Eski Erdek, eskimeyen Erdek
Havlu atacak yer kalmayacak kadar dolan plajları, ta kıştan ‘yazılınmış’ prestijli kamu kampları ve çadırcıların, karavancıların gözdesi olan üç-beş campingiyle oldukça meşhur ve hareketliydi.
Eski tip tatil anlayışının yerini tüketime dayalı ‘her şey dâhil’ düzenine bırakmasıyla gözden düşen Erdek, yetmişlerin ve seksenlerin büyük bir kısmında parıldayan bir sayfiye yeriydi. Ankara, İstanbul ve Eskişehirli orta sınıfın bulunduğu, denizi kum, insanı cana yakın ve sebzesi meyvesi bol bir yerdi. Hâlâ da öyledir. Ancak artık yeni gelişen turizm dalgası içinde eski şöhretini yitirmiş Yeşilçam yıldızları gibi sönüp gitmiştir.
Özal ile birlikte “bacasız sanayi” diye işaret edilen turizmin aslında yazları gidip iki-üç hafta dinlenmek, denize girip, gölgede kafa dinleyip okey oynamaktan ibaret olmadığı fark edildi. Deniz artık turizm tesisleri için küçük bir ayrıntı, oda manzaralarını tamamlayıp zenginleştiren görkemli bir dekor olarak sayılmaya, deniz kıyısına havuzlar inşa edilmeye başlandı. Bir yıl boyunca çalışmanın karşılığı olarak tatil yapmanın, dinlenmekten öte bir cennet simülasyonuyla ödüllendirilmesi gerektiğini ima eden tesisler yapıldı. Bu tesislerde tatilci (yani müşteri) bir kapıdan geçiyor, koluna taktığı bantla gönlünce yiyip içebiliyor, denizlere, havuzlara, diskolara, saunalara, spa’lara girip çıkabiliyor, bir yıla belki de yıllara yayılan emeğinin mükâfatını böyle alabiliyordu. Yeni tatil fikri, dinlenmeyi değil insanın ömrünü cehenneme çeviren çalışma hayatına karşılık sınırsızca tüketim vaat eden bir dünya cenneti öneriyordu. Tuttu da...
YA İÇİNDESİNDİR ÇEMBERİN...
Erdek belki ‘maalesef’, belki ‘şükür ki’ bu çemberin dışında kaldı. O “her şey dahil”li, çok yıldızlı tesislerden birini yapabilmek için yer yoktu Erdek’te. Deniz otobüsleri İstanbul-Bandırma arasını epey yakınlaştırmıştı ama yine de Erdek çok sapa bir mevkide kalıyordu. Üstelik şehrin fiziksel potansiyeli her anlamda çok yoğun ve kalabalık bir turizm için elverişli değildi. Otoparkları bile sınırlıydı, sandık sandık insan getiren tur otobüslerinin bile dönemeyeceği küçücük sokakları, minicik kaldırımlı mahalleleri olan bir taşra kasabasından ibaretti. Olmadı. “Vahşi kapitalizm” diye meşhur olan düzenin turizm şubesi, bu “antika” Erdek’i beğenemedi.
Sonra devlet, kamplarını elden çıkarmaya başladı. Ardından mülkü ve işletmesi ordunun elinde olan birçok tesis satıldı, özelleşti. Erdek’i besleyen, nüfusunu kış mevsimine nispetle on-yirmi katına çıkaran ortasınıf kalabalığı Erdek’ten uzaklaşmaya başladı. Kamplar satıldığından yeni memurlar, yeni nesil askerler gelemediler. Ama Erdek’i kamp zamanı tanıyıp sevmiş memur ve asker aileleri emekliliklerini buradan mülk alarak değerlendirdiler. Emekli memurlar, mütekait askerler Erdekli oldular. Bir-iki yeni nesil tesis, birkaç tane de şık ve yeni otel dışında Erdek, yetmişli ve seksenli yıllardaki cümbüşlü haline kıyasla sessizliğe gömüldü. Erdek’te zaman, böylece durdu.
Bütün bunlar bir metruk kasaba fotoğrafı canlandırmasın gözünüzde. Erdek hâlâ yazları cıvıl cıvıl oluyor. Eski, şaşaalı günlerine kıyasla sakin sayılsa da ucuz otelleri, tertemiz denizi, kafa dinlemek için ideal tesisleri, köyleri ve pansiyonlarıyla İstanbul’dan çok uzağa gitmeden, çok para harcamadan, tatilci gürültüsü patırtısı içinde kalmadan tatil yapmak isteyenler için, dinlenmeyi kâr sayan eski tip tatilciler için ideal bir yer. Kolunuza takılan naylon bileziklerle, önünüzde tren katarları gibi uzanan açık büfelere değil de bir asırlık zeytinlerin arasına gerilmiş hamaklara, şefkatli, sakin gölgelere düşkünseniz, Erdek hâlâ İstanbul’a en yakın güzelliklerden, en cazip seçeneklerden biri.