney Afrika’dan elde ettikleri keresteleri satan “Dutch East India Şirketi”, 18’inci Yüzyıl sonlarında, bir takım çalışanını bölgede çalışmaya ve yaşamaya mecbur etmiş. Birkaç sene sonra İngilizler ülkeye gelmiş, ülke bir İngiliz kolonisine dönüşmüş... İngilizler, George’ı görüp etkilenmiş, buranın önemli bir coğrafi konumu olabileceğine kanaat getirmiş. Yatırımlar başlamış, tren yolu yapılmış, okullar inşa edilmiş. George, şehir olmuş. İngiliz bir vali atanmış; şehrin ismi de İngiliz Kralı 3’üncü George’dan alınarak konmuş: George!
Ülkenin Westhern Cape bölgesinde, Hint Okyanusu ile Outeniqua Dağları arasındaki şehrin nüfusu, 200 bin civarında. Tüm bölgenin nüfusu ise, köylerle ve civar kasabalarla birlikte, 2 milyonu geçiyor. O kadar dağınık bir yerleşim, o kadar büyük bir arazi ki, sokaklarda yürürken “buralarda kimse yokmuş” gibi geliyor.
Halkın “beyaz”, “renkli” ve “siyah” olarak üçe ayrıldığı Güney Afrika’da, George genel olarak beyazların egemenliğinde bir şehir. Tüm nüfusun yüzde 10’u beyaz olmasına karşın, en zenginler onlar. Bankacılar, iş yeri ortakları, büyük arazilerin sahipleri, hep beyazlar.
Bu garip bir döngü; zenginlerin yaşadıkları yerler her yerde çok güzel ve huzurlu. Harika malikaneler, sonsuz alanlara kurulmuş golf sahaları, lüks ötesi tatil köyleri mevcut. Meşhur ABBA şarkısının dediği gibi: “Always sunny in the rich men’s world!” Afrika’da bu daha da kendini gösteren bir durum; zenginlerin dünyasındaki güneş daha bir kendini hissetiriyor...
Zencilerin gettolarında fazla takılmadığınızda da, George son derece güvenli bir şehir. Irkçıymışım gibi algılanmak istemiyorum, ama oralarda vakit geçirince, renkler arasında ilişkinin olmadığını görüyor insan. Önce kabul etmesi imkansız, sonra üzücü, sonra sıradan geliyor bu durum. Ufak tefek gündelik ilişkiler dışında, zenciler da beyazlarla ilişki kurmuyor. Öyle Amerika’daki gibi renkler arası evlilikler, ilişkiler falan yok buralarda. Kotalarla değişmeye çalışan döngüde siyah yöneticilere, politikacılara rastlansa da, gündelik hayatta sınırlar çok keskin. George şehrinde de bu kurallar değişmiyor, beyaz adam kendi alanında dolanıyor. Zaten küçücük merkez, birkaç saatte gezin, ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız. Bu durumdan bira fazla rahatsız olunca da, kendinizi doğaya atacaksınız. Afrika; ver elini safari, plajlar, dağlar...

İngilizler bu şehri çok sevdi, kralın ismini verdi


BU TRENE MUTLAKA BİNMELİSİNİZ

Merkezde yarım gün turladım ben. George Müzesi’ni gördüm; özellikle gitmenize gerek yok, hatta boş verin. Tüm şehir merkezinde yürünecek üç cadde, gidilecek birkaç dükkan var sadece. Tek antikacısını bir çift işletiyor. Erkek Lübnanlı, karısı Güney Afrikalı. Türkiye’yi çok seven, çok zarif bir çift; harika şeyler satıyorlar. Dostlukları da çok hoş.
Hemen antikacının karşısındaki halıcı, Azeri. Çok güzel Türkçe konuşuyor, komik bir adam. Şehirde bir alışveriş merkezi, cumartesi günleri kurulan yerel pazar, bir de mutlaka görülmesi gereken “Trenyolu Müzesi” var. Eski lokomotifler, trenlerde kullanılan tabak-çatal, perdeler, telefonlar, lambalar... Müzenin arka tarafında eski otomobiller de sergileniyor. Ben iki saat kaldım içeride, ekip çekiştirmese kolay kolay çıkamazdım. İlle de tarihi bir şeyler daha görmek isterseniz, George’un en eski yapısı, 1825 yılında inşa edilmiş bir kilise. Bundan başka birkaç eski yapı daha var; o kadar.
Asıl şehir dışı çok cazip. Üç-dört günü ayırmak lazım. Hele mevsimin şu anda yaz olduğunu, hava sıcaklığının 30 dereceden fazla, ama nemsiz yumuşak bir sıcaklığın sizi sardığını düşünecek olursanız, hiç dönmek istemeyişimi anlayabilirsiniz sanırım. Aslında oranın kışında da, sıcaklık ortalaması 20 derece civarında, gene gezmek için çok uygun.
George ve Hartenbog arasında yapılan bir tren yolculuğu var, ki dünyanın en özellikli tren yolculuklarından biri olarak gösteriliyor. Yol, zamanında çok büyük para ve emek harcanarak yapılmış. Dağlar, engin manzaralar, görkemli tüneller... Tren yolu, 1993’te koruma altına alınmış. “Bu dünyada ölmeden önce mutlaka bir kere görün” listelerinde yer alan bir yolculuk bu. Ucuna kadar gittim, manzaraların araba yolundan görülebilecek bir kısmını hafızama kazıdım; ama ne yazık ki vakitler uymadı, trene binemedim...

LIGHT SAFARİNİN EN GÜZEL HAYVANLARI ZÜRAFALARDI

Golf tutkunları için, George tam bir başşehir. Zorluk dereceleri değişen sayısız saha var. Gezimde denk geldiğim Volvo Dünya Şampiyonası’nın bir kısmını seyrettim. Türkiye’den de katılan yarışmacılar vardı. Hatta gaza gelip Alman hocadan bir saat ders bile aldım. “Golf sahaları çevreci mi, değil mi” tartışmasına da kafamda net bir cevap buldum: Buralarda golf sahaları olmasa, binalar dikilmiş olacaktı; bu kadar yeşil alan, içime huzur doldurmayacaktı!
Golften sonra gözüm gene dağlara kaydı. Güney Afrika’da, aslında tüm Afrika’da olduğu gibi, safari yapmak en baş zorunluluk. Bir gezgin ve gezi yazarı ve de gezi programcısı olarak benim en sevmediğim aktivite de bu ne yazık ki. Yarım günden bir haftaya kadar uzayan safari turları var. Sırf adet yerini bulsun diye, en “light” olanına katıldım; sadece yarım gün sürenine. Hani, neredeyse, hayvanat bahçesinin demir parmaklıksız olanının içinde jiplerle dolandım. En güzel hayvanlar, tartışmasız zürafalar. Aslanlar, antiloplar, gergedanlar falan ortalarda dolaşıyor. Tamam, birkaç saat açık hava; dağlar, yeşillik, göller, kuşlar; ama adını koyamadığım bir sinir durum beni çok rahatsız ediyor. Hele sonunda sergilenen kötü danslar ve yüzlerini boyamış siyah dansçılar yok mu, dönüp bakamıyorum bile. Ben öyle doğa adamı falan değilim, ama temiz havada, şehirden uzakta da çok mutlu olurum. Bu safari olayında canımı sıkan durum nedir, hiç anlayamıyorum...

VÜCUT SÖRFÜ MERKEZİ VICTORIA KÖRFEZİ

George’da görülecek yerleri tamamlayınca, otomobil kiralayıp yollara düştüm. Sağdan direksiyon; ilk dakikalarda insanın bütün dengesi alt üst oluyor. Vites, sinyal, silecekler; kullanırken dönüş kuralları... Neyse, becerdim. George şehrinden sekiz kilometre mesafedeki Victoria Körfezi’ne vardım. Kentin en güzel plajları burada. Körfezin çevresi küçük otel ve pansiyonlarla dolu. Hatta ailelerin evlerinde bir oda bile kiralamak mümkün.
Victoria Körfezi’nin en büyük eğlencesi, vücut sörfü yapmak. Azgın dalgalara kendini kaptırıyor herkes. Avrupa’dan tatile gelenler, buraya yerleşmiş olan yabancılar, her renkten Afrikalılar, aynı anda aynı dalgalarla coşuyor.
Hint Okyanusu, bizim denizler gibi “gireyim yüzeyim, biraz serinleyeyim” denizlerinden değil. Adı üstünde: Okyanus! Azgın, hareketli, sesli. Çılgın şeyler yapma isteği uyandırıyor insanda: Uçayım, bağırayım, kanatlanayım! Hepsini yaptım. Çok rahatlatıcı olduğunu hatırlatmak isterim...

JOHANNESBURG’DA DOLMASIYLA MEŞHUR BİR ASSOLİST

George şehrinden en son bir de botanik bahçesini gördükten sonra, ayrılmaya karar verdim. Aslında bir gün daha kalıp trene binebilirdim; ama “git” geldi. Johannesburg uçağına atladım, burada yaşadığını öğrenip telefonla randevu aldığım eski assolistlerden Yüksel Uzel’in kapısını çaldım.
Müthiş bir ev: Tavus kuşları, kaplumbağalar, kediler, köpekler... Ortada kocaman bir havuzun olduğu çok dinlendirici bir ortam.
Yüksel Hanım, evinin iki odasını kiraya veriyor. “Oda” dediysem, sanırım her biri 70’er metrekare, banyolu, özel verandalı daireler. Tüm “oda”lar, aynı salona açılıyor. O salonda da Yüksel Uzel tüm hayatını sergilemiş. Duvarlar, büfeler, raflar; Türkiye’den gitme bir assolistin anılarını anlatıyor.
Elleriyle çok lezzetli Türk yemekleri yapıp yediriyor. Hem de tam en sevdiğim türden, eski usül, “hadi çocuğum, bak hakiki kemik kaynatıp onun suyuyla pişirdim, biraz daha ye n’olur”larla... Yüksel Uzel’in sütlacı, zeytinyağlı taze fasülyesi, biber dolması çok meşhur. Ortada bolca yardımcı var, “gak” desem kahve, “guk” desem su durumu...
Benim “light Afrika” gezisi, bu evde son buldu. Macera seven ruhum, araştıran kişiliğim rafa kalktı. Her tür dış dünya ilişkisinden soyutladım kendimi. Üç gün, ufak tefek market turlarını saymazsak, sokağa adım atmadık. Ve Yüksel Uzel’in yemeklerine de, sohbetine de doyamadık. Gazinolar, eski insanlar, Güney Afrika; konular bitmedi. Ajda Pekkan’a zamanında anlattığı fıkraya göbeğimiz çatlayana kadar güldük, hastalık zamanlarını dinlerken neredeyse ağladık. Tatlı mı tatlı torunuyla oynadık, kaplumbağaları yemekte artan salatalarla besledik. Hayranlarının onun için hazırladıkları kitabı okuduk, biraz güneşlenip ayak masajı yaptırttık. Her sıkıldığımızda tropik meyvelerden atıştırdık. Hepimiz böyle bir ara zaman istemişiz meğer; bu gezinin tadına doyamadık..

False