GeriSeyahat Gezgin
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Gezgin

Gezgin



Mehmet YAŞİN

Kaliforniya Rüyası

Yine başımı alıp gidiyordum. İstanbul'dan yola çıkalı 6 saat olmuştu. Londra'da Heatrow Havaalanın'da, beni uzaklara götürecek uçağa binmek için uzun süredir bekliyordum. Zaman bir türlü akmak bilmiyordu.

Nihayet uçağım anons edildi. Uzun kuyruğu, Amerikalı görevlilerin ahret sorularını atlatıp, Amerikan Airlines şirketinin koca gövdeli uçağından içeri girebildim. Oldukça güzel bir hostesin gösterdiği ön taraftaki geniş koltuğa oturdum. Kitabımı, not defterimi yanımdaki boş koltuğa koyup, kemerimi bağladım. Uzun uçuş için artık hazırdım.

Lezzetli yemekler, birbirinden lezzetli içkiler, vizyondaki son filmler derken tam 11 saat sonra tekerlekler yere değdi. Hesapladım; evden 17 saat önce çıkmıştım.

Buralara iyi ki 1781 yılında gelmemişim. Ya gelseydim!.. Ülkeye giriş için doldurulan kağıttaki ‘gideceğiniz kent’ sorusunun karşısına, Los Angeles'in o günkü adını nasıl sığdırabilirdim?.. Vali Felipe de Neve'nin kente koyduğu ilk isim şöyleydi: ‘El Pueblo de Nuestro Senora La Reina De Los Angeles’. Türkçeye tercüme edersek: ‘Hanımefendimiz Melekler Kraliçesinin Köyü’. Yıllar bu uzun ismi yıpratmış, kala kala Los Angeles kalmıştı.

RÜYANIN BAŞLANGICI

Vakit öğleyi biraz geçmişti. Hesapladım, Türkiye'de herkes şu sırada mışıl mışıl uyuyordu. Vücut saatim yine alt üst olmuştu. Uyanıktım ama aslında uyuyordum.

Otele gidip, soğuğa yakın ılık bir duş aldım. Koyu bir kahve içip ayıldıktan sonra giyinip aşağıya indim. İnternet aracılığı ile Türkiye'den kiraladığım jipin anahtarını resepsiyondan alıp yola koyuldum.

Gördüğüm kadarı ile Los Angeles, yere yakın bir kentti. Chicago, New York gibi doğu yakasındaki kentleri gölgeleyen gökdelenler, burada kent merkezinde sadece birkaç taneydi. Yerleşim bölgesindeki evler, geniş bahçe içinde, en fazla iki katlıydı. Yolları 4-5 şeritli olmasına rağmen, trafik oldukça yavaş akıyordu. Günde 7 milyon aracın trafiğe çıktığı kentte, akşam ve sabah saatlerinde trafik iyice kilitleniyordu. Yolların en solundaki şerit, kesintisiz bir çizgiyle diğerlerinden ayrılmış, ikiden fazla yolcu taşıyan araçlara tahsis edilmişti. Gereken sayıdan az yolcuyla bu şerite girenlere ağır ceza veriliyordu.

BİR TURİST GİBİ

Sunset Bulvarı'na geldiğimde güneş yarı beline kadar sulara gömülmüştü. Büyük Okyanus'un beyaz köpüklü küçük dalgaları kıyıyı ıslatıyordu. Müthiş manzaraya daldım gittim. Uyku dayanılmaz hale gelince de otele dönmeye karar verdim. Sunset Strip'ten geçerken, Charles Bukowski (Amerika'nın en rezil ve bence en iyi yazarı) aklıma geldi. Acaba şu barların hangisinde, o dinmek bilmeyen içki susuzluğunu gidermeye çalışmıştı.

Otele geldiğimde gözlerim iyiden iyiye kapanmıştı.

Uyandığımda geceyarısıydı. Türkiye ile 12 saatlik farkın bana bu azizliği yapacağını biliyordum. Kitap okuyup günün ağırmasını beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.

Ertesi sabah jipi park yerinde bırakıp, rehberli bir tura katıldım. Bu kentte uzun süre kalmayacağım için bilmediğim yollarda kaybolup, zaman kaybetmek istemiyordum.

Tur, bir gün önce uzaktan gördüğüm gökdelenlerin bulunduğu kent merkezinden başladı. Meksika mahallesi, Oscar ödüllerinin dağıtıldığı ünlü tiyatro, Çin mahallesi... Bildik manzaralara bakarak dolaşıp durdum. Otobüs bir süre sonra, caddenin kenarına çekip durdu. Rehberin gösterdiği tepeye bakınca ünlü ‘Hollywood’ yazısını gördüm. Rehber, işlek bir caddede durduğumuzu, fotoğraf çekmek için sadece bir dakikamız olduğunu söyledi. İşte o an kendimi bir kargaşanın tam ortasında buldum. Fotoğraf makinesini kapan, otobüsün sağ tarafındaki pencerelerine hücum etmişti. Birbirimizin omuzlarını ezerek, tepedeki ünlü yazıyı görüntülemeye çalışıyorduk. Öylesine bir itiş- kakış vardı ki, makinemi sarsıntısız tutmam mümkün olmuyordu. Nitekim İstanbul'da filimleri banyo ettirince, ‘Hollywood’ yazısını bir kareye sığdıramadığımı, bol bol ense ve omuz fotoğrafı çektiğimi gördüm.

ÇİN TİYATROSU

Artık ünlü Hollywood Bulvarı'ndaydım. 1911 yılından beri dünya sinemasının kalbi olan mekanda. Rehber ünlü filmlerin çevrildiği sokakları, evleri gösteriyor, ben ve gruptakiler de hemen makinelerimize davranıp, o yerleri görüntülüyorduk. Bir süre sonra bulvar üzerinde, Uzakdoğu tapınaklarını andıran kırmızı, renkli bir binanın önünde durduk. Burası Çin Tiyarosu'ydu. Yani Hollywood filmlerinin ilk gösterime girdiği yer. Burada gruptan ayrılıp, kalabalığın arasına karıştım. Binanın bahçesindeki taşların üstünde, starların el izleri ve imzaları yer alıyordu. Merly Streep'in taşının önünde durdum. Çömelip, avuçlarımı onun küçük el izlerinin üstüne bastırdım. Taşın soğuk teması, içimde kıpırdanan sıcak hisleri bir anda dondurdu.

Ertesi gün, ünlülerin mahallesi Beverly Hills'in sokaklarında gezindim. Bu semti gezebilmek için, filmlere konu olmuş özel polis teşkilatından izin almak gerekiyordu. Sinema ve müzik dünyasının en ulaşılmazları bu semtte yaşıyorlardı. Rehber hangi evin hangi ünlüye ait olduğunu söylüyordu ama ben bu evleri göremiyordum. Hepsi yüksek duvarların arkasına gizlenmişti. Ve tüm kapılarda hemen hemen aynı uyarı asılıydı: ‘Bu ev vahşi köpekler ve silahlı muhafızlar tarafından korunmaktadır.’

YÜRÜMEK YASAK

Televizyon kameraları ile 24 saat kontrol altında tutulan Beverly Hills sokaklarında, kaldırım yoktu. Çünkü burada yabancıların yürümesi kesinlikle yasaktı. Bu yasağı sadece, ünlülerin süs köpeklerini dolaştıranlarla, devriye gezen polisler delebiliyordu.

Akşama kadar, bir film setini andıran sokaklarda dolaştım. Akşam olunca, Sun Set Bulvarı'ndaki bir bara oturdum. Kaliforniya'nın ünlü kırmızı şaraplarından bir bardak istedim. Bu kentteki yaşamların, yazılmamış senaryolarla belirlendiğini düşündüm. Yanımda oturan sütun vücutlu kızın, kolları adaleli erkeği öpüşünü, biraz ilerideki müşterinin bar tezgahına sızmasını, sol yanımda oturan afetin, benimle bir bardak içki içmek isteyişini, oynanan oyunun bir parçası zannettim.

Ertesi sabah erkenden, eski bir tavuk çiftliğinin kapısında bilet kuyruğuna girdim. Bu çiftlikte, 1912 yılından beri tavuk gıdaklaması duyulmuyordu. Alman göçmen Carl Laemmle, burayı dev bir film stüdyosuna çevirmişti. 2,5 kilometrekarelik Universal Stüdyoları'nda girdim. Flint Stone'ların taş dünyasını gezdim. Jaws filminin kahramanı dev köpekbalığının keskin dişlerine dokundum. Geçmişe Yolculuk filiminin ünlü arabasına binip, eski dönemlere gittim. Kovboy kasabasında, masaların insanların kafasında nasıl kırıldığını, vurulan kovboyların damdan nasıl uçtuklarını gördüm.

En şiddetli depremleri yaşayıp, acımasız sel sularının yarattığı dehşet sahnelerini izledim. Hayal dünyasının gerçeklerini görmek sevindirmedi beni. Bundan böyle beyazperdede göreceğim sahnelerde heyecanlanmayacaktım. O sahneleri seyrettikçe, tavuk çiftliğinde gördüğüm hileleri hatırlayıp, bıyık altından gülecektim.

Los Angeles, ‘Kaliforniya Rüyası’nın ilk durağıydı. Sırada San Diego, Palm Spring, Mojave Çölü, Las Vegas, Ölü Vadi, Yosemite Milli Parkı, Sacremento, şarap diyarı Napa Vadisi ve nihayet San Fransisco vardı. Uzun, yorucu ama çok keyifli bir yolculuk yaptım. Bu yolculuktan damıttıklarımı ara ara sizlerle paylaşacağım.

False