Floransa’da sanatla yıkandım
Havalar ısındıkça benim de kanım kaynamaya başlıyor. Yola çıkma arzum dizginlenemez hale geliyor. Uçak yerine karayoluyla yolculuk yapmayı çok severim. Kendimi otomobilde daha özgür hissederim. Çünkü direksiyon bendedir. Nereye istersem oraya çeviririm. Otoyolları mecbur kalmadıkça tercih etmem. Yan yollar bana daha sevimli gelir. Çünkü gerçeği saklamadan gösterirler. Yola çıkma zamanı geliyor. Kimimiz tatili, kimimiz yorgunluğu bahane edip yollara düşeceğiz. Amaç fırsatları değerlendirip kaçmak. Nisanda Paskalya tatili var. Turizm acenteleri bu tatil için fiyatları neredeyse yarıya çektiler. Bunu değerlendirmek lazım. Bu hafta İtalya’da izlediğim rotayı anlatacağım. Belki sizi tahrik edip yola çıkmanıza sebep olurum.
Pazar sabahı öğleden önce Roma’ya vardım. Yola çıkmadan önce internet aracılığıyla bir otomobil kiralamıştım. Gümrük ve pasaport işlemlerini bitirip, sonradan başıma dert olacak kiralık aracı aldım ve otoyoldan Floransa’ya doğru saptım. Güneşli ama serin bir bahar başlangıcıydı. Radyoda Napoliten çalan bir istasyon bulup, Toskana’ya doğru tırmanmaya başladım.
Sanata, tarihe ve dünyanın en güzel manzaralarına doğru gittiğimi biliyordum. Göreceklerimi düşününce heyecanlandım. Yol kıyısındaki tarlalar henüz yeşermemişti. Göz alabildiğine uzanan bağlarda asma kütükleri, yeni yeni yapraklanıyordu. Zeytin ağaçları, gri-yeşil yapraklarıyla yamaçları süslüyordu. Tepelerdeki çan kuleli küçük köyler, masalımsı görüntüler oluşturuyordu.
Manzarayı göz ucuyla izleyip, zeytinyağını, yakut kırmızısı şarabı, kalın kabuklu köy ekmeğini, Toskana’nın ünlü salamlarını, jambonlarını, sucuklarını, peynirlerini düşleyip ağzımı sulandırdım. Tüm bunlara bir an önce kavuşabilmek için gaza biraz daha yüklendim.
Tam hesapladığım saatte Floransa’ya girdim. Arno Nehri’nin üstündeki köprülerden birini aşıp, kentin merkezine doğru yöneldim. Pazar olduğu için sakin olan sokaklarda kaybola kaybola sonunda otelimi buldum. Ama araç park edecek her hangi bir yer bulamadım. Her şeyi göze alıp kaldırıma çıktım. Binadan içeri girince resepsiyonu göreceğimi ummuştum. Yanılmışım. Resepsiyon üçüncü katta, kalacağım oda ise birinci kattaydı. Görevliye derdimi anlattım. Oda anahtarını verip, beş dakikaya kadar birisinin gelip otomobili alacağını ve arka sokaklardan birindeki anlaşmalı parka götüreceğini söyledi.
FLORANSA’DA UYANMAK
Hava üşütecek kadar serindi. Bahar güneşi henüz buraları ısıtamamıştı. Otomobilin Floransa’da başa bela olduğunu daha ilk günden öğrenmiştim. Giysi değiştirirken, E. M. Forster’ın Floransa’da geçen “Manzaralı Oda” romanında yazdıkları geldi: “Floransa’da uyanmak hoştur; aydınlık, çıplak ve zemini temiz olmadığı halde öyle görünen kırmızı karo taşlı bir odada, keman ve nefesli sazların sarı renkli ormanlarında, pembe ejderhalarla mavi aşk tanrılarının oynaştığı tavanı resimli odada, gözlerini açmak hoştur. Parmaklarını tanıdık olmayan sürgülerde acıtarak pencereleri sonuna kadar açmak, karşıda güzel tepeler, ağaçlar ve mermer kiliseler varken ve hemen aşağıda Arno, yolun toprak setine çağıldarken, gün ışığına sarkmak da hoştur...” Daha gezinin başında heyecanlandım.
Otelden çıkıp yürümeye başladım. Kentin sokakları diğer İtalya kentlerinde olduğu gibi daracıktı. Labirente benzeyen gizemli geçitleri, küçük meydanları, taş duvarlı evleriyle Ortaçağ görünümü sunuyordu. Önce Duomo’yu (Floransa Katedrali) gezdim. Kentin en yüksek ve en büyük yapısının üstündeki süslemelerdeki sabıra şaşırdım kaldım. Bu koca binayı çevreleyen yüksek duvarların her milimetre karesinin oymalarla, kabartmalarla, resimlerle kaplandığını görüp hayrete düştüm. Duomo’nun tam karşısındaki, bir çok ünlünün vaftiz edildiği Vaftizhane’nin tavan mozaiklerine şapka çıkardım.
Signora Meydanı’nda, Cellini’nin bronz Perseus heykelini, Giambologna’nın tek mermer bloğundan yontuğu “Sabina Kadınlarına Tecavüz” adlı şaheserini, su perileriyle çevrilmiş Neptün Çeşmesi’ni seyrederken kendimden geçtim. Mermerin böylesine nasıl kıvrılıp büküldüğüne akıl sır erdiremedim. Sanatçılar mermeri sanki ateşte ısıtmış, yumuşatmış, sonra şekillendirmişti. Heykellerin canlı olduğuna yemin edebilirdim. Derinin altındaki kas kıvrımları, sinirler, damarlar ayan beyan görünüyordu.
Bir sanat seliyle karşılaşacağımı biliyordum ama, böylesine bir saldırı beklemiyordum. Her köşede karşıma bir başka güzellik çıkıyordu. Serseme dönmüştüm. Şaheserler arasında koştururken, ayaklarıma inen karasuların öfkesini dindirebilmek için bol bol espresso molası veriyordum.
DANTE’NİN SOKAĞINDA
Dar ve güneşsiz sokaklarda dolaşırken, ayazın üstümdeki giysileri, derimi, etimi delip geçip, iliklerimi dondurduğunu hissediyordum. Ama vız geliyordu. Vecchio Sarayı’nın geniş salonlarında, gizli geçitlerinde dolaşırken, duvarlardaki resimlere, fresklere, heykellere bakarken asırlar öncesi yaşamları canlandırmaya çalıştım. Bazen de süslemelerin yoğunluğu karşısında yorulup, küçük pencerelerden gökyüzüne bakarak gözlerimi dinlendirdim.
Sarayda en çok ilgimi çeken mekanlardan biri harita odasıydı. Duvarlara yapılmış dev haritalardan 16. yüzyıl dünyasını seyrederken, Floransalıların ustalığına şahit oldum. Bugün Floransa Belediye Sarayı olarak hizmet gören Vecchio Sarayı’nın kapısından çıktığımda gördüklerimi düzene sokmakta zorlandım.
Dante Alighieri’nin evi, dar bir sokakta karşıma çıktı. Evden çok buğday ambarını andırıyordu. Soğuğa aldırmadan evlerden birinin merdivenlerine oturdum. Batı edebiyatının en büyük ustalarından biri olan Dante bu sokakta büyümüş, imparatorluk yanlısı Ghilbelliholara karşı bu sokakta mücadele geliştirmiş, ünlü baladlarından bazılarını bu sokağa bakarak yazmış, en önemlisi güzeller güzeli ilham perisi Beatrice’i burada tanımıştı.
ŞAHESERLER GEÇİDİ
Floransa’da her köşe bucağı gezmeye, her heykelin önünde durmağa, her kiliseye bakmaya kalksam, birkaç ayımı burada geçirme zorunda kalırdım. En ünlü mekanlarla yetiniyordum. Örneğin eski hükümet binası Bargello’da, Michelangelo, Donatello, Giambologna ve Cellini’ye ayrılmış salonlardaki heykel koleksiyonunu görmeden gitmek olmazdı. Veya Santa Croce Kilisesi’nde Michelangelo ve Galileo’nun lahitlerini nasıl “es” geçebilirdim. Galeria dell’Accademia’da, Michelangelo’nun ünlü Davut heykeline bu kadar yaklaşmışken onu görmeden gidebilir miydim?
Floransa’da beni en çok etkileyen eserlerden biri de Vecchio Köprüsü oldu. 1345’te yapılmış, II. Dünya Savaşı’ndaki bombardımandan kurtulmayı başarmıştı. Köprünün iki yüzünde, küçük iş yerleri vardı. Bir zamanların kasap, derici, demirci atölyeleri, şimdilerde turistik kuyumculara dönüşmüştü.
Köprüyü geçip, Pitti Sarayı’na gittim. Banker Lucca Pitti’nin 1457’de Medicileri alt etmek için yaptırdığı devasa sarayın salonlarında yarım günümü harcadım. Sonrasında sarayın arkasındaki Boboli Bahçesi’nde, Rönesans dönemi bahçe süslemesinin en güzel örnekleri arasında dolaşıp durdum.
Floransa’ya elveda deme zamanı gelince, kira parası kadar park ücreti ödeyerek otomobilimi aldım. Otobanda Pisa’ya doğru giderken, bütün hücrelerimin sanatla dolup taştığını hissettim.
Toskana gezisine haftaya devam edeceğiz: Leonardo’nun köyü, eğri kulesiyle Pisa, ortaçağın en güzeli Siena ve lezzet durakları...
TOSKANA LEZZETLERİ
Sebzeli Ribollita çorbasını, portakallı ve ballı Ricciarelli’yi tatmayı unutmayın
Toskana mutfağının baş köşesinde zeytinyağı, domates, jambon, kuru fasulye ve salam oturur. Turistik restoranların dışında, gerçek Floransalıların yemek yediği yerlerde klasik pizza ve makarna çeşitlerine rastlamak zordur. Ben en çok kuru fasulye, lahana, çeşitli sebzeler ve otlarla yapılan bölgenin ünlü çorbası Ribollita’yı sevdim. Eğer yolunuz Toskana’ya düşerse bu çorbanın tadına bakmanızı hararetle öneririm. Damağımda iz bırakan diğer tatları şöyle sıralayabilirim: “Pappardelle alla Lepre” adı verilen tavşan etiyle yapılan kalın erişte, enginar parçalarıyla pişirilmiş kemiksiz kuzu fırın, baharatlı kalamar, şişte kızartılmış scarmorza peyniri, kırmızı şarapta pişirilmiş sığır yahnisi, tereyağında sote edilmiş porçini mantarı, domates soslu tuzlu morina balığı, taze domates, bol sarımsak ve ince kıyılmış enginar ile tatlandırılmış “Spagetti alla Cecco”, aynı sosun içine kum midyesi katarak yapılan “Spagetti con le vongole”... Bütün bu yemeklerin üstüne “Panforte” denen karanfil ve tarçınla yapılan baharatlı keki veya badem ezmesini, portakal kabuğu rendesi ve balla yapılan “Ricciarelli”yi mutlaka yemek gerekiyor. Yörenin bağlarından damıtılan Chianti şaraplarıyla yıldızım bir türlü barışmadı. Asitidesini yüksek bulurum. Damağımı tırmalamasından rahatsız olurum. Ama yine bölge şaraplarından olan Brunello di Montalcino veya Vino Nobile di Montepulciano’nun enfes tadını da inkar edemem. Lezzet meraklılarının ayrıca San Lorenzo sokağındaki “Mercato Centrale”e mutlaka uğramalarını, buranın birinci katındaki dükkanlarda satılan peynirleri, şarküteri malzemelerini, etleri, av hayvanlarını görmelerini ve tipik Toskana yemeği satan tezgahların arasında dolaşmalarını öneririm.