Mehmet YAŞİN
Son Güncelleme:
İki nehirli cennet
Erken bahar doğayı coşturdu. Böyle havalarda içim kıpır kıpır olur, kendimi yollara vururum. Geçen haftasonu baharı koklamak için Karadeniz kıyısında, iki nehirin güzelleştirdiği Ağva'ya gittim. İki gün boyunca kent gürültüsünden uzakta kafamı dinledim, doğanın uyanışını izledim.
İlkbaharı andıran günler hep gezme arzumu tetikler. Bu arzu bütün ruhumu öylesine sarmalar ki, ondan kurtulmanın tek yolu arabaya atlayıp yola çıkmaktır. Geçen hafta da böyle oldu. Güneşin tahrikine karşı koyamayıp, çantamı yüklendim ve çok uzak olmayan bir haftasonu yolculuğuna çıktım. Hedefimde Şile'den kıyı kıyı Karadeniz vardı. Gecelemeyi Ağva'da yapacaktım. Soluğum yeterse Kefken'e, Karasu’ya kadar uzanmak niyetindeydim.
Yeni yol Şile'yi İstanbul'a epey yaklaştırdı. Eski yolun kendine has güzellikleri vardı. Hele baharda, ormanların içinden kıvrıla kıvrıla gitmek bir başka keyifli oluyordu. Virajlar ise gülün dikeni gibiydi. Yeni yol bildik bir otoyoldu. Zahmetsiz, kıvrımsız, ağaçsız, yolcularını bir çırpıda Karadeniz'e ulaştırıyordu. Sanıyorum bu yol yüzünden Şile'nin gürültüsü epey artacak. ‘Şile Kaçkınları’nın canı sıkılacak.
Bir solukta vardığım Şile'de, arabayı fenerin önündeki düzlüğe park ettim. Oradan bilmem kaçıncı kez, Karadeniz'in hırçın dalgalarının kayaları dövmesini seyrettim. Manzarada değişen bir şey olmamasına rağmen, aynı görüntülerin fotoğrafını yeniden çektim. Sonra balıkçı barınağına inip, martıların çığlık sesleri altında bir çay içtim. Eğer günübirlik gelseydim, Livar'da balık yemeden dönmezdim.
ORMANIN SESİ
Şile'yle hasret giderdikten sonra Ağva'ya doğru yola koyuldum. Bol virajlı, ormanların içinden geçen bir yoldu. Yükseklerdeki güneşin ışıkları, henüz yapraklanmamış ağaçların arasından süzülüp, yolun üstünde benekler yapıyordu. Arabayı yol kenarına park edip, bir ağaç kütüğünün üstüne oturdum. Amacım ormanın sesini dinlemekti. Daldan dala uçuşan kuşların cıvıltısı, henüz bahar aylarındaki kadar neşeli değildi. Yavaş yavaş ısınan toprağın altına gizlenmiş binlerce kökün, filizlenip doğayı yeşile boyamak için sabırsızlandıkları belli oluyordu. Ağaç dallarındaki tomurcuklar, patlayıp yaprağa dönüşmek için hazırlıklarını tamamlamışlardı. Yani baharın ayak sesleri iyiden iyiye duyulmaya başlamıştı.
Oturduğum yerden doğayı yoğun bir şekilde hissediyordum. Böylesine büyüleyici, sessiz bir ortamda yaşamın sadece bir düş olduğu hissine kapıldım.
Arabaya binip yoluma devam ettim. Arada bir karşıma, için için yanan siyah kubbeler çıkıyordu. Ormanın izin verdiği açıklıklarda, meşe dalları bir çadır gibi diziliyor, bunlar tutuşturulduktan sonra üstleri kömür tozu ile örtülüyordu. Yanma işi bitince, ağaç dalları odun kömürüne dönüşüyordu. Suratı kara kömürcülerin yanında durdum. Onlara siyah küllerin ortasında poz verdirdim. İlginç kareler yakalamaya çalıştım.
LOKANTANIN KAZIĞI
Ağva'ya geldiğimde gün öğleyi bulmuştu. İki nehrin kucakladığı bu şirin kasabaya daha önce de gelmiştim. Ama her gelişimde bir başka özelliğini keşfediyordum. Ağva'nın gelmişini, geçmişini anlatabilmek için, bulamayacağımı bile bile bir turizm bürosu aradım. Ne büro, ne broşür, ne de bilgi kırıntısına rastladım. Sadece bir otelin tanıtım broşüründe, Ağva adının suyun Latincesi Aqua'dan geldiğini okudum.
Nehirlerden Yeşilçay balıkçıları kucaklamış, onları Karadeniz'in hırçın dalgalarından koruma görevini üstlenmişti. Nehir boyu sıralanmış derme çatma iskelelere bağlı tekneler balığın yolunu gözlüyorlardı. Yeşilçay'la Karadeniz'in buluştuğu yerde bir balıkçı lokantasına oturdum. İçeride benden başka kimse yoktu. Balığın tadını çıkara çıkara yemeğimi yedim. Gelen hesabı görünce şaşırıp kaldım. Lokantanın sahibi, sanki boş masaların parasını da benden almak istiyordu. Boğaz kıyısındaki lüks balıkçı lokantalarında ancak bu kadar hesap gelebilirdi. Sarıkanat'ın damağımda hala duran tadı fazla sinirlenmemi engelledi.
GECE DÜŞLERİ
İlçenin ikinci nehri Göksu'nun kıyısında ise birbirinden şirin oteller sıralanmıştı. Ben onların arasından kalmak için Club Grand Becassier otelini seçtim. Okunması zor olan bu adın Türkçe'sinin çulluk olduğunu öğrendim. Şimdilerde boş olan yüzme havuzuna, ağaçlar arasına gerilmiş hamaklara bakarak, buranın yaz aylarında da çok hoş olabileceğini düşündüm.
Çantamı odaya bıraktıktan sonra, nehrin kıyısında yürüyüşe çıktım. Sessizliği dinleyerek kent gürültüsüyle dolup taşmış beynimi temizledim. Nehrin yeşil sularına dal uzatmış salkım söğütleri seyredip gözlerimi arındırdım.
Akşam yemeğinden sonra, kahvemi nehir üstüne kurulmuş iskelede içtim. Şansıma gökyüzü pırıl pırıldı. Ay henüz hilal olmasına rağmen etrafa ışık saçıyordu. Yıldızlar kent ışıklarının işkencesinden kurtuldukları için, gökyüzünde pırıldaşıp duruyorlardı. Onlara dalıp binlerce düşünce ürettim. Daha sonra yanımda getirdiğim Selim İleri'nin, ‘Dostlukların Son Günü’ adlı kitabını okumaya başladım:
‘Yavaşça terasa yürüdü. Samanyolu’nun göründüğü ender gecelerden biri. Tül perdeyi araladı, dışarıya çıktı. Akıp gidiyordu bu yıldızlar. (Nereye, kiminle?) Yıllardır terasa çıkılan, yıldızlara bakılan göğün aydınlık olduğu yaz geceleri. Nur için değişmez bir yaşam bu. Mevsimlerin kendine göre özellikleri var. (Yaz: Samanyolu’na bakmak)...’ Kitaptan başımı kaldırıp gökyüzünde Samanyolu’nu aradım, bulamadım.
Ertesi gün erkenden önce Gökmaslı köyüne gittim. Ahşap evleri, daracık sokaklarıyla şirin bir yerdi. Fotoğrafçıların sevdiği görüntülerle doluydu. Oradan Yeşilçal üstündeki küçük şelaleye gittim. Manavgat'ın küçük bir modeliydi. Toprak üstünde kalmış kökleriyle ilginç biçimler almış ağaçların arasında dolaştım durdum. Fotoğraf makinasındaki filmlerin yarısını burada harcadım.
Daha sonra Kilimli Koyu'na gidip, Karadeniz'in uçsuz bucaksız sularını seyrittim. Güzelim kumsaldaki naylon torbaların ve pet şişelerin sunduğu çirkinliği görmemezlikten geldim. Bir yaz sıcağında buraya gelip, soğuk suların kucağına atılmaya karar verdim.
İkinci gün akşama doğru Ağva'yı terk ederken, buranın ideal bir haftasonu mekánı olduğuna karar verdim. İsteyen sessiz köşelerde kitabını okur, isteyen hamlaşan kaslarını açmak için yürüyüş yapar, isteyen çevreyi tanıma gezilerine çıkabilirdi. Özellikle fotoğraf çekmeyi sevenler için ideal bir yerdi. Çünkü Ağva çok güzel pozlar veriyordu.
Dönüş yolunda sıra sıra dizilmiş dükkánların önünde durdum. Niyetim bir-iki tane köy ekmeği almaktı. Ama niyetimi biraz aşıp, peynirli-maydanozlu bir adet gözleme yiyemeden edemedim.
Yeni yol Şile'yi İstanbul'a epey yaklaştırdı. Eski yolun kendine has güzellikleri vardı. Hele baharda, ormanların içinden kıvrıla kıvrıla gitmek bir başka keyifli oluyordu. Virajlar ise gülün dikeni gibiydi. Yeni yol bildik bir otoyoldu. Zahmetsiz, kıvrımsız, ağaçsız, yolcularını bir çırpıda Karadeniz'e ulaştırıyordu. Sanıyorum bu yol yüzünden Şile'nin gürültüsü epey artacak. ‘Şile Kaçkınları’nın canı sıkılacak.
Bir solukta vardığım Şile'de, arabayı fenerin önündeki düzlüğe park ettim. Oradan bilmem kaçıncı kez, Karadeniz'in hırçın dalgalarının kayaları dövmesini seyrettim. Manzarada değişen bir şey olmamasına rağmen, aynı görüntülerin fotoğrafını yeniden çektim. Sonra balıkçı barınağına inip, martıların çığlık sesleri altında bir çay içtim. Eğer günübirlik gelseydim, Livar'da balık yemeden dönmezdim.
ORMANIN SESİ
Şile'yle hasret giderdikten sonra Ağva'ya doğru yola koyuldum. Bol virajlı, ormanların içinden geçen bir yoldu. Yükseklerdeki güneşin ışıkları, henüz yapraklanmamış ağaçların arasından süzülüp, yolun üstünde benekler yapıyordu. Arabayı yol kenarına park edip, bir ağaç kütüğünün üstüne oturdum. Amacım ormanın sesini dinlemekti. Daldan dala uçuşan kuşların cıvıltısı, henüz bahar aylarındaki kadar neşeli değildi. Yavaş yavaş ısınan toprağın altına gizlenmiş binlerce kökün, filizlenip doğayı yeşile boyamak için sabırsızlandıkları belli oluyordu. Ağaç dallarındaki tomurcuklar, patlayıp yaprağa dönüşmek için hazırlıklarını tamamlamışlardı. Yani baharın ayak sesleri iyiden iyiye duyulmaya başlamıştı.
Oturduğum yerden doğayı yoğun bir şekilde hissediyordum. Böylesine büyüleyici, sessiz bir ortamda yaşamın sadece bir düş olduğu hissine kapıldım.
Arabaya binip yoluma devam ettim. Arada bir karşıma, için için yanan siyah kubbeler çıkıyordu. Ormanın izin verdiği açıklıklarda, meşe dalları bir çadır gibi diziliyor, bunlar tutuşturulduktan sonra üstleri kömür tozu ile örtülüyordu. Yanma işi bitince, ağaç dalları odun kömürüne dönüşüyordu. Suratı kara kömürcülerin yanında durdum. Onlara siyah küllerin ortasında poz verdirdim. İlginç kareler yakalamaya çalıştım.
LOKANTANIN KAZIĞI
Ağva'ya geldiğimde gün öğleyi bulmuştu. İki nehrin kucakladığı bu şirin kasabaya daha önce de gelmiştim. Ama her gelişimde bir başka özelliğini keşfediyordum. Ağva'nın gelmişini, geçmişini anlatabilmek için, bulamayacağımı bile bile bir turizm bürosu aradım. Ne büro, ne broşür, ne de bilgi kırıntısına rastladım. Sadece bir otelin tanıtım broşüründe, Ağva adının suyun Latincesi Aqua'dan geldiğini okudum.
Nehirlerden Yeşilçay balıkçıları kucaklamış, onları Karadeniz'in hırçın dalgalarından koruma görevini üstlenmişti. Nehir boyu sıralanmış derme çatma iskelelere bağlı tekneler balığın yolunu gözlüyorlardı. Yeşilçay'la Karadeniz'in buluştuğu yerde bir balıkçı lokantasına oturdum. İçeride benden başka kimse yoktu. Balığın tadını çıkara çıkara yemeğimi yedim. Gelen hesabı görünce şaşırıp kaldım. Lokantanın sahibi, sanki boş masaların parasını da benden almak istiyordu. Boğaz kıyısındaki lüks balıkçı lokantalarında ancak bu kadar hesap gelebilirdi. Sarıkanat'ın damağımda hala duran tadı fazla sinirlenmemi engelledi.
GECE DÜŞLERİ
İlçenin ikinci nehri Göksu'nun kıyısında ise birbirinden şirin oteller sıralanmıştı. Ben onların arasından kalmak için Club Grand Becassier otelini seçtim. Okunması zor olan bu adın Türkçe'sinin çulluk olduğunu öğrendim. Şimdilerde boş olan yüzme havuzuna, ağaçlar arasına gerilmiş hamaklara bakarak, buranın yaz aylarında da çok hoş olabileceğini düşündüm.
Çantamı odaya bıraktıktan sonra, nehrin kıyısında yürüyüşe çıktım. Sessizliği dinleyerek kent gürültüsüyle dolup taşmış beynimi temizledim. Nehrin yeşil sularına dal uzatmış salkım söğütleri seyredip gözlerimi arındırdım.
Akşam yemeğinden sonra, kahvemi nehir üstüne kurulmuş iskelede içtim. Şansıma gökyüzü pırıl pırıldı. Ay henüz hilal olmasına rağmen etrafa ışık saçıyordu. Yıldızlar kent ışıklarının işkencesinden kurtuldukları için, gökyüzünde pırıldaşıp duruyorlardı. Onlara dalıp binlerce düşünce ürettim. Daha sonra yanımda getirdiğim Selim İleri'nin, ‘Dostlukların Son Günü’ adlı kitabını okumaya başladım:
‘Yavaşça terasa yürüdü. Samanyolu’nun göründüğü ender gecelerden biri. Tül perdeyi araladı, dışarıya çıktı. Akıp gidiyordu bu yıldızlar. (Nereye, kiminle?) Yıllardır terasa çıkılan, yıldızlara bakılan göğün aydınlık olduğu yaz geceleri. Nur için değişmez bir yaşam bu. Mevsimlerin kendine göre özellikleri var. (Yaz: Samanyolu’na bakmak)...’ Kitaptan başımı kaldırıp gökyüzünde Samanyolu’nu aradım, bulamadım.
Ertesi gün erkenden önce Gökmaslı köyüne gittim. Ahşap evleri, daracık sokaklarıyla şirin bir yerdi. Fotoğrafçıların sevdiği görüntülerle doluydu. Oradan Yeşilçal üstündeki küçük şelaleye gittim. Manavgat'ın küçük bir modeliydi. Toprak üstünde kalmış kökleriyle ilginç biçimler almış ağaçların arasında dolaştım durdum. Fotoğraf makinasındaki filmlerin yarısını burada harcadım.
Daha sonra Kilimli Koyu'na gidip, Karadeniz'in uçsuz bucaksız sularını seyrittim. Güzelim kumsaldaki naylon torbaların ve pet şişelerin sunduğu çirkinliği görmemezlikten geldim. Bir yaz sıcağında buraya gelip, soğuk suların kucağına atılmaya karar verdim.
İkinci gün akşama doğru Ağva'yı terk ederken, buranın ideal bir haftasonu mekánı olduğuna karar verdim. İsteyen sessiz köşelerde kitabını okur, isteyen hamlaşan kaslarını açmak için yürüyüş yapar, isteyen çevreyi tanıma gezilerine çıkabilirdi. Özellikle fotoğraf çekmeyi sevenler için ideal bir yerdi. Çünkü Ağva çok güzel pozlar veriyordu.
Dönüş yolunda sıra sıra dizilmiş dükkánların önünde durdum. Niyetim bir-iki tane köy ekmeği almaktı. Ama niyetimi biraz aşıp, peynirli-maydanozlu bir adet gözleme yiyemeden edemedim.