Nedim GÜRSEL
Son Güncelleme:
Efsunlu güzelliklerin şehri Vendôme
Vendôme adına Paris günlerimden bu yana, hatta çok daha önceleri, Fransa’ya gelmeden de aşinaydım. Bu ad Paris’in en güzel alanlarından birine verilmişti çünkü. Orta Fransa’da küçük bir kent olduğunu da biliyordum, yolum oraya hiç düşmemiş olsa da. Ama Vendôme’un yalnızca bu bölgenin değil Fransa’nın en güzel, en çarpıcı kentlerinden biri olduğunun farkına varmam için güneşli bir eylül ikindisinde buraya dek gelip postu Saint-Martin Meydanı’ndaki bir kahve terasına sermem gerekti.
Saint-Martin Meydanı’nın ortasından göğe yükselen kuleye neredeyse sırtımı dayamış vaziyette oturuyorum. Kilisesini yitirmiş bir çan kulesi bu, kentin simgesi olmuş nice zamandır. Loir Deresi’nin (dere diyorum çünkü buradan az ötede akan Loire Irmağı’ndan farklı, daha küçük, çok daha uysal bir su. Sonunda “e” harfi yok ama kıyısında alımlı şatoların boy gösterdiği Loire’la okunuşu aynı) taşması sonucunda zayıflayan temeller zamana yenilmiş ve günün birinde, iki yüzyıl kadar önce çöküvermiş kilise. Enkazı kaldırıp alanı genişletmişler, bir çan kulesi kalmış yadigâr.
SORMAK İSTERDİM
Gerçi, oturduğum yerden taşa dantel gibi işlenmiş yontularıyla ancak cephesini görebildiğim, kentin “medar-ı iftiharı” Trinité Kilisesi’nin de çan kulesi ana yapıdan ayrı, ama bu kule gibi mahsun ve yalnız değil. Oradaydım az önce. İçeride görülmesi gereken her şeyi, rengârenk vitraylarla Mikelanj’ınkinden hiç de aşağı kalmayan La Pieta’yı, küçük şapellerde yanan devasa mumları, Rubens’inkiler de dahil duvarları boydan boya kaplayan tabloları gördüm.
Yine de, bir şey eksik kaldı sanki: Cemaati, evet bu görkemli yapıya dua etmek için gelenleri de görmek isterdim. Onlara kilisenin adıyla ilgili bir soracağım vardı. Neden Trinité, yani Teslis? Hıristiyanlık inancı, biliyorsunuz, Baba (yani Tanrı), Oğul (yani İsa) ve Kutsal Ruh üçlüsüne dayanır. Dolayısıyla, bir zamanlar yalnızca kilise değil tüm müştemilatıyla bir manastır olan, gotik mimarinin en güzel örneklerinden birinin adının da inanç temelinde koyulmuş olabileceğini düşünüyordum. Oysa 1032 yılının yıldızlı gecelerinden birinde Vendôme Kontu Geoffroy Martel ve eşi Agnès, şatonun avlusundan Loir’in ötesindeki karanlık çayıra üç yıldız kaydığını görmüş. Gidip baktıklarında yıldızlar bir kuyunun dibinde parıldayıp duruyormuş hâlâ. Bunun üzerine Teslis’e inançları daha da pekişmiş ve Trinité Manastırı’nı yaptırmışlar. Yıldızlar ve tanrılar... Ya da, daha doğru bir deyişle, kâinat ve Tanrı. That is the question! İşte sorun burada, ne var ki, beni aşan bir konu Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu, ben size yalnızca, Yahya Kemal’in deyimiyle “efsunlu güzellikleri yaratan bir kenti”, Vendôme’u anlatmakla yükümlüyüm.
PASTA DİLİMİ EVLER
Gerçekten güzel bir kent Vendôme. Pasta dilimine benzeyen eski evleri, su değirmenleri, eski kiliseleri ve ulu ağaçlarıyla doğrusu yaşanacak yer. Loir iki kola ayrıldıktan sonra kentin kurulduğu adacıkları sarıp sarmalıyor, insanlarına serinlik, çiçeklerine yaşam veriyor. Ve salkımsöğütlerin altından, eski surlar boyunca akıp gidiyor kendi yolunda. Evet, hem güzel, hem de eski, çok eski bir kentteyim. Bir tepeye tünemiş kalenin ayakta kalan tek yuvarlak kulesinden belli Vendôme’un eski bir kent olduğu. Surlarından ve su değirmenlerinden belli. Bir de çınar ağaçlarından... Arşiv belgelerine bakılırsa Vendôme Kontluğu 9’uncu yüzyıldan bu yana var. Ama 587 yılındaki kayıtlarda kentin adına “Vindocino” biçiminde rastlamak mümkün.
Isıtmayan eylül güneşinde nasıl da duru, saydam her şey! Ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamadı henüz, Orta Fransa’nın bu ücra kasabasında dünyanın hayhuyundan uzaktayım. Ne çalan telefon var ne de kötü haber. Derken Balzac’a gidiyor aklım...
LEYLİ MECCANİ BALZAC
Nerden çıktı şimdi Balzac, diyeceğinizi biliyorum. Söyleyeyim: Ünlü yazar yedi yıl daimi yatılı okumuş Vendôme Koleji’nde. Tembel, yalnız, öğretmenleri tarafından sürekli cezalandırılan bir öğrenciymiş. Değil hafta sonları ailesini görmek, dışarıya bile çıkmasına izin verilmeyen çocuk Balzac’ın mutsuzluğunu, anne şefkatinden uzakta geçen yatılı okul yıllarını düşünüyorum. Ve uyumsuz, asi bir öğrenci olduğu için, derslerine çalışacağına hayaller kurduğu için, dayak da dahil aldığı cezaları. Bir köşeye çekilip, eğlenceden, oyundan, arkadaşlarından uzak, okuduğu kitapları. Resimli Dünya’da anlattığım bir başka yatılı okul öğrencisine ne kadar da benziyor. 19’uncu yüzyılın başında Vendôme Koleji öğrencilerinin nasıl giyindiklerini biliyoruz: Başta yuvarlak şapka, lacivert yakalı gri gömlek ve siyah pantolon. Belki yuvarlak şapkalarımız yoktu ama, bizim de Galatasaray’da okurken lacivert ceketlerimiz, sarı kırmızı kravatlarımız vardı. Balzac, bu görkemli yapıda geçirdigi günleri dile getiren Louis Lambert adlı romanında şöyle betimliyor okulunu: “Kolej kent merkezinde, Loir Deresi’nin kıyısındaki eski yapılardan oluşuyordu. Bu tür eğitim kurumlarında olması gereken her türlü müştemilata sahipti: Bir küçük kilise, tiyatro, revir, fırın, bahçe ve kanallar.” Yalnızca kapatılmışlık değildi Balzac’ı hüzünlendiren, bu güzel doğanın, su yollarıyla değirmenlerin, baharda açan bin bir çiçekle ulu çınarların ortasında terke dilmiş bir daimi yatılı olmanın (Galatasaray Lisesi’nde okuduğum yıllardan kalma bir deyimle “leyli meccani”nin) kederi de yakasını bırakmıyor, yazarın ruhsal yapısında, sonradan yaratacağı bazı roman kahramanlarının karakterlerinde göreceğimiz derin psikolojik çalkantılara yol açıyordu. Vendôme, Balzac’ın sayesinde, İstanbul’u, Galatasaray Lisesi’nin arka bahçesinden seyrine doyum olmayan İstanbul’u anımsattı bana. Ve orada geçen sekiz yılımı. Efsunlu güzellikleri yaratan kentlerde “leyli meccani” olmanın kederini, bu ılık eylül ikindisinde bir kez daha duyumsadım.
SORMAK İSTERDİM
Gerçi, oturduğum yerden taşa dantel gibi işlenmiş yontularıyla ancak cephesini görebildiğim, kentin “medar-ı iftiharı” Trinité Kilisesi’nin de çan kulesi ana yapıdan ayrı, ama bu kule gibi mahsun ve yalnız değil. Oradaydım az önce. İçeride görülmesi gereken her şeyi, rengârenk vitraylarla Mikelanj’ınkinden hiç de aşağı kalmayan La Pieta’yı, küçük şapellerde yanan devasa mumları, Rubens’inkiler de dahil duvarları boydan boya kaplayan tabloları gördüm.
Yine de, bir şey eksik kaldı sanki: Cemaati, evet bu görkemli yapıya dua etmek için gelenleri de görmek isterdim. Onlara kilisenin adıyla ilgili bir soracağım vardı. Neden Trinité, yani Teslis? Hıristiyanlık inancı, biliyorsunuz, Baba (yani Tanrı), Oğul (yani İsa) ve Kutsal Ruh üçlüsüne dayanır. Dolayısıyla, bir zamanlar yalnızca kilise değil tüm müştemilatıyla bir manastır olan, gotik mimarinin en güzel örneklerinden birinin adının da inanç temelinde koyulmuş olabileceğini düşünüyordum. Oysa 1032 yılının yıldızlı gecelerinden birinde Vendôme Kontu Geoffroy Martel ve eşi Agnès, şatonun avlusundan Loir’in ötesindeki karanlık çayıra üç yıldız kaydığını görmüş. Gidip baktıklarında yıldızlar bir kuyunun dibinde parıldayıp duruyormuş hâlâ. Bunun üzerine Teslis’e inançları daha da pekişmiş ve Trinité Manastırı’nı yaptırmışlar. Yıldızlar ve tanrılar... Ya da, daha doğru bir deyişle, kâinat ve Tanrı. That is the question! İşte sorun burada, ne var ki, beni aşan bir konu Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu, ben size yalnızca, Yahya Kemal’in deyimiyle “efsunlu güzellikleri yaratan bir kenti”, Vendôme’u anlatmakla yükümlüyüm.
PASTA DİLİMİ EVLER
Gerçekten güzel bir kent Vendôme. Pasta dilimine benzeyen eski evleri, su değirmenleri, eski kiliseleri ve ulu ağaçlarıyla doğrusu yaşanacak yer. Loir iki kola ayrıldıktan sonra kentin kurulduğu adacıkları sarıp sarmalıyor, insanlarına serinlik, çiçeklerine yaşam veriyor. Ve salkımsöğütlerin altından, eski surlar boyunca akıp gidiyor kendi yolunda. Evet, hem güzel, hem de eski, çok eski bir kentteyim. Bir tepeye tünemiş kalenin ayakta kalan tek yuvarlak kulesinden belli Vendôme’un eski bir kent olduğu. Surlarından ve su değirmenlerinden belli. Bir de çınar ağaçlarından... Arşiv belgelerine bakılırsa Vendôme Kontluğu 9’uncu yüzyıldan bu yana var. Ama 587 yılındaki kayıtlarda kentin adına “Vindocino” biçiminde rastlamak mümkün.
Isıtmayan eylül güneşinde nasıl da duru, saydam her şey! Ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamadı henüz, Orta Fransa’nın bu ücra kasabasında dünyanın hayhuyundan uzaktayım. Ne çalan telefon var ne de kötü haber. Derken Balzac’a gidiyor aklım...
LEYLİ MECCANİ BALZAC
Nerden çıktı şimdi Balzac, diyeceğinizi biliyorum. Söyleyeyim: Ünlü yazar yedi yıl daimi yatılı okumuş Vendôme Koleji’nde. Tembel, yalnız, öğretmenleri tarafından sürekli cezalandırılan bir öğrenciymiş. Değil hafta sonları ailesini görmek, dışarıya bile çıkmasına izin verilmeyen çocuk Balzac’ın mutsuzluğunu, anne şefkatinden uzakta geçen yatılı okul yıllarını düşünüyorum. Ve uyumsuz, asi bir öğrenci olduğu için, derslerine çalışacağına hayaller kurduğu için, dayak da dahil aldığı cezaları. Bir köşeye çekilip, eğlenceden, oyundan, arkadaşlarından uzak, okuduğu kitapları. Resimli Dünya’da anlattığım bir başka yatılı okul öğrencisine ne kadar da benziyor. 19’uncu yüzyılın başında Vendôme Koleji öğrencilerinin nasıl giyindiklerini biliyoruz: Başta yuvarlak şapka, lacivert yakalı gri gömlek ve siyah pantolon. Belki yuvarlak şapkalarımız yoktu ama, bizim de Galatasaray’da okurken lacivert ceketlerimiz, sarı kırmızı kravatlarımız vardı. Balzac, bu görkemli yapıda geçirdigi günleri dile getiren Louis Lambert adlı romanında şöyle betimliyor okulunu: “Kolej kent merkezinde, Loir Deresi’nin kıyısındaki eski yapılardan oluşuyordu. Bu tür eğitim kurumlarında olması gereken her türlü müştemilata sahipti: Bir küçük kilise, tiyatro, revir, fırın, bahçe ve kanallar.” Yalnızca kapatılmışlık değildi Balzac’ı hüzünlendiren, bu güzel doğanın, su yollarıyla değirmenlerin, baharda açan bin bir çiçekle ulu çınarların ortasında terke dilmiş bir daimi yatılı olmanın (Galatasaray Lisesi’nde okuduğum yıllardan kalma bir deyimle “leyli meccani”nin) kederi de yakasını bırakmıyor, yazarın ruhsal yapısında, sonradan yaratacağı bazı roman kahramanlarının karakterlerinde göreceğimiz derin psikolojik çalkantılara yol açıyordu. Vendôme, Balzac’ın sayesinde, İstanbul’u, Galatasaray Lisesi’nin arka bahçesinden seyrine doyum olmayan İstanbul’u anımsattı bana. Ve orada geçen sekiz yılımı. Efsunlu güzellikleri yaratan kentlerde “leyli meccani” olmanın kederini, bu ılık eylül ikindisinde bir kez daha duyumsadım.