Dünyayı kucaklayan Büyük Elma
Telaş içinde yaşanır bu şehirde. Gökyüzünde helikopterler uçuşur, caddeler kış ayazında bile alışverişçilerle doludur. New York üçlemesinin son yazısında size ‘Büyük Elma’nın beni neden çektiğini anlatacağım.
New York’ta buz gibi bir hava karşıladı beni. Bu kentin soğuğu çok üşütür beni. Keskin bıçak gibidir. İnsanın yüzünü kesik kesik yapar. Nemli, ağlatan, nefes kesen bir soğuk. Üşümek, sıcaktan bunalmak, nefret, sevgi, korku, bıkkınlık, öfke, yorgunluk, lezzet, koku... Tüm bu duyguları tattığım bir kent New York. Her birini uzun uzun anlatabilirim. Zamanı gelince belki de anlatmak gerek. Aslında çoğunu ucundan bucağından anlattım zaman zaman.
Bu kez Brooklyn Heights’ta, bir gökdelenin 22’nci katında kalıyorum. Manhattan’ın tam karşısında. New York’ta ilk kez böylesine yüksekte oturuyorum. Pencereden görünen manzara tam bir fotoğraf karesi. Karşıda dünyanın para merkezi Wall Street’in güneş görmeyen sokakları var. Burası Manhattan’ın en güney ucu. Limanda iki eski gemi duruyor. Onları yıllardan beri görürüm. Helikopterler vızır vızır, gri gökyüzünde sivrisinek gibiler. Biri inerken diğeri kalkıyor. Sanırım JFK’den New York Borsası’na ‘önemli’ kişileri taşıyorlar. Pencereden, New York’un tüm güney ucu görünüyor neredeyse. ABD tarihinin başladığı Ellis Adası ayaklar altında. Bu küçük adadan çıkıp, kıtanın dört bir yanına dağılanlar, altın aradılar, çiftlikler kurdular, kasabalar oluşturdular, kırmızı tuğlalarla şehirler yaptılar, dünyanın en yüksek binalarını diktiler, sefaletten başlayıp dünyanın en zengin ülkesi olmayı başardılar.
NEW YORK’UN DAMLARI
İlk kez New York’un damlarını görüyorum. Paris’in veya Roma’nın damları gibi çekici değil. Dev soğutucuların pervaneleri, sıra sıra bacalar, antenler... Arada bir görünen küf yeşili kilise kubbeleri, bahçeye dönüştürülmüş teraslar görüntüye sıcaklık katıyor.
Bu sefer Manhattan’a geçmek niyetlisi değilim. Belki bir iki yemek için gidip gelebilirim. Brooklyn’i arşınlamak istiyorum. Aslında Manhattan yavaş yavaş turistlere kalıyor. Son yıllarda Brooklyn rağbete bindi. Kiralar daha ucuz, yiyecek içecek ve restoran fiyatları makul, ulaşım kolay. Bir de dünyanın dört bir yanından gelen insan ve lezzet var. Aslında New York’a, namı diğer Büyük Elma’ya tüm dünya sığmış gibi. Brooklyn’de dünyanın en bağnaz Yahudilerini, Küçük İtalya’da Al Capone’a, Lucky Luciano’ya özenen, İngilizce bilmeyen İtalyan gençlerini, Harlem’de Bob Marley benzeri Jamaikalıları, Chinatown’da Çince’den başka bir dil konuşmayan milyonlarca Çinli’yi, Astori’da Uzo’nun yanına dolma servisi yapan Yunanlıları, Flushing’te Korelileri, Kolombiyalıları, Porto Rikoluları, İspanyolları, Peruluları, İrlandalıları, Almanları gördükçe dünyanın başkentinde olduğumu daha iyi kavrayabiliyorum.
ASANSÖRCÜSÜ BİLE CAKALI
New Yorlular galiba üniformayı ve siren seslerini çok seviyorlar. 22’nci kata tırmanmak için bindiğim asansördeki üniformalı görevli muzaffer komutan edasıyla düğmelere basıyor. Polisler de öyle. Bellerinde, üstünden çeşitli aletlerin sarktığı ağır kemerleri, tabancaları, rozetleri, fiyakalı şapkaları, rugan ayakkabıları, kara gözlükleriyle onlar sokakların hâkimi. Hele körüklü çizme giyen motosikletli polislerin cakasından geçilmiyor. Canhıraş siren sesleri ise New York’un tüm gözeneklerine sinmiş sanki. Ambulanslardan, itfaiye araçlarından, polis arabalarından yükselen siren sesleri her an çın çın çınlıyor.
METRODAKİ ROBOTLAR
Sarı taksiler yenilenmeye başlamış. Ama insan arka koltuğa sığmakta yine de zorlanıyor. Çünkü şoföre daha geniş yer ayrılmış. Belki de doğrusu bu. New York’un yürümeyen caddelerinde, akşama kadar daracık bir yerde direksiyon sallamak hiç de kolay değil. Önünüzde şoförle ilgili bilgiler taşıyan bir kart asılı. Lisans numarası, fotoğrafı, adı soyadı. Kiminin telaffuzu kolay, kiminde sesli harf bile yok. Hepsi uzak ülkelerden gelmiş. Hiç Amerikalı şoföre rastlamadım. Bu yabancı isimli şoförlerin çoğu da İngilizceyi bilmiyor. Veya kırık dökük konuşuyor. Onun için adresi yazarak veriyorum genellikle. Hemen hepsi hiç durmadan telefonla sohbet ediyorlar. Telefon şirketleri şoförlere özel fiyat uyguluyormuş. Yoksa sadece telefon faturasına çalışırlar.
Genellikle metroyu tercih ediyorum. Tek şikâyetim dik merdivenler. Metro duraklarının çoğu eski, yürüyen merdiven yok. New York metrosunda vagonlarda kimse kimseyle konuşmaz. Herkesin kulağına bir kulaklık tıkıştırılmıştır. El ve kol hareketlerinden, dinledikleri müziğin ritmini anlayabilirsiniz. Başlar ritmik sallanır, ayaklar inip kalkar, avuç içleri dizleri döver. Bir yandan da kitap, gazete okunur. Yani vagonlarda, demir tekerleklerin rayların üstündeki tıkırtısından ve fren gıcırtısından başka ses yoktur. Herkes kendi durağında bir robot gibi iner ve gider. New Yorklular, dünyanın en kalabalık kentinde, dünyanın en yalnız insanlarıdır.
Brooklyn Heights’ın sokakları daha yeşilliktir. Limana doğru eski kırmızı tuğlalı, bahçeli eski evler sıralanır. Kapılardaki levhalara bakılırsa şairler, yazarlar, sanatçılar bu sessiz sokaklara sığınmayı tercih etmişlerdir. Bu gölgelik sokaklarda bir zamanlar yürüyenlerin Walt Whitman, Truman Capote, Norman Mailer, Marilyn Monroe, Bob Dylan olduğunu bilmek sizi heyecanlandırır.
Bu sokaklarda ayrıca şirin sokak kahveleri ve küçük işyerleri sıralanır; Kapısı kırmızıya boyanmış bir Çin lokantası, duvarları mor ve yeşil badanalı Porto Riko bakkaliyesi, duvarlarına grafiti yazılmış Lübnanlı ekmekçi, vitrini ağız sulandıran Alman şarküterisi, kapısında başında sarığı ile bir Sihin beklediği çamaşırhane, vitrinini kendisi hakkında çıkan gazete kupürleri ile süslemiş olan Ukraynalı ayakkabı tamircisi.
ONU SEVMEK İÇİN
New York bir dünyadır. Onu sevmek, anlayabilmek için bir haftalık turistik geziler yetmez. Ona âşık olabilmek için, içine girmek, sarıp, sarmalamak, öpmek, koklamak gerekir. İşte o zaman, New York insanı bir daha asla bırakmaz. Hücrelerine işler.