Her manzaranın bir hikâyesi var
1830’larda yayımlanan illüstrasyonlu bir İstanbul kitabı ‘Constantinople and the Seven Churches of Asia Minor’.
Resimlerini Thomas Allom’un yerinde çizdiği, metinlerini İstanbul’daki İngiltere sefaretinin başrahibi Robert Walsh’ın kaleme aldığı kitap ‘İstanbul Manzaraları’ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı.
Hamam
Türk şehrine giren yabancının gözüne ilk çarpan camiler ve onların yanı sıra birbirine bitişik kubbeleri olan yapılardır.
Bu kubbelerin üzerindeki delikler bizim sokakları aydınlatan lamba karpuzlarının ters çevrilmişine benzeyen camdan yarım kürelerle kapatılmıştır.
Bunlar çarşı hamamlarıdır ve kubbelerindeki bu camlı delikler aydınlık sağlamak içindir. Türk İmparatorluğu’nda ne kadar ücra ve yoksul olursa olsun hiçbir kasaba yoktur ki sabah saat dörtten akşamın sekizine kadar açık olan çarşı hamamı bulunmasın.
Akıntıburnu’nda Said Paşa Yalısı
Sarayın hemen önünden Rumların Megalé Roi, Türklerin Büyük Akıntı dediği şiddetli bir akıntı, bazen bir şelalenin hızı ve çalkantısıyla çağlayarak geçer. Hiçbir tekne burayı kürek gücüyle aşamadığı için sahilden halatlarla çekilmesi gerekir. Sahilde her zaman ellerinde halatlar bir dizi adam bekler. Herhangi bir tekne oraya yaklaştığında tayfası kürek çekmeyi bırakır ve halat tekneye atılıp pruvaya bağlandıktan sonra uzun bir sıra halinde dizilen bu adamların omuzlarından geçirilir.
Tamamıyla insan gücüne dayanan zahmetli bir çabayla Karadeniz’in en büyük ve hantal tekneleri bile ancak Türk hamallarının sahip olduğu güç ve azimle çekilerek akıntıdan böylece aşırılır.
Kapalıçarşı
Üstü kapalı bu çarşı rüzgâra, yağmura ve güneşe karşı muhafazalı olduğundan kalabalıkların gün boyunca ziyaret ettiği bir yerdir ve bilhassa yaz sıcağında alışverişe müsaittir. Halk cehennemi sıcaktan veya güneş altındaki bir sokaktan kaçıp buraya sığınır. Böyle zamanlarda burası binlerce insandan meydana gelen faal bir kalabalığın serin ve loş bir mekânda iç içe koşuşturduğu, satış yaptığı, satın aldığı bir yeraltı şehrine benzer. Ancak hanımlar hiç şüphesiz ekseriyeti teşkil eder. Burada din ve sınıf farklarına önem verilmez.
Türkler, Frenkler ve ekalliyet hiç çekinmeden birbirleriyle kaynaşır, sohbet edip pazarlık yapar.
Hanım Sultan Saltanat Arabasında
Asya’nın Tatlı Suları’ndaki mesirelere akın eden nakil vasıtalarından biri olarak Türklere has bu arabayı tasvir ediyor resim.
Yaysız tekerlekler üstüne oturtulmuş hantal gövde; üstünü kaplayan yaldızlı ve aşırı gösterişli oymalar; arabayı çeken uzun boynuzlu mandalar; üstünden püsküller sarkan ve uçları genellikle hayvanın kuyruğuna bağlı bir çift kavisli yay; mandaların öne toplanmış ve kadınların tırnakları gibi kınayla boyalı alın kılları; kem gözlerden korunmaları için burunlarına asılı nazarlıklar bunların hepsi resimde yer alıyor.
Kız Kulesi
Burası adını Hero ile Leander’ın efsaneleşmiş hikâyesinden alır. Frenkler kuleye sevgilisine kavuşmak için akıntıyı yüzerek geçmeye kalkışan ve bu uğurda hayatını kaybeden talihsiz âşığın adını yakıştırmışlar; Türkler ise bu şerefi bir hanıma atfedip hikâyeyi kendilerine göre şekillendirmiş.
Sultanlardan birine adı konusunda mutabakat yoktur- müneccimi kızının zehirli bir yılan tarafından sokularak öleceğini söyleyince sultan da kızını bu kuleye göndermiş. Yalçın kayalık zehirli yılanların barınabileceği bir yer olmadığından sultan hiçbir yılanın inzivadaki kızına ulaşamayacağından eminmiş. Ancak kızla görüşmekten mahrum kalan sevgilisi aşkını çiçeklerin diliyle anlatabilmek için kuleye bir sepet çiçek yollamış. Kız da çiçekleri göğsüne bastırmış ve yaprakların arasındaki hain bir yılan tarafından sokularak ölmüş.