GeriSeyahat Edepsiz çocuk, şehrine yine geleceğim
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Edepsiz çocuk, şehrine yine geleceğim

Edepsiz çocuk, şehrine yine geleceğim

Özlem Öğüt, yazısıyla Hürriyet Seyahat’in 10’uncu yıl yarışmasında dördüncü oldu. Ödülü bir haftalık Benelüks gezisiydi. Jolly Tur’un sponsorluğunda çıktığı seyahatte yolu Brüksel’e düştü. İzlenimlerini yazdı.

Yarışmaya katılmam için beni annem zorlamıştı. İki kişilik, bir hafta Benelüks turunu kazanınca “Benden çok senin hediyen” dedim ve eylül başında anne-kız yola çıktık.
Benelüks, bugüne kadar merak ettiğim ama bir türlü gidemediğim, Avrupa Birliği’nin (AB) kurulumuna ön ayak olmuş Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’dan oluşan politik ve ekonomik iş birliği temeline oturan ülkeler topluluğuydu.
Daha önce Hollanda’yı görmüşlüğüm vardı ama diğerleri bir ilkti!
Bir haftalık Brüksel, Paris, Lüksemburg, Köln, Amsterdam seyahatimize İstanbul’dan Brüksel’e uçarak başladık.

DEMİR MOLEKÜLÜ 150 MİLYON KEZ BÜYÜMÜŞ

Tenten ve Şirinler’in doğum yeri, çikolata, waffle, midye, kızarmış patates ve biranın cenneti, AB Komisyonu, AB Bakanlar Kurulu Konseyi ve AB Parlamentosu’nun evi, AB’nin ve Belçika’nın ve ayrıca birçokları için Art Nouveau’nun başkenti... Tadına bir günde doyulması imkânsız, küçük ama keşfedilecek çok şeyi olan Brüksel’e mevsim normallerinin üzerinde güneşli ve sıcak bir eylül günüde adım attık.
Tur şirketinin Benelüks konusunda uzmanlaşmış rehberiyle şehir gezisinde ilk durağımız 1958’de, Brüksel’in Dünya Fuarı’na ev sahipliği yaptığı yıl inşa edilen Atomium oldu. Mimar babamın dergilerinden çocukluğumdan beri bildiğim, bir demir molekülünün 150 milyon kez büyütülmüş şeklini yıllardır merak ediyordum. Molekül, başkaları için ne ifade eder bilemem ama benim için çocukluğumun bildik tatlarından birine kavuşmak oldu. Seyahat kitapları “asansörle yukarı çıkın ve Chez Adrienne restoranının masalarına kurulup Brüksel’e tepeden bakın” diyor. Bu sefer yapamadım ama bir dahaki gidiş için not düştüm.

MERKEZDE GÖÇMEN BANLİYÖDE YERLİ

Atomium’dan şehir merkezine doğru yol alırken rehberimiz, Brüksellilerin şehir merkezinde değil çevresindeki banliyölerde yaşamayı tercih ettiğini söyledi. Avrupa’nın en yoğun göç alan ülkesinde, yerliler değil göçmenler şehir merkezinde yaşamayı tercih ediyormuş.
Treurenberg Tepesi’ndeki, Belçika’nın gotik üsluptaki milli katedrali St. Michael ve St. Gudula’ya gittik. Ardından turumuza yürüyerek devam ettik. Bu noktadan itibaren şehrin mimarisi, bir mimar ve kentsel tasarımcı olarak beni çok etkiledi. Daha önce neden gelmedim, diye hayıflanarak rehberimizin eşliğinde başım yukarda dolanmaya başladım.
Rue d’Aremberg’den aşağıya doğru inerken kent mobilyaları ve çiçekler dikkatimi çekiyor. Sonbaharın başında olsak da köşe başlarına yerleştirilmiş ve sokak lambalarına asılmış saksılarda ilk baharı yaşıyorsunuz.
Ara sokaklardan geçerek kalabalık Grand Place’a varıyoruz. Grote Markt, Brüksel’in en ünlü meydanı. Üç farklı mimari tarzı bir arada görebildiğiniz, nereye bakacağınızı şaşırdığınız bir meydan burası. Barok, gotik ve 14’üncü Louis mimari tarzlarıyla yapılan meydan, 1998’de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne seçilmiş. Meydandaki en etkileyici yapı Belediye Binası. Benim gibi gotiksever biri için karşısına geçip saatlerce seyretmeye doyulmayacak bir güzellik.
Şansımıza meydanda bira festivali vardı. Dolayısıyla her zamankinden daha kalabalıktı. Yıllardır bira yapan, ülkede ve Avrupa’da tanınan markalar stand açmıştı. Bir anda 21’inci yüzyıldan ortaçağa döndük. Binaları ve bira festivaliyle Brüksel bizi bambaşka bir aleme götürdü.

MİDYE Mİ DEDİNİZ İŞTE CHEZ LEON

Rehberimiz bize göstermesi gerekenleri gösterdikten sonra serbest zaman veriyor. Mide fesadı geçirsem de yemeden içmeden dönmeyeceğim şeyler var. Midye, patates, waffle, çikolata yemek ve bin bir çeşit biralarından tadabildiğim kadarını tatmak istiyordum.
Annemle Paris’e her gittiğimde mutlaka şubesine uğradığım midyeciye Chez Leon’a, ürünlerini memleketinde tatmak için gidiyorum. Yiyebileceğiniz en leziz ama biraz pahalı midye için adres burası. Leon’da nefis ziyafet çektikten sonra ortaçağ atmosferine, meydana geri dönüyoruz ve festivale katılan bira evlerinin geçit törenini izliyoruz. Asrlık bira markaları ve birbirinden güzel atların çektiği bira arabaları önümüzden geçerken bambaşka bir kültürün adetlerini deneyimlemenin keyfini yaşıyoruz.
Midyenin üstüne üstüne tatlı yemeden olmaz, deyip yeniden yaramaz oğlanın sokağına gidiyoruz. Birbirinden leziz görünen koskocaman waffle’lardan bir tane sipariş edip iki servis tabağı istiyoruz. Birini bile bitirmemiz imkansız. Tatlı keyfi yaparken bir yandan da şehri turluyoruz, kaybolarak. Haritaya hiç bakmıyoruz. Buluşma saatimize kadar niyetimiz, kaybolarak şehri tanımak ve keşfetmek.

BİRA BUYSA TÜRKİYE’DE BİZLER NE İÇİYORUZ

Çikolata ve hediyelik eşya mağazalarının önünden geçiyoruz. Eski ve yeninin çok güzel harmanlandığı sokaklardan... Birbirinden güzel çiçeklerin sergilendiği çiçekçilerin önünden geçiyor, Şirin Baba ve Tenten’le karşılaşıyoruz. İçimden yine çocuk olmak geçiyor. Eskiden Kongo, Belçika’nın sömürgesiydi. Sokaklardaki Kongolular annemin, “Onlar AB ülkesinde yaşıyor da biz yaşamayı bırak, gelmek için vize almakta bile ne kadar zorluklar çekiyoruz” diye söylenmesine neden oluyor.
Annemle gezince benimkinden çok onun ilgi alanlarına kayıyoruz. Danteller, çiçekçiler... Annem ilgi alanlarını keşfederken bira festivaline doğru gidiyorum. Bira kültürü olmadan bira içmenin zor olduğunu bu festivalde öğreniyorum. Bunlar biraysa bizim memlekette içtiklerimiz ne acaba?
Yeniden geleceğim, diyorum.
Buluşup otele gitme vakti geliyor. Ünlü patates kızartmalarından yemeden otele gitmek üzüyor beni ama yemeğe yer kalmadı ki çikolatalardan. Bir sürü çikolata mağazasına giriyoruz, tadıyoruz, alıyoruz... Patatesler, ertesi gün durağımız olan Brugge’da damak tadımızı şenlendiriyor.
Bir mimar olarak baktığımda Brüksel, bir güne sığacak şehir değil. Küçük olsa da bırakın bir mimarı, yeni yerler görmeyi seven gezgin ve kâşif ruhlu her hangi biri için bile bir güne sığması imkansız.
Yeniden geleceğim Avrupa’nın başkenti sana! Tadın damağımda kaldı. Göreceğim bir sürü yerin ve tadacağım lezzetlerin var.

Hep işiyor, her hafta elbise değiştiriyor

Brüksel’in en ünlü heykeli olan edepsiz, çiş yapan oğlanını görmeden olmazdı. Grote Markt Meydanı’nın kalabalığından zorla geçip rehberimizin peşinden Grand Place’a yakın Rue de l’Etuve’e doğru yola koyulduk. Kim tarafından ve neden yapıldığı konusunda bir sürü efsane olan heykel, beni hayal kırıklığına uğrattı. 61 santimetre boyunda ve “giysili” bir heykel beklemiyordum açıkçası. Grup, rehberi sakince dinlerken ben “Ama bu küçücük ve giyiniiiik” diye hayıflanmakla meşguldüm. Brüksel’in yıllık takviminde ve kutlamalarında bu küçük heykele mutlaka yer verilmekteymiş. Üstelik bir de gardırobu varmış. Dünyanın çeşitli yerlerinden kıyafetlere sahip olan heykelin en çok ilgi gören kostümü Noel Baba olanmış. Heykele her hafta farklı kıyafetler giydiriliyormuş. Vallahi ben çıplak günü ne zamansa o zaman geleyim ve göreyim, dedim; öğrenemedim! Giysili heykel bana tuhaf geldi açıkçası.

False