Hafta sonunun en güzel tatil rotası
Bütçeniz ne olursa olsun, İstanbul'dan çok kopmadan taş çatlasa bir hafta içinde huzur barınızı yeşillendirecek enfes bir rotayla tazelenmeniz, şehrin gürültüsünden mehtabın ışığına uzanmanız mümkün. Motosikletimize atladık Pürenli Yaylası, Frig Vadisi, Salda ve Uludağ göller bölgesine uzandık. Peki yol boyunca neler yaşadık? İşte size en yeşil ve eğlenceli hafta sonu tatili rotası...
Uzun bir seferden İstanbul'a yeni dönmüşken, motora atladığımız gibi rotayı yaylalara doğru çevirdik; çünkü hep deriz yükseklerde olmak gibisi yok. İlk durağımız sabahları inek çanlarıyla uyanıp, hazır telefon internet hiç çekmez iken kendimize sınırsız zaman ayırdığımız Pürenli Yaylası oldu. Düzce'ye 28 kilometre mesafede, yeşilin tondan tona büründüğü bu yaylada bizi mest eden binlerce kilometre tepmeksizin Karadeniz havası soluyabilmekti. Sonuçta yeşil aynı yeşil, oksijen aynı oksijen...
Elbette Doğu Karadeniz'in büyüsüne diyecek yok ama amaç birkaç günlüğüne şehir gürültüsünden uzakta temiz hava solumaksa eğer, hiç öyle “Ah bir Karadeniz turu yapsak" romantizmine girişmeye de gerek yok. Az sonra bahsi geçecek bu uzun tura zamanınız yoksa bile, cuma iş çıkışı yola düşüp Düzce ve Bolu yakınlarındaki diğer yaylalarda (Kardüz, Balıklı, Hira, Aladağ, Sarıalan...) kamp yaparak pazar gecesi aziz İstanbul'unuza kavuşmanız mümkün. Tabii güzelim Pürenli, tası tarağı toplayıp dağa bayıra yerleşmek fikrini aklınızda filizlendirmezse…
Pürenli'den hemen sonra dümeni Frig Vadisi'ne doğru çevirdik. Açıkçası gözümüz yeşile alışmışken buraya adapte olmak biraz zor oldu. Ama Kütahya, Afyon ve Eskişehir üçlüsünün arasında kalan bu vadi, mimarisiyle, mağaralarıyla ve diğer doğal yapılarıyla bizi hep etkilemişti zaten. Frig mağaralarını da yeri geldi ev belledik. Yaylalardan düze inmişken motor da, çadır da iki kat keyif vermeye başladı. Sözün özü, Frigya medeniyetinin tüm izlerini taşıyan bu vadi, trekking, kamp ve motosiklet için enfes bir güzergah.
Tam gaz devam... Şaka şaka hiç öyle sürat yapmaya lüzum yok. Biz zaten sakin kullanmak taraftarıyız. Velhasıl, Salda Gölü öncesi mis kokulu lavanta bahçelerine doğru sürdük usul usul. Bizim için ilklerin yaşandığı bir yer oldu Isparta'nın Kuyucak köyü (selam olsun sana Sabahattin Ali) zira hemen her köyde bizi karşılayan malum kesif kokudan ziyade, Kuyucak'ta mis kokulu lavantalar başımızı döndürdü girer girmez. Güller şehri diye bilinir Isparta ama turizme yakın zamanda kazandırılmış lavanta bahçeleri, kentin bu unvanını değiştirecek gibi görünüyor.
Talihsizliğimize denk geldi hasat zamanı oradaydık, o güzelim kokuları saçan lavantaları dallarında salınırken görmek kısmet olmadı. Bizim de, ansızın bastıran baş ağrılarını dindirecek bir çimdik lavanta yağımdan başka hiçbir şey kalmadı elimizde.
Ve Salda'dayız! Beyaz ipeksi kumlarından dolayı ‘Türkiye'nin Maldivler'i deniyor buraya ama bizim için burası Mars. Mars, ne alaka? Salda'daki kaya yapısı ile Mars'ınki benzeşiyormuş çünkü. Yine de gönüllerde ‘Yerli Maldivler’ diye taht kurmuş bir kere. Olası balayı planlarında züğürt tesellisi niyetine Salda imdada koşabilir pekala,
yahut birkaç günlük kaçamaklarda. Salda'ya her ne amaçla gelirseniz gelin, Burdur şiş yemeden dönmeyin deriz. Neticede Burdur şiş Maldivler'de bulunmayan enfes bir tat. Gölün şifalı suyundan, derinlikte birinciliğinden uzun uzun bahsetmeye pek de lüzum yok esasında. İnternette ufak çaplı bir aramayla da bunlara kolayca erişebilirsiniz. Kış bastırmadan gölün berrak sularına kendinizi bırakıp, o yumuşak kumlara ayak basmanız sizi Salda hakkında ziyadesiyle bilgi sahibi yapacaktır zaten.
Bir sonraki durak Ulubey Kanyonu, bölgede görülmeye değer muazzam yerlerden. Ulubey Çayı'nın beslediği bu devasa kanyon aslında birden çok kanyonun birleşmesiyle oluşuyor. Büyüklük olarak da, dünyada sayılı kanyonlar arasındaymış burası, gidip görmenizde fayda var. Hele siz de çok bilinen turistik yerlerden ziyade az bilinenin gizemine hayransanız ben gibi. Hazır gitmişken oralara, Clandras Köprüsü'nü ve Blaundus Antik Kenti de es geçmeyin, bizden söylemesi.
Son durağımız Uludağ - Göller Bölgesi, artık eve dönüş vakti... Başladığımız noktadan da yüksekte, 2 bin 330 metre rakımda bir yanımız Kilimli Göl, öte yanımız sarp, çıplak kayalıklar... Yani maalesef Pürenli'mizdeki o envai çeşit yeşili burada görmek mümkün değil. Doğrusu hiçbir zaman kayak turizmine merakımız olmadı, vaktiniz varsa kışın da gidin. Buzul Çağ'dan kalma göllerin serinliği, taşlar arasından iplik gibi sızan su, o suyun lezzeti...
Uludağ bizi büyüledi. Yükseklerin gizemine, haşmetine her zaman tutkunduk zaten ama bu kadarını beklemiyorduk. Eve doğru sürerken kafa radyomuzda hüzünlü bir melodi çalmaya başlamıştı bile. Tek tesellimiz bu güzel diyarın İstanbul'a çok yakın olduğuydu.
Nerede kalacağım, nasıl yıkanacağım dertlerinden sıyrıldığınız an, çok çok düşük bütçelerle gezegenin her yerine gidebilirsiniz siz de. Biz de şimdilik böyle kısa bir rotayla yetindik. Gidip de dönmeyeceğimiz günler yakındır, biliyoruz. Çünkü ev hep oralarda bir yerde. Ama yolda olmak gibisi yok.
"Glamping" adı nereden geliyor?