Dört şehirden bayram tatili alternatifleri
Geçen hafta bayram tatili için yurtdışı seçeneklerini anlatmıştım. Sıra yerli adreslere geldi.
Mehmet YAŞİN
Önereceğim dört adres Türkiye’nin en lezzetli, en iyi poz veren, en ilginç yerleri. Sanırım sonbaharın renk cümbüşü içinde buralara yapacağınız geziden çok mutlu döneceksiniz.
AMASRA (BARTIN)
Paylaşılamayan cennet
Amasra geziniz, Bakacak Tepesi’nden başlayacak. Aşağıdaki Amasra’yı görünce, güzelliği karşısında şaşıracaksınız. Şaşıran sadece siz değilsiniz. Fatih Sultan Mehmet de, 1460 Ekimi’nde, Amasra Yarımadası’nın ve kalenin göründüğü bu tepede durup vezirine şu soruyu yöneltmiştir: “Lala, Çeşm-i Cihan bu mudur ola?..”
KARADENİZ’İN CENNETİ
Muhteşem manzarayı doya doya seyrettikten sonra, tepeden kıvrıla kıvrıla, Amasra’ya inin. Otelinize çantanızı koyup vakit geçirmeden çevreyi tanıma turuna çıkın. Önce tepelerden, rengârenk yapraklarla süslenmiş ağaçların arasından uzanan virajlı yoldan Kurucaşile’ye doğru ilerleyin. Bu yol, yaprakları sararmış ve kızarmış çınar ağaçlarının tünele benzettiği, öylesine güzel bir yoldur ki, insan virajları unutur. Karadeniz, kıyılarını göstermekte diğer denizler gibi bonkör değildir. Itırlı yeşilliklerle kaplı tepelerden seyrettiğiniz o güzelim sahillere inecek yol yoktur. Uzaktan bakıp yutkunmakla yetineceksiniz.
Bozköyaltı Plajı, karşınıza çıkan cennet köşelerden biridir. Nefis kumsalı olan plajı bu mevsimde yalnız ve sessizdir. Oradan Çakraz Koyu, daha sonrada tekneleriyle ünlü Kurucaşile gelir. Sohbet edeceğiniz ustalardan biri, yörenin tekne yapımcılığında bu kadar ünlenmesinin nedenini size şöyle açıklayacaktır: “İşin sırrı bizde değil, kestanede.. Buralarda bu ağaçtan çok var.. Temini, nakliyesi kolay..” Buraya kadar gelmişken Gideros’a gitmeden dönmek olmaz.
Keskin bir virajdan sonra, karşınıza çıkacak havuz misali koyu görünce, bana hak vereceksiniz. Tarihte korsanlara yataklık yapan koyun sularına, ağaçların gölgesi vurmuştur. Kıyısındaki salaş lokantaya oturup, bir çay için ve sessizliğin tadını çıkartın.
BALIĞIN TAVASI
Amasra’ya döndüğünüzde gün akşam olmak üzeredir. Kıyıdaki lokantalardan birinin limanı gören masasına oturun. Amasra’nın salatası çok meşhurdur. Lokantalar, salataya konulan ot sayısını artırmak için adeta birbirleriyle yarışır. En az sekiz kat olan salatayı tadınca ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ara sıcak olarak, kalamar ve midye tava masaya konacaktır. Midyeyi yemekten çekinmeyin. Buranın pırıl pırıl sularından çıkan midyenin temizliğinden emin olabilirsiniz. Ardından yarım tava iskorpit, yarım tava da barbunya ısmarlayın.
Yeri gelmişken belirtmekte yarar var. Amasra’da ızgara balık yoktur. Bütün balıklar yağda kızartılır. İşte maharet burada, kızartmada başlar. Yoksa bütün restoranların balığı tazedir. Kim balığı tavadaki kızgın yağdan zamanında çıkartmayı becerirse, müşteriyi o kapar. Bir de balığı ısmarlarken tava sayısında dikkatli olmanız gerekir. Çünkü “bir tava”, 3-4 kişiye yeter. Bu konuda size servis yapan garsona danışmanızda yarar var. En arkadan gelen, üstü cevizle kaplı ballı torba yoğurdu, sanki balığın tazeliğinin bir kanıtı gibidir.
Deniz isterseniz en temizi, doğa isterseniz en yeşili, tarih isterseniz, ondan bol başka bir şey yoktur. Bütün bu güzellikleri bir araya getiren Amasra’nın ara sokaklarını da ihmal etmeyin. Özellikle kale kapısından girip de, tepelere doğru tırmanan sokaklarda mutlaka yürüyün. Oralarda kasabanın eskisini ve yenisini bir arada görmeniz mümkündür. Bir de fotoğrafa meraklıysanız, işte size üç adres: Boztepe, Bakacak ve Grup Tepeleri. Eğer havada pus yoksa, Amasra’yı en iyi buralardan görüntüleyebilirsiniz.
Hem gözünüzü, hem damağınızı şenlendirmek istiyorsanız Amasra bayram tatilinde sizi bekliyor.
KAPADOKYA (NEVŞEHİR)
Masal ülkesinde sonbahar
Pers Kralı Daryüs’ün üç dilde çivi yazısıyla kazınmış bir yazısında bölgenin adı “Katpakuta” diye geçer. Bunun Pers dilindeki anlamı “Güzel Atlar Diyarı”dır. Adı bile bu kadar masalımsı olan bu büyülü toprakları anlatmak oldukça zordur. Beceri ister.
Fransız din adamı Guillaume de Jerphanion’un, 1907’deki gezisinden önce, Kapadokya dünyada neredeyse hiç bilinmiyordu. Peder Jerphanion, yaşamının geri kalan kısmını bölgeyi keşfetmeye, kayalara oyulmuş kiliseleri, manastırları ve duvar resimlerini incelemeye adadı. Yazdığı kapsamlı eserin yayımlanmasından sonra Kapadokya şimdiki ününe kavuştu.
Aslında Kapadokya’daki kaya evlerinden ilk kez, MS 600 yılında yazılmış “Aziz Hieron’un Hayatı” adlı eserde bahsediliyor. Onuncu yüzyılda yazılan, “Diyakoz Aziz Levon’un Hayatı”nda ise Kapadokya sakinlerinin yere ve kayalara oyulmuş labirentler ve mağaralarda yaşadığı belirtiliyor. 18.yy’de bir kervanla Anadolu’yu kat eden Fransız gezgin Paul Lucas ise Fransız sarayına yazdığı mektupta izlenimini şöyle anlatıyor: “Birbirinden az çok uzak iki binden fazla piramit vardı. Önceleri bunların bazı ermişlerin evi olabileceğini düşündüm. Bana bu düşünceyi veren şey, piramitlerin üstündeki külahlar ya da Rum papazlarının taktığına benzer başlıklardı. Hatta bu başlıklardan bazılarını, kucağında bebek taşıyan Meryem’e bile benzettim. Bunlar bir insanın gözleriyle görebileceği en harika şeylerdi...”
KAPADOKYA MASALI
Eğer bayram tatilinde bu masalsı topraklara gidecekseniz, size yardımcı olabilmek için bölgeyi şöyle anlatabilirim: “Bundan 60 milyon yıl önce Toros Dağları yükseldikçe yükselmiş, ortaya tepelerinden alevler püskürten yanardağlar çıkmış. Bu dağlardan vadilere kızgın ateş ve kül yağmış. Zaman geçmiş, dağların hiddeti dinmiş, vadilerdeki lavlar soğuyup kayalaşmış. Bu yumuşak taşları nehirler, seller milyonlarca yılda oyup kanyon, koyak, vadiler oluşturmuş. Rüzgârlar, kayaları aşındırarak inanılmaz uçurumlar, kıvrımlar, kuleler, koniler, dikilitaşlar, iğneler, dikitler yaratmış. Burayı taş heykellerden oluşan bir açık hava müzesine çevirmiş. Halk konik sütunlara peribacaları adını takmış. Sonra kesici aletlerle, bu peribacalarına evler, ambarlar oymuş. Onları, Bizans döneminde işkenceden kaçan Hıristiyanlar ve din adamları izlemiş. Peribacaları bu sefer oyularak, kilise, manastır ve ev haline getirilmiş. O zamanlar Kapadokya’da geniş bahçeler, kralın av sahaları ve çok güzel parklar varmış. Buranın katırlarının ünü ta Babil’e kadar yayılmış. Bu katırlar, Batı pazarlarında at fiyatına satılırmış. Kuyruk sürüklemekte zorlanan koyunları da çok ünlüymüş.
Zaman geçmiş, Kapadokya’da çoğu duvar resimleriyle süslü 600’den fazla kaya kilisesi ve manastır oluşmuş. Kiliselerin en büyüğü olan Tokalı Kilise’nin duvarlarına 12 azizin, Meryem’in hamileliğinin, son yemekte İsa’ya ihanet eden Yudas’nın resimleri işlenmiş. Kiliselerin en küçüğü olan Elmalı’ya ise İsa’nın çarmıha gerilişi resmedilmiş. Karanlık, Çarıklı, Yılanlı, Saklı, Aziz Thedor, Sümbüllü, Elmalı, Azize Barbara kiliselerinin duvarları İncil’den sahnelerle süslenmiş.”
DÜŞLER ÜLKESİ
Yüzlerce yıl önce yaşayanların yarattığı uygarlıklar, Hıristiyanlığın ilk yıllarına kadar uzanan mistik bir atmosfer, baskılara karşı inancın direnişinin simgesi olan yeraltı şehirleri, kiliseler, manastırlarla süslü bu düşler ülkesi, Aksaray’dan başlar, Nevşehir’den, Niğde’den geçer, Kayseri’de son bulur. Tüm bu topraklar tarihte ve bugün Kapadokya diye anılır, bilinir. Ama bu bölgenin en güzel örnekleri, en şaşırtan manzaraları Nevşehir civarında toplanmıştır. Ürgüp, Göreme, Ihlara Vadisi, Zelve, Avanos Kapadokya’nın en göz kamaştıran coğrafyasını barındırır. Bölgenin en pitoresk köyleri Üçhisar ile Ortahisar’da, mağara evleri, delikli devasa kayaları gören kendini, “Yüzüklerin Efendisi” filminde sanır.
Göreme Açık Hava Müzesi’ni gezerken göreceğiniz kiliseler, sizi yüzyıllar öncesindeki din savaşları konusunda hayal kurmaya zorlar. Kızılçukur’daki düşsel görüntüler, özellikle günbatımında tüm vadinin kırmızıya boyanması, bir başka gezegendeymiş duygusunu yaşatır. Avanos’un Kızılırmak’la yüzyıllar öncesinde kurduğu dostluğu izlemek insanı coşturur. Zelve’deki kaya evleri, orada yaşama hayalleri kurdurur. Derinkuyu ve Kaymaklı’daki yeraltı şehirleri, hiçbir masalda bulamayacağınız görüntüler sunar. Hele Derinkuyu’da bir zamanlar 20 bin kişinin yaşadığı, 55 metre derinlikteki, 8 katlı yeraltı şehri, odaları, yemekhaneleri, ibadet yerleri, depoları, gizemli tünelleriyle gezenleri korkulu bir hayranlığa sürükler. İşte bunları, tüm detayları ile anlatmak çok zordur. Hele buraları gezerken hayallerinizi serbest bırakırsanız, işin içinden hiç çıkamazsınız. Eğer bu Kapadokya’yı hâlâ görmediyseniz bu bayram tatil fırsatınızı değerlendirin.
BEYPAZARI (ANKARA)
Geçmişin dünyasında yürüyeceksiniz
İstanbul’dan yola çıkıp Ankara’nın bu tarihi ilçesine gitmeye niyetlenirseniz size Akyazı, Mudurnu, Seben, Çeltikderesi, Kıbrısçık üstünden döne dolaşa giden yolu öneririm. Eğer daha kısa yoldan gitmek isterseniz, Bolu-Mudurnu veya Bolu-Kıbrısçık güzergâhını tercih edebilirsiniz.
Yolu uzatırsanız, muhteşem bir manzaranın içinde yolculuk edeceğinizi unutmayın. Bu mevsimde vadilere çöken sis, çevreye masalsı görünüm verir. Ağaçlar yapraklarını sarıya, kırmızıya, turuncuya boyamıştır. Bu renk cümbüşünün ortasında çam ağaçları, yemyeşil dalları ile sis perdesini yırtıp siluetleriyle resmi tamamlar.
Seben civarında elma ağaçları görüntüye girer. Dallar, elmaların ağırlığını çekemeyip, yerlere değer. Arada bir otomobili durdurup daldan elma kopartıp, sulu, sert ve tatlı lezzeti tada tada yolunuza devam edebilirsiniz.
Beypazarı, İpek Yolu üstünde, özellikle Bağdat’a giden kervanların konakladıkları önemli bir yerleşim yeridir. İlçenin tarihinin çok öncelere gittiği, İnözü Vadisi’nin kenarlarında uzanan kanyon duvarlarında belli olur. Oradaki mağaralara bakıldığında, bu yörenin ilkçağdan beri yerleşim alanı olduğu anlaşılır.
İlçenin ilk adı, ilkçağda “Kaya Ülkesi” anlamına gelen Laganeia imiş. Bizans döneminde ise Anastasiopolis adını almış. Daha sonra ilçeyi Bizanslılardan alan Germiyanoğlu Yakup Bey’in veziri Dinar Hezar bu adı “Beyhezar” olarak değiştirmiş. İlçede kurulan pazaryerinin adı tüm yörede dillere destan olmuş. Gel zaman git zaman ad son kez değişip Beypazarı’na dönüşmüş.
Her ahşap evin kötü kaderi olan yangın, Beypazarı’nda da zaman zaman kendini gösterir. Son büyük yangında harap olan evleri, Beypazarlı ve Safranbolulu ustalar omuz omza verip kurtarmış.
Eğer geçmişe doğru bir yolculuk yapmak isterseniz, size Beypazarı’nı hararetle öneririm. İki balık kılçığı veya dinozor sırtı benzeri kayanın arasına kurulan tarihi merkezi, neredeyse eski günlerine dönmüştür. Eski belediye başkanı Mansur Yavaş, biraz devlet yardımı biraz belediyenin olanakları, biraz özel sektörden aldığı destekle, evlerin çoğunun onarımını sağlamıştır.
AÇIK HAVA MÜZESİ GİBİ
Beypazarı’nın eski evleri genellikle üç katlıdır. Taş duvarların katıldığı zemin kat, genellikle ahır olarak kullanılırdı. Üst katlarda ise her katta bir mutfak, odaların açıldığı bir salon bulunur. Her odanın duvarına gömülü dolapların içinde bir banyo bölümü vardır. Dolabın diğer bölümleri, çeşitli maksatlar için kullanılır. En üst kattaki “Guşgana” diye adlandırılan bölüm ise depo görevini görüyor.
“Çantı” da denen bu bölüm, genellikle tamamlanmadan bırakılır. İlk bakışta inşaatın yarım kaldığı izlenimini veren bu görüntü, aslında kasten tamamlanmıyor. Bu bölümü yarım bırakmakla, ev sahibi Azrail’e, “Dünyada daha tamamlanmamış işlerim var” mesajını vermek ister.
Onarılmış evlerde yaşam, bugün de ilk günlerdeki gibi sürüyor. Pencereler arasına gerilmiş iplerde rengârenk sebzeler, çamaşırlar kurutulur, yaşlı teyzeler cam arkasından gelip geçeni seyrederler. Açık hava müzesi görünümüne bürünmüş o daracık sokaklarda dolaşırken, sanki geçmişte dolaşır gibi hissedersiniz kendinizi.
Bir zamanlar 600 adet dükkânın bulunduğu çarşı da, eskiyi anımsatan görüntüler içerir. Bir yanda bakır döven sanatçılar, bir yanda ayağınızı çorap gibi saran yemenileri diken saraçlar, parlak kumaşlar üstünde sanatlarını konuşturan yorgancılar, ipek bürgü dokuyan ustalar, “kuru” pişiren fırınlar, vitrinlerinde salkım salkım cevizli sucuk ile baharatlı munbar sergileyen dükkânlar... Esnaf, eskiyi andırır bir gayret içinde ter dökmektedir.
Beypazarı sadece eski evleri ile ünlü değildir. İlçenin mutfağı da yabana atılacak gibi değildir. Küçük parmak inceliğindeki yaprak sarmalar, kırk katlı baklavalar, etli, tavuklu, sebzeli güveçler, sabahları yenen “yarımca” damağınızda unutulmayacak tatlar bırakır.
Beypazarı’nın “kuru”su ise dillere destandır. İlçede onsuz bir yaşamı düşünmek olanaksızdır. Kuru, parmak büyüklüğünde galeta benzeri bir yiyecektir. Un, süt ve tereyağıyla yapılır. Yoğrulan hamur, iki parmak kalınlığında ve uzunluğunda parçalar haline getirilir. Asma veya dut yapraklarının üstüne dizilip fırına sürülür. Beypazarı’nda, eve giderken elinde kuru torbası olmayana rastlamak imkânsız gibi bir şeydir. Siz de tatilden dönerken bu kurudan eşinize dostunuza almayı unutmayın.
SAFRANBOLU (KARABÜK)
Gözünüze, damağınıza şölen
Bu tarihi ilçeyi anlatmaya tarih boyu buraya konan adlarla başlayalım. İlçenin adı Bizans döneminde Daybra idi. Bu isim 1196’da Selçuklular döneminde Zalifre oldu. Beylikler ve Osmanlıların ilk dönemlerinde ise Borglu ve Borlu oldu. Yöreye yerleşen Taraklı aşireti buraya Taraklıborlu adını taktı. Osmanlı döneminde, 18. yüzyıl ortalarında Zağfiran-ı Borlu, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Zağfiran-ı Benderli oldu. Son olarak ise Zafranbolu ve Safranbolu’ya dönüştü.
İlçeyi bir bakışta görmek istiyorsanız Hıdırlık Tepesi’ne çıkmanız gerekiyor. Burada hem etrafı seyredip hem de tarihe kulak verebilirsiniz; Safranbolu 17. yüzyılda Gerede-Tokat-Sivas kervanyolu üstünde önemli bir konaklama merkeziydi. İlçenin ortasında hâlâ eski ihtişamıyla duran Cinci Hanı o devirdeki ticaret hacminin en önemli kanıtıydı.
Geleneksel Türk mimarisinin en güzel örnekleri de yine burada sergilenir. İlçedeki 2000 geleneksel evden 800’ü yasal koruma altına alınmıştır. Çoğunlukla üç katlı ve altı odalı olan bu evler, daracık sokaklarda öylesine iyi konumlanmışlardı ki, biri diğerinin manzarasını asla kapatmaz.
Safranbolu’nun daracık taş sokaklarında dolaşmak, insanı başka bir zaman dilimine iter. Altından dere akan Lütfiye Camisi, Cinci Hamamı, Köprülü Mehmet Paşa Camisi’nin avlusundaki güneş saati, müzeye dönüştürülen Kaymakamlar Evi, Çizmeciler Evi’nin muhteşem merdiveni, Kileciler Evi’nin ahşap süslemeleri, Asmazlar Konağı’nın havuzu, eski belediye binası, radyo müzesi, kapılar, kilitler, süslemeli çeşmeler, demirciler çarşısı, eski tabakhane derken Arasta’da, bir çardak altı kahvesinde ancak soluğunuzu toparlayabilirsiniz.
YEMEK ÂDETLERİ
Gezinizin en heyecanlı bölümünü yemek faslı oluşturacaktır. Çünkü Safranbolu mutfağı, saray mutfağının etkisi altında kalmıştı. Cinci Hoca, İzzet Mehmet Paşa, Köprülü Mehmet paşa gibi saraya yakın kişilerin Safranbolu’da çeşitli vesilelerle bulunmaları, bunlarla birlikte gelen eğitimli kişilerin damak tatları, sofra bilgileri, ilçenin yemek kültürüne de yansımıştır.
Safranbolu’da 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar günümüz kahvaltısı bilinmiyordu. O dönemde sulu yayım (erişte çorbası), cevizli pekmez, papara, kuru çörek, ocağın közünde kızartılan külbastı “sabah yemeği”nin vazgeçilmez gıdalarıydı. Öğle yemekleri ise hafif geçiştirilirdi!.. Erkekler dükkânlarında simit-ayran, bükme denilen ıspanaklı, kıymalı kapalı pide ile açlıklarını bastırırdı! Veya bir araya gelip, çarşı fırınında pişirttikleri güveci kaşıklardı.
Akşam yemekleri ise tam bir şölen havasında geçerdi. Erkek eve dönmeden önce her şeyin hazır olması gerekiyordu. Onun için ev halkı hummalı bir faaliyet içine giriyordu. Yer sofrası et yemekleri, hamur işleri, sebzeler, kompostolar, tatlılar ile donatılıyordu. Yemeklerde kullanılan etlerin bol yağlı olmasına özen gösteriliyordu.
Eğer damağınıza düşkünseniz buradaki lokantalarda yöre yemeklerinin tadına bakabilirsiniz. Size önereceğim yemeklerin başında “Perohi” gelir. Bu, içi naneli torba yoğurdu ile doldurulmuş bir çeşit mantıdır. Arkadan “Uzun Pakla”nın tadına bakmalısınız. “Uzun Pakla” aslında haşlanmış taze fasulyeydi. Haşlandıktan sonra süzülen, daha sonra üstüne eritilmiş tereyağı gezdirilen fasulye, kuru soğan ile birlikte yufkaya sarılıp yenir.
Daha sonra erik gallesi eşliğinde “Cevizli Yayım” yenmelidir. Eriştenin ardından “Bütün Et”in tadına bakmak gerekir. Bu, ziyafet sofralarının baş yemeğidir. Eğer midenizde yer kaldıysa, koruk suyu ve kuzu kuşbaşı ile pişmiş bamyanın tadına bakmalısınız. Tatlı olarak “Cingan Baklavası” önerilir. Tüm yemek boyunca ise soğutulmuş Kiren Suyu (kızılcık şerbeti) içilmelidir.
Tatilde gezeceğiniz sokaklar, muhteşem evler, tarih ve leziz yemeklerle Safranbolu içinize işleyecektir. Laf aramızda, tadı da damağınızda kalacaktır.