İçine kapanan çarşı
Eskiden hayatımızda önemli bir yeri olan Kapalıçarşı'yı aniden ve toplu halde terkettik.
Beyninizin tavanarasındaki küçük anı kutusudur Kapalıçarşı. Sizi görür görmez açılır, kapağındaki ayna size ne kadar değiştiğinizi ve hiç değişmeyecek tek şeyiniz olan geçmişinizi gösterir.
Evin duvarları basarsa bir gün üzerinize; çalıştığınız yerin gri, mavi veya kahverenginin tonlarındaki mobilyaları sizi kesmez olup renk görmek isterseniz; çıkın dışarı ve Kapalıçarşı'ya girin. Rengin enva-i türünü göreceksiniz. Bir Köylü Pazarı'na (Yorgancılar Caddesi) gidin. Top top kumaşlar, örtüler arasında hanidir unuttuğunuz o kadar rengi hatırlayacaksınız ki... Ama Çarşı hatırlatmaya başladı mı bırakmaz. Annenizin çeyizlerini aldığı dükkánı, yıllarca üstünüzü örtmüş atlas, baklava desenli yorganın aynısını görürseniz şaşırmayın.
İlkokul folklor ekibinde giydiğiniz köylü kızı kıyafetiniz, onun kumaşı, Katibim fesiniz buradan mı alınmıştı? Şimdi de ilkokulunuzu bu hatırlattı Kapalıçarşı? Eski dosttur, yapar. Ya da ‘‘eski evinizde’’ tüm çocukluğunuz boyunca zihninize nakşedilmiş fakat unuttuğunuz desenleriyle bir yatak yaygısı, bir masa örtüsü karşınıza çıkarsa neleri hatırlayacağınız size kalmış. Mutlak olan bu şehirde, bu kadar değişmeyen, herşeyiyle ‘‘bıraktığınız gibi’’ duran ve yıllar sonra karşınıza şahsi vak'anüvisiniz gibi çıkan çok az yerin kaldığıdır. Yıllarca ikamet ettiğiniz semte bir zaman sonra gittiğinizde yolları bulamamak, yüzme öğrendiğiniz sahillerin üzerinde makbuz karşılığı aracınızı park etmek acı veriyorsa; siz Kapalıçarşı'ya gidin, iyi gelir.
İLK BLUCİNİNİZ
Fesçiler Caddesi'nden Şark Kahvesi'ne doğru yürüdüğünüzde artık derici olan ama yerli yerinde duran küçük bir dükkan göreceksiniz. Hani Karamürsel Üssü'ndeki bir Amerikalı çavuşun ayağından çıkma kırmızı etiketli ilk blucininizi aldığınız dükkan. Levi's'e ‘‘Livayz’’ dendiğini de o gün mü öğrenmiştiniz? Yanındaki terzide mi boyunu kısalttırmıştınız? Oralarda parkalar da satılırdı. Bazı ‘‘arkadaşlar’’ işi abartıp parkayla birlikte palaska ve matara almışlardı.
Oysa artık ne kadar çok blucinimiz oldu. Eğer hangisini ne zaman nereden ve ne münasebetle aldığınızı hatırlamıyor, fakat hatırlamanın bir önemi olduğunu düşünüyorsanız; buyrun Kapalıçarşı'ya girin. Hafızanız açılır.
Şark Kahvesi'ne geldiğinizde oturup birşey içerken (Artık oturacak yer bulunuyor; Çarşı tenha) önünüzden koşarak geçen gençler size Beyazıt'tan (Artık Hürriyet Meydanı denmiyor!) Kapalıçarşı'ya -nedense- koşarak girdiğiniz ve bu kahvede -yine nedense- turistlerle yabancı dilini ilerletmeye çalışan masum öğrenci pozlarını takındığınız ve burayı sığınacak bir kucak gibi hissettiğiniz o günü hatırlatabilir. Gençlik işte.
‘‘Kaç kişiydik o zaman, bak kaç kişi kaldık şimdi’’, Çarşı'da dolaşırken dilinize takılan şarkı olur. Beyninizin tavanarasındaki küçük anı kutusudur Kapalıçarşı. Sizi görür görmez açılır, kapağındaki ayna size ne kadar değiştiğinizi ve hiç değişmeyecek tek şeyiniz olan geçmişinizi gösterir.
Eğer ışık görmek isterseniz; ama ‘‘doğal tonlardaki’’ floresanların aydınlatmalarını, füme camlardan gelen aydınlığı, avizedeki ampullerden, halojen lambalardan çıkan sarı ya da çiğ beyaz ışıkları değil; kubbelerin pencereleri arasından bin yıldır ve adımlarını hiç şaşırmadan çapkınca dans edercesine süzülen, değdiği yeri altın suyuna batmışcasına boyayan, varlığını yalnızca gözünüzle değil tüm bedeninizle hissedebileceğiniz ışığı görmek isterseniz dışarı çıkın ve Kapalıçarşı'ya girin.
SÜNNETLİĞİNİZ
Hele ikindi vakti bedestenlerden birine girerseniz meşrebinize göre kendinizi ya bir mabette ya da bir Spielberg filminin içinde hissetmeniz pek mümkündür. Aslında bu ışıkları hatırlayacaksınız. Sünnetliğinizi almak için Mahmutpaşa üzerinden Kapalıçarşı'ya götürüldüğünüzde o ışıklar gözünüzü alıp mekanı daha büyük ve büyülü hissettirmemiş miydi size?
Altın suyuna batmış mı dedik? Eee burada suyu da var, kendisi de. Bedesten'de gördükleriniz yetmezse buyrun Kalpakçılarbaşı Caddesi'ne. Hani bazılarına ‘‘Kapalıçarşı'daki altınları paraya çevirsek Türkiye bütün dış borçlarını öder’’ dedirten caddeye. (Yeri gelmişken, şu dünyada içinde caddeleri, sokakları, hanları olan kaç alışveriş merkezi vardır acaba?) Tavan boyaları elden geçmiş bu caddede yürürken tanıdık gibi gelen bir kuyumcu dükkanının vitrininden içeri baktığınızda, alyans seçmekte olan genç bir çift görürsünüz. Onlar size tanıdık gelir. Sıcak bir şeyler akar içinize. Ama sonrasını bin yılın şahidi Çarşı bile bilemez. Memlekette kaç kişi alyansını buradan almıştır acaba? Ve niye bu kadar çok satılık kuyumcu dükkanı var şimdilerde?
Eskiden yaptığımız ama artık zaman bulamadığımız pek çok şey gibi; bir zamanlar gitmezsek aradığımız ve arandığımız ama uzun zamandır adım atmadığımız pek çok mekan gibi unutayazdığımız Kapalıçarşı. Öylesine bizdendi ki, arkadaşlar arasında kısaca Çarşı derdik O'na. Kimbilir belki samimiyetten, belki de içinde turlayıp insan yüzü görebileceğimiz, şöyle bir değişiklik olsun diye gidebileceğimiz başka kapalı alışveriş yerlerimizin olmayışından. O Çarşı şimdi pek bir melül mahzun, kimselerin arayıp soramadığı yaşlı bir akraba gibi alışamadığı terkedilmişliğini yaşıyor. Günde yüzlerce insana ‘‘hizmet’’ veren, ‘‘pek sevdiği‘‘ ve ‘‘güzel hatırı’’ için hiç tanımadığı insanlara ‘‘fiyatta kolaylık’’ sağlayan Çarşı esnafı da öyle. Ama bu sayede tavla kültürlerinin bir hayli geliştiği de bir gerçek. Tavla oynayıp çay içerlerken bir yandan Çarşı'nın artık bitmişliğinden, öte yandan önümüzdeki ay turizm açıldığında işlerin de düzeleceğinden konuşuyorlar. Tıpkı önceki aylarda ve yıllarda yaptıkları gibi...
GİTMEZ OLDUK
Bu arada nerede hata yaptıklarını ve hatanın kimde olduğunu da araştırıyorlar. Her Slav turist kadının adını Nataşa, soyadını da Yataşa zannettilerse suç onların mıydı? Onlara öyle söylenmişti! Evet fiyatlarda bazı, nasıl demeli, çelişkiler olmaktaydı ama herhalde lisan meselesinden kaynaklanıyordu bu. Peki ya yerliler? Değil İstanbullular'ın ta Bursalar'dan, Trakya'dan, hatta Ankara'dan insanların bir zamanlar akın akın geldiği bu dünyanın ilk ‘‘shopping center’’ına Türkler niye gelmez oldu?
YAKIŞMAZ MI BİZE?
Sebep mebzul ve ayrı bir araştırma konusu. Biz ‘‘bize’’ dönelim. ‘‘Oralar uzak; malum. Trafiği ve park yeri bulmaksa ayrı bir dert. Alışmışız ortalama 40-50 kilometre yol yaparak gittiğimiz işimizden dönerken bir saat kadar köprü trafiğinde arabamızın setinden yayılan nameler eşliğinde muhteşem Boğaz manzarasını izlemenin rahatlatıcılığına. Çekilir dert mi şimdi oralara gitmek. Evet hızlı tramvayla gidince trafik sorun olmuyormuş ama işten birileri falan görürse tramvayda, biraz tuhaf kaçmaz mı? Tamam zamanında belediye otobüsüne binerdik ama... Hem bu yeni alışveriş merkezlerinin güvenli ve huzurlu bir ortamı var. İnsan arada bir esnafın politika konuşmasını, çay ikram etmesini, hatta pazarlık etmenin zevkini de aramıyor değil ama Çarşı da çok erken kapanıyor. Bazı ünlü işadamları, galeri sahipleri yeni açılan Fes kafeye uğruyorlarmış haftada bir. Ama onların zamanı var...’’ bahanelerimize başkaları inansa biz inanabilir miyiz?
Biz ki gittiğimiz başka şehirlerin tarihi mekanlarına aslanlar gibi ve tarih bilincimizle koşarız; neden gitmeyiz ve sahip çıkmayız yedi koca eskiten muhteşem bakiremizin ve kişisel tarihimizin en el değmemiş yerine. Yoksa kendimizden mi korkuyoruz. O'nun aynen kalmış olduğunu görmek bize ne kadar değiştiğimizi gösterir diye mi gitmiyoruz? Çok mu mühim ve meşgul adamlar, kadınlar olduk artık? Yakışmaz mı bize oralar?
Bütün bunları bırakın, bir gün içiniz sıkılsın, daral gelsin, canınız yapmakta olduğunuz hiçbir şeyi yapmak istemesin ve birşey yapın. İsterseniz cıvıl cıvıl Mahmutpaşa'dan, isterseniz o güzel meydanda birşeyler içtikten sonra Sultanahmet üzerinden, isterseniz hızlı tramvayla Beyazıt'tan şu yaz sıcaklarında size akıllı binaları aratmayacak ‘‘seri serin’’ Çarşı'ya gidin.
Maksat alışveriş değil, ayağınız alışsın.