Garsonların hepsi âmâydı
“Bar – Restaurant – Lounge DANS LE NOIR... Müthiş bir tecrübe yaşayacaksınız, akşam yemeğinizi zifiri karanlıkta yiyecek, içkinizi zifiri karanlıkta içeceksiniz.”
Tanıtım broşürü böyle diyor DANS LE NOIR adlı bu orijinal lokantanın...
“İlk duyduğunuzda size garip bir fikir gibi gelebilir, çünkü insanın en önemli duyularından biri olan GÖRME DUYUSU ortadan kalkınca, herşey allak bullak oluyor. Âmâ garsonlarımızın rehberliğinde, tat ve koku alma duyularınızı yeniden harekete geçirecek, lezzetli olduğu kadar pedagojik bir mutfak tadacaksınız. Paris’in göbeğinde, yaratıcı ve dayanışmacı bir dünyaya yüzünü dönenleri bir araya getiren, farklı bir yere geleceksiniz...”
Gerçekten de farklı, hatta TUHAF bir yer burası...
Yazarınız bir kez daha – siz sevgili okurları için – kendini feda etti ve denedi.
Ben ki, ‘ormantik’ olsun diye loş yerde yemeğe gelemem...
Ben ki Raquel Welch bile olsa karşımdaki, öyle mum ışığına filan tahammül edemem!
Ben Türkiye Cumhuriyeti’nde doğmuş büyümüşüm arkadaş, ne yediğimi görmem lazım benim!
... diye büyük konuşursan, Japon Teyzem seni böyle KARANLIKTA’ya götürür işte!
‘Çok değişik bir yer. Göreceksiniz! Başbaşa yemek için ve iş konuşmak için çok orijinal bir ortam!..’ dediydi de, ben hâlâ kıllanmadımdı.
Dışarıdan bakınca da bir şey görünmüyordu.
İçerisi de karanlık bir bar alt tarafı.
Neden kimi barların böyle loş olması gerektiğini hiç anlamamışımdır. Zamparalar bir köşede öpüşüp koklaşabilsin diye mi, hani bizim gençliğimizin diskoları gibi?
Duvarda gazete kesikleri, lokantanın reklamını yapan...
Biri diyor ki ‘En baskın duyunuz olan GÖRME işe yaramaz hale gelince, önemini unuttuğunuz diğer dört duyunuz harekete geçecek: tat alma, koku alma, duyma ve dokunma... Çok farklı bir tecrübe yaşayacaksınız...”
Netekim, niye yemeğin illa 20’de veya 22’de başlaması gerektiğini, rezervasyon yapan görevlinin niye bu kadar ısrar ettiğini anlamamıştım.
Karanlıkta Japonum’la burun buruna içkimizi içtik, saat 20 oldu ve bizi içeriye davet ettiler ki anladım...
50 kadar ‘bon şık mon şer’ müşteri, adını unuttuğum o salak dansı yapar gibi kuyruğa girdik, herkes önündekinin omzuna elini koydu ve ... âmâ (yani iki gözü de görmeyen) garsonların rehberliğinde, birbirinden loş bölmelerden geçerek... zifiri karanlık salona vardık.
Âma garsonumuz bizi itinayla oturturken ve tabağın, bardağın, tuzluğun filan yerini öğretirken kendini tanıttı:
- Hoş geldiniz! Benim adım François, sizin garsonunuz benim. Adımı iyi belleyin!..
Bellemek lazımmış, çünkü – alışık olduğu için zifirî karanlık ortamda rahatlıkla gidip gelen, masadaki her şeyin yerini ezbere bilen - bu âmâ François, gerçekten bizim gözümüz kulağımız olacakmış bir, bir buçuk saat boyunca...
‘Sürpriz mönü’ beni bozar, zaten yediğimi görmüyorum bari ne olduğunu bileyim, dedim.
Japon alışık, önüne ne konsa yiyor zaten. Suşi yiyen, her haltı yer...
Garip bir his, kör gibisiniz, en küçük bir ışık yok salonda.
... Yemezler, canım, cep telefonunun ışığını, çakmağı filan unutun!
Girmeden önce, ceplerinizi boşalttırıyorlar size. Cep telefonu, fener, çakmak, janjanlı saat filan, ne varsa emanete bırakıyorsunuz.
Yani tam karanlık!
Allak bullak oluyor insan...
Çatalın, bıçağın, tuzluğun, bardağın yerini iyi belleyeceksin. Hareketlerin çok dikkatli olacak, şarap kadehini devirmeyecek, çorba kaşığını ağzınıza diye burnunu sokmayacaksın...
Gülmeyin, çok zor iş bu söylediğim.
İnanın, karşınızdaki, yani 50 santim ötenizdeki hoş kadını bile göremiyor insan.
Bir yirmi, yirmi beş dakika sürüyor alışmak.
Gerçekten de, gözünüz kör olunca, diğer duyularınız keskinleşiyormuş. Birbirinin yerini bilmediği, birbirini görmediği için sesini giderek yükselten insanların konuşmaları beyninizi oyuyor. Japon kadının Kenzo kokusunu birden fazlasıyla hissediyorsunuz. Tabağınızdaki yemeği önce koklama, sonra ‘elleme’ihtiyacına karşı koyamıyorsunuz...
Derken, panik hali geçiyor ve tuhaf bir duygu kaplıyor içinizi. (Klostrofobiniz olmasa daha iyi olur tabii ki!) Bu garip hissi doya doya yaşamayı deniyorsunuz.
Çiğnediniz eti damağınız daha bir çok algılıyor, baharatın kokusu daha bir keskin geliyor.
Bu saçmalığın gerekçesi de bu zaten: “En baskın duyunuz olan görme işe yaramayınca, diğer 4 duyunuz daha keskinleşir ve farklı tatlar almaya başlar, yediklerinizi çok farklı algılarsınız...”
- François!
- Oui Monsieur?
- Madam’a tuvalete kadar eşlik edebilir misiniz lütfen!
Başka çare yok, centilmenlik edeyim desem, muhtemelen porselen dükkânına girmiş bir file dönüşeceğim lokantada.
- François!
- Oui Monsieur?
- Şarap şişesini bulamıyorum... / Peçetemi düşürdüm! / Tatlımı kesemiyorum...
Ve insanı kıskandıracak bir rahatlıkla hareket ediyor François bu zifirî karanlıkta...
Bir daha gider miyim?
Muhtemelen hayır, ama doğrusu bir kere denemeye değer...
Not-1: Nasılsa soracaksınız, öyle aman aman pahalı değil, adambaşı 50 Avro civarında... Zaten önemli olan ne yediğiniz değil, nasıl (!) yediğiniz yani atmosfere ve yaşadığınız tecrübeye para ödüyorsunuz.
Not-2: Küçük kazalar da olmuyor değil tabii ki. Japon misafirim epey hoş bir kadındı, ama o kadar. Herhangi bir ‘yanlış anlaşılma’ herşeyi mahvedebilirdi. Onun için, bir ara masanın altından, sol dizimi okşayan eli hissedince, Allah biliyor ya, çok keyfim kaçtı. Evet demem mümkün değil, röfüze etmem işi bozabilir... Elimi yavaşça dizimi okşayan elin üstüne koyup, nazik ve anlaşıylı bir hareketle iteyim dedim ki... kocaman, nasırlı ve sert sert kıllı bir el geldi elime. Dokunmamla sanki üstümde örümcek geziyormuş gibi itmem bir oldu. Muhtemelen yan masadaki adam, dizi tutturamamıştı!
Not-3: Genç ve güzel bir Japonla başbaşa niye, üstelik böyle zifirî karanlıkta niye yemek yediğimden size ne! Kaynanam mısınız benim!
Not-4: Bu tecrübeyi size bir tane daha ‘Elâlem yağı bol bulmuş, orasına burasına sürüyor...’ örneği vermek için anlattım.