Bundan sonraki romanımın kahramanı Gaziantep
“Antep benim için ilk aşk. Bitmiş, olmaz, başka bir şeye dönüşmüş. Bilirsin ama hep içindedir.” Ahmet Ümit doğduğu şehri böyle tanımlıyor. Bu yıl ikinci kez düzenlediği Şire Yiyecek ve İçecek Festivali vesilesiyle buluştuğumuz Antep’te, şehrin onun üzerindeki etkilerini anlatırken sanki bir masal ülkesinden söz ediyor.
KİMSE İYİ BİR LAHMACUNU TARTIŞMAZ AMA HİTİT'İ TARTIŞABİLİR
Bizi solcu yapan kültür Antep’ten geliyor. Eski Antep’te iki kişi bir kişiyi döverse halk toplanır o iki kişiyi döverdi. Askerleri inzibatlar kaçak diye yakalardı, asla teslim etmezlerdi. Antepliler çalışkan insanlardır, yiğitliğe büyük önem verirler.
Burası bir Güneydoğu kenti ama o zaman şimdikinden daha fazla şehirli nüfus vardı. Onlar, kentli olmanın bilincindeydiler. Cumhuriyet baloları olurdu mesela.... Ya da ikindi sazı denen gazinolar... Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Şükran Ay gibi sanatçılar gelirdi. Herkes ailesiyle giderdi, ben de çok küçükken eniştemle gittim. Kavaklık denen bir bahçede insanlar rakılarını içer, Müzeyyen Senar şarkısını söylerdi.
Bu kent kültürünün kökeninde bu toprakların çok kültürlü olması var. 20. yüzyıl başında çok önemli bir Ermeni nüfusu vardı burada. Kiliseleri devam ediyor, evlerde mimariyi görüyoruz. Havramız var. Rumlar vardı; Araplar, Kürtler, Türkler bir arada yaşardı.
Bu kozmopolit yapının bugüne yansıyan tek özelliği yemek. Başka bir şey kalmadı. “Bu Ermeni yemeği, ben bunu yemem” demiyor kimse, yiyor. Kimse iyi bir lahmacunu tartışmaz ama Hitit’i tartışabilir.
Ahmet Ümit çiğköfte yaparken...
Ben yemeği çok severim. Yemeyi de yapmayı da... En sevdiğim yemeklerden biri ekşili malkıta çorbası. Malkıta mercimek demek. Annemden öğrendim, hâlâ da yaparım. Lahmacunu da çok severim. Ama İstanbul’daki lahmacunla Antep’teki aynı şey değil. Biz kışları soğan ve nar pekmeziyle yaparız, yazları ise taze sarmısak, kırmızıbiber, domatesle. Eskiden çok lahmacun yapar, Kurtuluş’ta fırına götürürdüm. Ama artık fırınlar bitti. Kebap, çiğköfte, ali nazik çok güzel yaparım.
ÖNEMLİ DEĞİL DEDİKLERİ YER ZEUGMA ÇIKTI
Antep’in tarihiyle geç tanıştım. 1998’de bir piknikte... Annem babam sağ, Fırat kenarında bir pikniğe gittik. Bir baktım nehrin kenarında bir höyük, çok etkilendim. İlk kez tarihi merak ettim. Hiç sevmem tarihi ama solculuktan gelen araştırmacı yönüm var. Üniversiteye gittim, “Arkadaşlar Fırat kenarında böyle bir höyük gördüm, burası neresi” diye sordum. “Orası önemli bir yer değil” dediler, “Aşağıda Kargamış var, sen orayı yaz”. Böylece Hititler’i öğrendim, gözümde yeni bir Antep başladı. Tabii önemsiz dedikleri yer de Zeugma çıktı.
Şu andaki Antep, Türkiye gibi; bir adım ileri iki adım geri gidiyor. İstediğim yerde değil. Ama istediğim yere gelecek potansiyeli de var. Ben burnu büyük bir adam değilim ama şunu söyleyebilirim, hem yerel yönetimdekilere hem gazetecilere buraya her geldiğimde şunu anlattım: Burası sadece bir Müslüman Türk şehri değil. Burası Hititli, Doğu Romalı, Selçuklu, Osmanlı bir şehir. Artık herkes bunu söylemeye başladı. Bana bunu romanlar öğretti, başka kimse değil.
ANTEP, BİZ SOLCULARI YARAMAZ AMA İYİ ÇOCUKLAR OLARAK GÖRÜRDÜ
Ahmet Ümit, annesi, nineleri ve ablasıyla...
Antep’te benim için bir solculuk hikâyesi başladı. Çok öndeydim. Ödenmesi gereken ne bedel varsa hazırdım. Ailem yapma diyor ama söz geçiremiyordu. Babam çok dindardı, hayatımda tanıdığım en dürüst insandır. Ama tabii dini bakış açısıyla düşünceleri sınırlıydı. Ben de o gün yanlış değerlendiriyorum ve cahil olduğunu düşünüyorum. Çok sonra anladım değerini. Belki de solcu olmamda paradoks gibi görünecek ama babamın Müslüman adalet dünyası etkili olmuştur. Annem çok yaratıcıydı, hayal dünyası çok genişti. Kendimizi adamış bir kuşaktık. Kendini adama kültüne tapıyorduk. Antep de bizi yaramaz ama iyi çocuklar olarak görürdü.
Şunu da itiraf etmem gerekir ki, bizim solculuğumuz feodal kültür kaynaklı bir solculuktu. Çünkü okumuyorduk, sadece birtakım idoller vardı. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan’ın cesaretlerine bakıyorduk. İdeolojik olarak çözümlemek, değerlendirmek yoktu. Che nasıl popüler bir ikonsa, onlar da bizim için öyleydi. Antep’in bütün gençleri böyle düşünürdü. Biz en çok okuyanıydık. Bir başka ikon da Yılmaz Güney’di. Herkes hayrandı. Solcu, ezilenin yanında olan insandı. Bu kadar. Ve Antepliler sağ partiye oy verseler dahi solcuya sempati duyarlardı.
HİTİTLER HALA BU SOKAKLARDA YÜRÜYOR
Şehir kendi geçmişini bilmiyor. Her şey kayboluyor. Bir sonraki romanımda Antep’i yazacağım ve bunu anlatmaya çalışacağım. Müthiş bir kültür var geride. Kargamış Antik Kenti burada, Hititler’in ikinci başkenti. Zeugma var sonra... Pagan kültürden Hıristiyan kültürüne geçişin önemli adımları buradadır. Gelenler, gidenler, rejimler hep değişiyor ama halk aynı halk. Biz onlarız. Aram stili Hitit kabartmaları vardır, başında bereyle... Kışın gel sana göstereyim, o adam köyden gelmiştir ve şu sokaklarda yürür.
Antep’in üzerimdeki etkisini çok sonra keşfettim. O günler geride bıraktığım, bırakırken bana büyük acılar veren, büyük özlemler taşıdığım bir şehir. Gittim İstanbul’a, Galata Köprüsü’nün üzerinde yürüyorum, kendimi devrimci romanlardaki kahramanlardan biri gibi hissediyorum. Bir bakıyorum, inanılmaz kalabalık. Kalabalık dediğim İstanbul bugünkünün yarısı kadar...
OKULA 20 GÜN GECİKTİM, VURULDUM SANMIŞLAR
Lise ikinci sınıfta
Yıl 1976... 16 yaşındayım... O zamana kadar bir kere bıçaklandım, üç dört kere polislerden artık öldü diye bırakılacak kadar sopa yedim. Ölüme çok yakın yaşıyordum. Çok sevdiğim arkadaşım Enver Kurt öldürüldü, ölürken üzerinde benim parkam vardı. Sorular başlıyor: Ben ne yapıyorum? Tamam solcu olmak, fiyakalı bir şey, kızlar bakıyor. Kimlik bu. Ama öte yandan çok sert, insanlar ölüyor. Türk devleti acımasız bir devlet, her zaman böyleydi. Ülkücülerle polis işbirliği içinde, okulu tarıyorlar, gözümüzün önünde arkadaşlarımız vuruluyor. İnsanların günahları çok büyük. Bütün bunlar birdenbire olgunlaştırıyor seni. Sağlıksız bir olgunluk tabii. O cenazeler, dokunduğun kan, yarının olmayacağı duygusu seni büyük adam yapıyor.
Bu arada edebiyatla ilişkim kompozisyon dersinde yazı yazmak. Yazıları Che’nin “Ölüm nereden gelirse gelsin” sözüyle bitiriyorum ya da Dimitrov’un “Faşizm, finans-kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür” sözüyle... Mehmet Savaş İslam diye solcu bir hocamız var. Her seferinde 7 veriyor, ne 6 ne de 8. Sonra o hocamızı öldürdüler. Bildiriler yazıyorum, hepsi bu kadar.
Lisede, arkadaşlarıyla...
1978’de Marmara Üniversitesi’ni kazandım. İstanbul’a geldim. Kaydı yaptırdım, örgütümüz İlerici Gençler Derneği. Oraya gittim, bir yoldaş geliyor diye herkes duydu tabii. Antep’te 1 Eylül Dünya Barış Günü etkinlikleri var diye 20 gün geç gittim. “Bu adam ya vuruldu ya hapishanede” demişler. Algı buydu.
ANNEMLE BABAM ÖLÜRSE BEN NE OLURUM?
Şire yaparken...
Yedi kardeşin en küçüğüyüm. Ben doğduğumda babam 47 yaşındaymış, annem de muhtemelen 36-37. Annem, Terzi Fatma, müthiş bir anlatıcı. Eve çırak kızlar gelirdi, sabah 8’de gelir, akşam 5’te giderlerdi. Sıkılırlardı, 15-16 yaşlarındaydılar. “Bize bir şey anlat Fatma Abla” derlerdi, o da onlara masallar, okuduğu romanları anlatırdı. Hep şöyle bir kaygım vardı: Ben büyümeden annemle babam ölürse ben ne olurum? Ve hep dua ederdim: “40 yaşına gelmeden annem babam ölmesin”. 2000 yılında, ben 40 yaşıma geldim ve babam öldü. Annemi iki ay önce kaybettim.
40 yaşıma gelmeden büyümüştüm çoktan. Çok büyük sorumluluklar hissediyordum. 21 yaşında baba oldum. Eşim biz evlenmeden hamile kalmıştı, Antep’e gelip babama “Ben bu kızla evleneceğim” dedim. Babam kabul etti. Daha üniversiteye gidiyorum, para pul hiçbir şeyim yok. “Bakarız sana” dediler, baktılar da. Bir yandan ben de çalıştım, örgüt de var. O zaman bile çocuktum, ayaklarım yere basmıyordu.
HALA SOLCUYUM AMA ARTIK
GERÇEĞİN TEKELİMDE OLMADIĞINI BİLİYORUM
Ben hâlâ kendimi solcu biri olarak görürüm. Ama kişilik anlamında baktığımda solcu olmak beni olgun bir insan yapmadı. Çok çabuk büyüttü ama olgunlaştırmadı. Ormana bakıyordum hep, ağaçları göremiyordum. Yine de yazarlığıma çok olumlu katkısı oldu o dönemin. İnsan psikolojisini iyi tanıdım ve ileride karakter yaratacak iyi malzemeler biriktirdim. Ölümün kokusunu duydum, fiziksel acıyı hissetim, insanın öldürme duygusunu tanıdım. “Ben bir halk kahramanıyım ve ölüp gittiğimde insanlar beni öyle anacak” diye düşünürdüm. Şimdi 23 kitap yazdım ama belki de unutulacağım, kimse beni iplemeyecek. Bugün bu ihtimali kabul ediyorum ama o zaman öyle değildi. Şimdi dünyaya daha gerçekçi bakıyorum. Bugün bulunduğum yer bugünkünden daha ileri bir yer. O günkü ideallerim duruyor, yöntemleri bıraktım. Artık gerçeğin benim tekelimde olmadığını biliyorum.