Erdoğan GÜMÜŞ | Fotoğraf: Erdoğan Gümüş, Alamy
Türkiye'nin en güzel yürüyüş rotası! Yol üstünde denize girilecek yerleri çok seveceksiniz...
Kimine göre ‘ışıklar ülkesi’, kimine göre ‘efsaneler diyarı’. Her ne olursa olsun bana göre de mavi ile yeşilin buluştuğu, zeytin ve çam ağaçlarının yollarının kesiştiği, mitolojinin kaynağı eşsiz güzellikte muhteşem bir coğrafya. Hani insanın bazen “Rüya gibiydi” dediği anlar vardır ya, işte Likya Yolu’nu yürümek, muhteşem güzelliğinde yolculuk yapmak, rüya gibi değil rüyanın ta kendisini yaşamak adeta.
Fethiye’den Antalya’ya uzanan Likya Yolu, turizm otoritelerine göre, dünyanın en iyi 10 uzun yürüyüş rotasından biri. 509 kilometrelik patika, yardımsever yörükler, antik kentler ve yeşilin her tonuyla unutulmaz bir macera fırsatı. İşte size Likya Yolu gezi rehberi…
Ünü dünyaya yayılmış bu yolu keşfetmek ve yürümek için 600 km uzaktan, Ankara’dan buralara kadar gelmek değerdi elbette. 509 kilometrelik yolu bir seferde yürümek bir hayli zor.
Yükselen beyaz bulutlar ve altında masmavi görüntüsüyle kartpostalların vazgeçilmez manzarası Ölüdeniz, üzerinde beyaz gelinlikler misali bulutların arasından muhteşem görünüyordu. Rengârenk görünümleriyle bir o yana bir bu yana süzülen yamaç paraşütleri gelinliklerin süsleri gibiydi.
Ada çayı, kekik kokularını ciğerlerimize çekmenin, çam ağaçları, kestane ağaçları gölgesinde eğlenip mola vermenin keyfine vararak yürüyüşümüze devam ediyorduk. Kırmızı beyaz çizgiler yolumuzu tarif ederken bazen yol ayrımlarındaki çarpı işaretleri, yanlış patikalara yönelmeden doğru yönde yürümemizi sağlıyordu.
Mitlere mekân olmuş, iki yüksek dağ arasındaki eşsiz manzarasıyla büyüleniyoruz. Vadide sanki bir ses, efsane bir aşkın hikâyesini fısıldıyordu kulaklarımıza: “Derler ki, sular altında kalan vadideki köyün efsanevi kızı kendisini terk eden İngiliz şövalyeyi hâlâ beklemektedir ve ruhu asla vadiyi terk etmemiştir.”
Güneş, turuncu, kızıl ve sarının hâkim olduğu rengârenk görünümüyle, İngiliz şövalyenin köylü kızını terk edişi gibi veda ediyordu Kelebekler Vadisi’ne. Ama bir farkla; köylü kızını terk eden şövalyeye kızgınlığımızı artırırken, güneş bütün kızıllığı ile batışına hayran bırakıyordu bizleri…
Bizim için daha kolay bir parkur artık. Çoğunlukla ağaçların arasında ve gölge bir ortamda yürüyoruz. Ara sıra, tek başına ya da bir arkadaşıyla yürüyen turistlere rastlıyoruz. Son derece sıcak selamlaşmalarla ilerliyoruz.
Aşağı indiğimizde bizi ilk karşılayan, kesif keçiboynuzu ağaçlarının yaydığı koku oluyor. Beyaz-gri çakıl ve kum karışımı plajı ve deniziyle, ülkemizin en nadide yerlerinden biri Kabak Koyu. Tüm yorgunluğumuzu atacağımız Likya Yolu’nun enfes bir konaklama durağı…
Kıyıdaki kafede sırt çantalarımızı bırakıp çarşaf gibi sularına bırakıyoruz kendimizi. Biraz önce ayaklarımıza inen kara sular, koyun serin sularında yer değiştiriyor adeta. Artık yorgunluğumuzdan eser bile kalmıyor. Güneşin nazlı ışıklarının denize döküldüğü eşsiz manzarayı anlatmada kelimeler bile yetersiz kalıyor. Hani derler ya: “Anlatılmaz, yaşanır” işte, Kabak Koyu’nda günbatımı tam da bu…
Sadece denizden ulaşılan güzellik
Likya Yolu’nda programımızın üçüncü günkü durağı Kekova (Kaleköy) olarak anılan Simena Antik Kenti ve bölgenin koylarını gezmek üzere tekne turu olarak planlanmıştı.
Likya Yolu’nda programımızın üçüncü günkü durağı Kekova (Kaleköy) olarak anılan Simena Antik Kenti ve bölgenin koylarını gezmek üzere tekne turu olarak planlanmıştı.
Her tarafı tarihî kalıntılarla dolu. İlk önceleri bölgede yüzme ve dalışa konan yasak, sonraki yıllarda kaldırılmışsa da en azından tarihî batık alanlardaki yasak devam ettirilmiş.
Yarımadanın denize açılan noktasındayız. Bu mavi, başka bir mavi dercesine farklı bir maviyle karşı karşıyayız. Derinliği 10 metreleri bulan ve dibi neredeyse tüm ayrıntılarıyla görülebilen bir koy.
Bir sonraki uğrak noktamız Batık Kent. Bir zamanlar kaçırılmış tarihî eserlerin de bulunduğu bu alanda, tarihî eserlerin korunması amacıyla teknelerin durması, yüzmek ve dalmak yasaklanmış. Teknemiz, bir kısmı suyun üstünde bir kısmı suyun altında kalan Batık Kent’in yakınından geçerek ağır ağır ilerliyor. Bir taraftan denizin dibinde olası bir eseri görebilme umuduyla, bir taraftan da kıyıda, yamaçta yer alan harabeleri, merak içinde ve hayran bakışlarla seyrediyoruz. Tekne turumuzun en güzel duraklarından biri Likya kıyı kenti Simena oluyor elbette.
Simena Antik Kenti, birinci derece arkeolojik antik kent olarak tescillenmiş. MÖ 4. yüzyıldan günümüze kadar yerleşim alanı olmuş stratejik bir nokta. Antik Kent günümüzde adanın hâkim tepesinde inşa edilen kalesinden dolayı Kaleköy olarak da anılıyor. Türkiye’nin sadece denizden ulaşımı sağlanan ender yerleşim alanlarından bir tanesi. Ada Perslerin, Romalıların hâkimiyetinin ardından Osmanlı hâkimiyetine geçmiş.
Merdivenlerden yaklaşık 300 metre yukarıda yer alan kaleye doğru çıkarken, yörenin kadınları el işi hediyelik eşyalardan almamızı istiyorlar. İçlerinden bir yaşlı kadına “Fotoğraf çekebilir miyim?” diye sorduğumda, “Hep çekiyorsunuz, çekiyorsunuz ama bir şey almıyorsunuz” diye sitemde bulunuyor. Neyse ki küçük bir eşya alarak gönlünü almaya çalışıyorum. Kaleye çıkıyoruz. Kaleden Kekova bölgesi adeta ayaklarımızın altındaymışçasına muhteşem görünüyor. Akşam vaktine yaklaşıyor olmamız, güneş ışıklarının denizin üzerinde yansıması bir başka güzellik katıyor bu manzaraya.
Kalenin içinde yer alan dünyanın en küçük amfi tiyatrosu, dışında geniş bir alana yayılmış kaya mezarları ve onlarca Likya tipi lahitler ilk gözümüze çarpan tarihî kalıntılar oluyor. Bu kalıntılar arasında kendimizi, uygarlıklar arası gezintiye çıkmış gibi hissediyoruz. Ve nihayet şahane Likya Yolu seyahatimizi damak tadıyla da taçlandırma zamanı geldi diye düşünüyoruz Simena’da.