Gezgin
Üç gün üç göl
Geçen haftasonu tatilini biraz uzatıp cumadan yola çıktım. Önce İznik sonra Uluabat ve Manyas göllerinin etrafında uğramadık köy bırakmadım... Düş kırıklıklarına rağmen güzel ve dinlendirici bir tur oldu.
Uzun bir haftasonu planlamıştım. Yolculuğum, cuma sabahı başlamıştı. Orhangazi'den, hedefteki ilk göl olan İznik'e sapmıştım. Yolun bir kenarında, yeşil zeytin ağaçları sıralanmıştı. Diğer kenarda ise püsküllü sarı sazların salındığı göl manzarası görüntüye girmişti. Arada bir göze çarpan asma kütükleri, meyve ağaçları ve yabani incirler, bütün süslerinden soyunmuş, çırılçıplak kalmışlardı.
Yola Şubat ayının ikinci haftasında çıkmıştım... Bu bölgede bu ay, çok arada kalmıştı. Kış desen kış değil, bahar desen bahar değildi... Bu yozluk, renklere yansımıştı... Grinin tonları, duman ve soğuk bir aydınlık... Soyunmuş ağaçlar, tarif edemediğim renkler, çürümüş yaprak kokusu ve sessizlik bir başka güzelleştirmişti arada kalmış cüce şubatı.
İznik'e sahilden giriş yapmıştım... Şöyle göle doğru bir kahvede, bacaklarımı uzatıp sabah çayı içmeyi düşlemiştim... Ama ne gezer... Bütün kahve ve restoranlarda kepenkler henüz kaldırılmamıştı.
İZNİK'TEN GERİ KALAN
Halbuki geçen gelişimde (kaç yıl oldu unuttum), etrafta bir karış kar olmasına rağmen, göle karşı bir restoranda oturmuş, garsonun, yakındaki bahçeden topladığı marulların eşliğinde, sazan tava ile yayın şiş yemiş, sonra bu lezzeti yıllarca çeşitli anlatımlarımda kullanmıştım.
Açık yer bulamayınca sahili şöyle bir boydan boya dolaşıp, İznik'in içlerine dalmıştım... İ.Ö 300 yıllarında kurulan o zamanların en önemli kenti, şimdi ansiklopedilerde hakkında en uzun maddelerin yazıldığı bir ilçe olmuştu. Birinci İznik Konsülü gibi önemli toplantılara evsahipliği etmiş, Osmanlı'nın bir dönem başkenti olmuş, seramikleriyle dünyaya nam salmış böylesine önemli bir merkezin şimdilerine bakınca, insanın geçmişte yaşananlara inanası gelmiyor... O görkemli İznik'ten şimdiye taşralı bir kasaba kalmıştı.
Daha sonra ilçeyi çevreleyen surların Lefke Kapısı'ndan çıkıp, Abdülvahap Efendi'nin türbesinin bulunduğu tepeye tırmanmıştım. İznik'in kuşbakışı görünümünü daha da sevmiştim: Yeşil zeytin ağaçları, evler ve göl.
Ayasofya'nın ve surların bir kaç kare fotoğrafını çektikten sonra yoluma devam etmiştim. Bu kez gölün diğer yakasından, Gemlik istikametine doğru sapmıştım. Öğle yemeğini Gemlik'te yemeği planladığım için, ilçeyi pas geçmiş, deniz manzaralı bir yoldan, Armutlu istikametine doğru ilerlemeye başlamıştım...
Kumla, Karacaali, Narlı, Kapaklı, Fıstıklı, Armutlu... Haritalarda adlarına rastlayamayacağınız bu köyler Gemlik'ten itibaren denizin kıyısında bu sırayla yer almışlardı...
Gemlik'te Boksör'ün yerinde, hem yorgunluğumu gidermiş hem de bir güzel balık ziyafeti çekmiştim. Birinci günün sonunda, Bursa'daki otel odamın balkonundan etrafı seyrederken günü yeniden gözden geçirmiştim; Bakımsız sokaklar, hiç bir estetik kaygı taşımayan evler, kış misafirlerine yüz vermeyen kıyılar...
Uluabat’ın sessiz balıkçıları
İkinci günün sabahı, puslu bir havada ikinci göl olan Uluabat'a doğru yola çıkmıştım. Anayoldan ayrılıp köy yollarına sapmış, güzel yerler görmek, güzel fotoğraflar çekmek için 'pür dikkat' kesilmiştim...
Ulubat kasabasında aradığını bulamayınca, oradan ayrılıp, göl kıyısında tur atarken 'Gölkıyı' tabelasını görmüştüm... 'İşte doğru adresi buldum' demiştim içimden... Uluabat Gölü'nü anlatan fotoğrafların çekildiği köyü bulduğumu sanmıştım; Arkada küçük bir adanın yeraldığı, ağaçların altına sıralanmış rengarenk kayıkların göründüğü fotoğrafları çekmeyi aklıma takmıştım. Ama ne gezer. Kısa bir turdan sonra yanlış adreste olduğumu anlamıştım. Kıyıda kırık dökük bir iskele, bir kaç eski kayık, kayıkların yanında yüzen ördekler, kumsalda kumlara şekil çizen bir çocuk... Bunların hepsinin yer alacağı bir karenin, güzel bir fotoğraf olacağını düşünmüştüm ama, arabadan inmemle binmem bir olmuştu. Çünkü bütün köyün köpekleri dişlerini çıkarmış, bana hamle yapmak için fırsat kolluyorlardı.
Daha sonra arkamda köpek sürüsüyle köyü terk etmiştim...
Sonunda sora sora aradığım adresi bulmuştum: Gölyazı veya eski adıyla Apolyont. Gerçekten de rengarenk kayıklar ağaçların altına çekilmişti... Göl balıkçıları, sazan ağlarını onarmaya koyulmuşlardı... Sahildeki işimi bitirip, köyün iç kısımlarına girince, gördüğüm güzellikler karşısında şaşkına dönmüştüm... Daracık sokakların kenarlarına sıralanmış, pencerelerinin önüne teneke içinde sardunyalar konmuş, aşı boyalı, bacasından duman tüten evleri hayran hayran seyretmiştim. Bir de, her önüme çıkanın, 'hoş geldiniz' demesine sevinmiştim.
Bakkaldan aldığım ekmek-peynirle karnımı doyurduktan sonra, küçük köyün her sokağına dalmış, cömertçe filim harcamıştım. Soba için yığılmış kökler, turkuaza boyanmış kapılar ve pencere pervazları, üst üste yığılmış balık ağları, mora çalan mavi ile boyanmış cami kubbesi, sürüler halinde geçen ördekler ve onların uçtuğu istikametten gelen tüfek sesleri... Tüm bu güzellikleri bir fotoğraf karesinde donduramamanın telaşını yaşamıştım.
İkinci günü bitirip Bursa'nın kalabalığına döndüğümde köy görüntüleri hala gözümün önünden gitmemişti.
Manyas Gölü’nün sessiz kıyıları
Üçüncü gün üçüncü gölüm Manyas'tı. Gölü gezmeye yine Kuş Cenneti'nden başlamıştım. Burası Uluabat'a göre daha organize bir yerdi. Yürüme yolları, kuşları anlatan tabelalar ve oklarla, gezenlere kolaylıklar sağlamıştı. Ama ben yine, bir kaç serçe dışında kuş görmeyi başaramamıştım. Gölü çepeçevre dolaşıp uzun hafta sonunu bitirmeyi planlamıştım. Önce Manyas kasabasına uğramış, oradan geleneksel alışverişimi yapmıştım: Manyas Peyniri, kaymak tadında lor peyniri, kaşara benzer diğer bir peynir... Sonra sırasıyla Satur, Hamamlı, Kocagöl, Gölyaka, Bereketli, Doğruca köylerini geçerek göl turumu tamamlamıştım.
Beni Bandırma'dan İstanbul'a götürecek feribota bindiğimde tüm vücudumu tatlı bir yorgunluğun sardığını hissetmiştim.
SON SÖZ
Batı'da yayınlanan gazetelerin gezi eklerine sıklıkla bakarım. Orada en çok hoşuma giden yazılar, köşede bucakta kalmış küçük köyler ve kasabalar hakkında yazılanlar olur. O küçük kasabanın özel yemeği, lokantası, içeceği, kahvesi, gölü, nehiri ballandıra ballandıra anlatılır. Bu yazılar genellikle güzel fotoğraflarla süslenir. O fotoğraflara bakıp düşler kurarım. Ve kurduğum düşlere inanıp, orada yazılan köy ve kasabaların benzerlerini bulacağımı umarak yollara düşerim. Bu yolculuğum da onlardan biriydi. Her zaman olduğu gibi, bir kaç küçük güzellik dışında yine düş kırıklığına uğramıştım. Hiç bir mimari kurala uymayan, gelişi güzel yapılmış evler, çamurlu sokaklar, lokantasız, kahvesiz kıyılar... Romantizmden uzak, sert ve renksiz çizgiler... Ama ben yine de bıkmadan usanmadan düşlerimin peşinde koşmaya devam edeceğim.